11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleştirilen saldırılar, uluslararası ilişkiler ve güvenlik politikaları açısından önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Olayda, dört yolcu uçağı El-Kaide mensupları tarafından kaçırılmış; ikisi New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin kuzey ve güney kulelerine, biri Washington’daki Pentagon binasına çarptırılmış, dördüncü uçak ise yolcuların müdahalesi sonucu Pensilvanya’da düşmüştür. Bu saldırılar sonucunda yaklaşık üç bin kişi yaşamını yitirmiş, binlerce kişi yaralanmış ve New York başta olmak üzere çeşitli bölgelerde büyük çaplı yıkımlar meydana gelmiştir.

Başkan Bush'un 14 Eylül'de Megafonla Yaptığı Tarihi Konuşma (National Archives)
Saldırıların etkisi yalnızca Amerika Birleşik Devletleri ile sınırlı kalmamış, küresel güvenlik algısında da köklü değişikliklere yol açmıştır. ABD’nin “teröre karşı savaş” politikası çerçevesinde Afganistan ve Irak’a askeri müdahalelerde bulunması, uluslararası hukuk, ittifak ilişkileri ve bölgesel dengeler üzerinde geniş kapsamlı sonuçlar doğurmuştur. Ayrıca saldırıların ardından sağlık, çevre, toplumsal algı ve kültürel üretim alanlarında ortaya çıkan etkiler, 11 Eylül’ün çok boyutlu bir olgu olarak ele alınmasını gerekli kılmıştır.
Saldırının Kronolojisi
Kaçırılan Uçakların Ayrıntılı Seyri
American Airlines 11 (AA 11) — Boston (Logan) → Los Angeles
Uçak 07.59’da kalkmış, 08.14’te son rutin telsiz temasını yaptıktan kısa süre sonra kokpite müdahale gerçekleşmiştir. 08.19’da bir kabin görevlisi United Airlines şirket merkezini arayarak kaçırmayı bildirmiş, 08.21’de transponder kapatıldığı için ikincil radar takibi kaybolmuştur. 08.25 sularında Boston Hava Trafik Kontrol Merkezi olağandışı durumu teyit etmiş, 08.38’de Kuzeydoğu Hava Savunma Sektörü (NEADS) bilgilendirilmiştir.
08.46.40’ta AA 11, Dünya Ticaret Merkezi’nin kuzey kulesine çarpmış; aynı dakika içinde Otis Üssü’nden F-15’lerin havalanması emri verilmiş, 08.53’te bu uçaklar kalkmış ancak belirli bir hedef vektörü sağlanamadığı için bekleme sahasında tutulmuşlardır. AA 11’in seyri boyunca transponderin kapalı olması, irtifa ve konum bilgisinin birincil radar yansımalarına bağımlı hâle gelmesine neden olmuş; hava trafik birimleri ile şirket operasyon merkezleri arasındaki bilgi akışı kopuk ve parçalı ilerlemiştir.
United Airlines 175 (UA 175) — Boston (Logan) → Los Angeles
Uçak planlanan saatine yakın bir zaman diliminde kapıdan ayrılmış, 08.14’te havalanmış ve 08.33’te seyir irtifasına çıkmıştır. 08.42–08.46 arasında kokpite müdahale yaşanmış, kabin içinde bıçak kullanımı ve bomba tehdidine ilişkin ifadeler yolcu ve mürettebat aramalarında dile getirilmiştir. 08.47’den itibaren transponder kodu kısa aralıklarla değiştirilmiş, 08.51’de uçak tahsisli irtifadan sapmış ve New York kontrolünün çağrılarına yanıt verilmemiştir. 08.52’de bir kabin görevlisi United’ın yer birimine iki pilotun etkisiz hâle getirildiğini ve uçağın kaçıranlarca uçurulduğunu aktarmış; aynı dakikalarda yolcu telefonları kabindeki durumu ve istikametin New York’a çevrildiğini bildirmiştir.
08.58’de dönüş tamamlanmış, uçak Manhattan istikametine girmiş; 09.03.11’de güney kuleye çarpmıştır. UA 175’in son yaklaşması sırasında irtifa ve hız parametrelerinde hızlı değişimler kaydedilmiş, kule çevresinde geniş bir dönüşle hedefe hatasız hizalama sağlanmıştır. Bu süreçte kulelerde başlayan yangın ve dumanın görüş koşullarını etkilemesine karşın uçuş rotası kararlı biçimde sürdürülmüştür.
American Airlines 77 (AA 77) — Washington Dulles → Los Angeles
AA 77, 08.20’de kalkmış, 08.46’da 35.000 feet civarında seyir irtifasına ulaşmıştır. 08.51’de son rutin telsiz teması yapılmış, 08.51–08.54 arasında kokpite müdahale başlamış; 08.54’te yetkisiz bir güney dönüşü gerçekleşmiş ve 08.56’da transponder kapanmıştır. Bu andan itibaren uçak bir süre birincil radarda da seçilemez hâle gelmiş, farklı kontrol merkezlerinde “irtibat kesildi/kayıp” statüsü oluşmuştur. 09.25’te ABD hava trafik ağı genel kalkış durdurma (ground stop) uygulamasına geçmiş, 09.32’de Dulles radarlarında hızla yaklaşan bir birincil hedef tespit edilmiştir.
09.34 civarında hedefin Washington üzerinde geniş bir dönüşle istikamet değiştirdiği anlaşılmış, kısa süre sonra düşük irtifaya inilerek motor gücü artırılmıştır. 09.37.46’da AA 77, Pentagon’a çarpmıştır. Uçağın başkent üzerindeki büyük yarım daire şeklindeki manevrası, nihai yaklaşma hattını ayarlamak ve alçak irtifada yüksek süratle hedefe yönelmek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Transponderin kapalı oluşu, kimlik teyidini geciktirmiş; uyarı ve önleme seçeneklerini daraltmıştır.
United Airlines 93 (UA 93) — Newark → San Francisco
UA 93, planlı şekilde 08.00'da kapıdan ayrılmasına rağmen trafik yoğunluğu nedeniyle 08.42’de havalanmıştır. Eşzamanlı olaylar nedeniyle sektör genelinde uyarılar artmış; 09.24’te United Airlines yer birimi tarafından kokpite “olası kokpit ihlali” uyarısı iletilmiştir. 09.27’de son rutin telsiz teması yapılmış, 09.28’de kaçırma başlamış ve kabinde fiziksel müdahale yaşanmıştır. 09.41’de transponder kapatılmış, uçak birincil radar yansımasına düşmüştür. Yolcular ve kabin görevlileri yer ile kurdukları telefon temaslarında durumu aktarmış; kokpiti geri alma girişimi için örgütlü bir karar 09.57’de uygulanmaya başlamıştır.
Bu esnada uçağın irtifa ve süratinde düzensiz salınımlar kaydedilmiş, kontrol yüzeylerinde ani hareketler oluşmuştur. UA 93, 10.03.11’de Pensilvanya/Shanksville yakınlarında kırsal bir alana düşmüştür. Kalkıştaki gecikme, diğer üç uçağa ilişkin bilgilerin bu uçuşta bulunanlar ve şirket birimleri tarafından kısmen öğrenilmesine imkân vermiş; bu durum yolcu inisiyatifinin zamanlamasını etkilemiştir. Uçağın hedefinin Washington’daki sembolik federal yapılardan biri olabileceği, olay sonrası analizlerde ortaya konmuştur.
Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a Çarpış Anları
Kuzey Kule (WTC 1)
American Airlines’ın 11 sefer sayılı uçağı 08.46.40’ta kuzey kuleye çarpmıştır. Darbe, kulenin kuzey cephesinden, yaklaşık 93–99. katlar aralığına isabet etmiştir. Çarpışma anında binada sabah mesaisine başlamış çok sayıda kişinin bulunması felaketin boyutlarını artırmıştır. Gövdenin ve kanatların çelik taşıyıcı kolonlara nüfuzu sonucu taşıyıcı hatlarda kesilmeler meydana gelmiş; kanat içi depolarda ve gövdede bulunan yakıtın büyük bölümü anında alev almıştır.
Ortaya çıkan yüksek ısı, ofis ekipmanı ve iç kaplamaların tutuşmasını kolaylaştırmış; asansör boşlukları ve şaftlar boyunca yangın ve dumanın dikey hareketi hızlanmıştır. İlk dakikalarda olayın niteliği tam anlaşılamamış; ancak alevlerin yayılım hızı ve çarpışma geometrisi, kısa sürede bunun bir hava aracıyla gerçekleştirilen saldırı olduğunu göstermiştir. Çarpışmanın etkilediği katlarda anında can kayıpları yaşanmış, üstte kalan katlar için iniş yolları büyük ölçüde kapanmıştır.
Güney Kule (WTC 2)
United Airlines’ın 175 sefer sayılı uçağı 09.03.11’de güney kuleye çarpmıştır. Uçak, kuzey kuleye kıyasla daha eğimli ve yatık bir açıyla yaklaşmış; çarpışma 77–85. katlar aralığında gerçekleşmiştir. İlk saldırının ardından televizyon kanalları canlı yayın yapmaktayken ikinci uçağın kuleye isabet etmesi, olayın koordineli bir eylem olduğunu açık biçimde ortaya koymuştur. Yakıtın aniden yanmasıyla dış cephede geniş bir ateş topu oluşmuş; cam ve cephe elemanları dışarı saçılmıştır.
Etki katlarında bulunanların önemli bir kısmı çarpışma ve hemen sonrasında hayatını kaybetmiş; üzerinde kalan katlarda ise kaçış seçenekleri sınırlanmıştır. Güney kulede darbenin eğik gelişi, bazı taşıyıcı hatların asimetrik biçimde hasar görmesine ve yangının kat planında dengesiz yayılımına yol açmıştır. Dumanın rüzgârla yön değiştirmesi, farklı cephelerde görüşü ve nefes almayı değişken şekilde etkilemiştir.
Pentagon
American Airlines’ın 77 sefer sayılı uçağı 09.37.46’da Pentagon’un batı cephesine çarpmıştır. Uçak, alçak irtifada yüksek süratle yaklaşmış ve zemin seviyesine çok yakın bir profil izleyerek dış halkaya isabet etmiştir. Darbe noktasında yapısal elemanlar ciddi biçimde zarar görmüş; yakıtın tutuşmasıyla yangın hızla yayılmış ve ilk dakikalarda yoğun ısı birikimi oluşmuştur.

Çarpışmanın Ardından Pentagon Binasında Söndürme Çalışmaları (National Archives)
Çarpışma, beşgen planlı yapının dış halkasında kısmi çökme ve geniş çaplı hasar yaratmıştır. Olay yeri, New York’a kıyasla daha az sayıda kamera kaydıyla belgelenmiş olsa da fiziksel tahribat ve enkaz dağılımı uçağın doğrudan çarpışını açık biçimde ortaya koymuştur. Çarpışmanın gerçekleştiği kanatta görev yapan personel arasında can kayıpları yaşanmış, binanın diğer bölümlerinde tahliye ve yangınla mücadele eşzamanlı yürütülmüştür.
Yolcuların ve Mürettebatın Tepkileri, United 93’ün Düşüşü
Kaçırmalar başladıktan sonra kabinde ilk refleks, eldeki telefonlarla dış dünyaya bilgi aktarmak olmuştur. Mürettebat, şirket operasyon merkezlerini arayarak kesici alet kullanımı, yaralanmalar, kokpitle temasın kesilmesi ve yolcuların uçağın arka bölümüne yönlendirildiği gibi somut ayrıntıları bildirmiştir. Transponderlerin kapatılmasıyla hava trafik kontrolünün teknik verileri azalmış; bu boşluk, kabinden gelen anlatımlarla kısmen kapatılabilmiştir. Böylece yerdeki koordinasyon merkezleri, her uçakta kokpit dışında ne yaşandığına dair ilk tabloyu kabin personeli ve yolcuların hatlarından edinebilmiştir.
AA 11 ve UA 175’te iletişim akışı benzer seyretmiştir. AA 11’de kabin görevlileri, kaçırma başlamasından hemen sonra şirket hattını aramış; tahriş edici sprey kullanıldığına dair ifadeler, yaralanmalar ve ön kısımdaki koltuklarda oturan bazı kişilerin tehdit oluşturduğu bilgisi paylaşılmıştır. UA 175’te hem kabin görevlileri hem de yolcular, United Airlines’ın yer birimine pilotların etkisiz hâle getirildiğini, kokpitin kontrolünün kaçıranlara geçtiğini ve uçağın olağandışı manevralar yaptığını aktarmıştır. Bazı aramalarda bomba tehdidinden söz edilmiş, kabindeki havanın kötüleştiği ve insanların arka tarafa toplandığı belirtilmiştir. Bu çağrılar, iki uçakta da kokpit kapısının zor kullanılarak kontrol altına alındığını ve kabin içinde sistemli bir yönlendirme yapıldığını göstermiştir.
AA 77’de dış temas daha sınırlı kalmış, fakat belirleyici olmuştur. Kabinden gelen birkaç bildirime göre kesici alet kullanılmış, yolcular arka bölüme sürülmüş ve kokpite erişim engellenmiştir. Transponderin kapatılmasının hemen ardından uçağın birincil radar izi de yer yer kaybolmuş, bu durum hem hava trafik birimlerinin hem de şirket merkezinin teyit süreçlerini geciktirmiştir. Yine de iletilen az sayıdaki bilgi, rotanın plan dışına alındığını ve kokpit kapısının zorla ele geçirildiğini doğrulamıştır.
UA 93’te tablo farklı bir doğrultuya evrilmiştir. Uçağın kalkışının gecikmiş olması, kabine diğer saldırılarla ilgili ilk haberlerin ulaşmasına imkân tanımış; yolcular ve kabin görevlileri aileleriyle ve United Airlines’ın yer birimiyle yaptıkları görüşmelerde New York ve Washington’daki çarpışmaları öğrenmiştir. Bu bilgi, içinde bulunulan durumun “yer hedeflerine yönelen koordineli bir planın parçası” olabileceği değerlendirmesini güçlendirmiştir. Kaçırma başladıktan sonra kabinden kaçıranların sayısı, konumları ve kullandıkları yöntemlere dair ayrıntılar derlenmiş; kısa süre içinde ne yapılacağına ilişkin fikir birliği oluşmuştur. 09.57’de yolcular, eldeki imkânları (örneğin servis arabaları ve kabindeki diğer ekipman) kullanarak koordineli bir geri alma girişimi başlatmıştır.
Kokpit ses kayıtlarında kapı yönünde yoğun hareket, bağrışmalar ve kokpit içinde ani kumanda girişimleri duyulmuştur. Bu sırada kaçıranların, kokpit kapısının zorlanmasını engellemek amacıyla uçağı sert yunuslama ve yatış manevralarıyla sarsmaya çalıştıkları anlaşılmıştır. İrtifa ve hız kısa aralıklarla dalgalanmış, kontrol girdileri düzensizleşmiştir. Mücadele devam ederken UA 93, 10.03.11’de Pensilvanya’nın Shanksville yakınlarında kırsal bir alana düşmüştür. Olay yeri bulguları ve uçuş/kokpit kayıtlarının çözümlemesi, yolcu inisiyatifinin uçağın planlanan hedefe ulaşmasını engellediğini; son dakikalarda uygulanan sert manevraların uçağı kontrol dışına itmiş olabileceğini düşündürmüştür.
Dört uçuşun ortak paydasında, kabin ekiplerinin mesleki refleksleri ve sakin iletişimi belirleyici olmuştur. Mürettebat ve yolcular, ulaşabildikleri hatlar üzerinden durumu olabildiğince düzenli ve somut biçimde aktarmış; bu sayede o an için radar ve telsiz verilerinin yetersiz kaldığı bir ortamda, yerdeki birimler olayın seyrini anlamlandırabilmiştir. Özellikle UA 93’te, bilgi toplama ve kısa süreli değerlendirme çabası, örgütlü bir karşı koyuşun zamanında ve birlikte başlatılmasını mümkün kılmıştır.
İkiz Kuleler ve Pentagon: Çöküş ve Hasar Süreci
Kulelerin Mimarisi ve Dayanıklılık Tasarımı
Dünya Ticaret Merkezi’nin iki kulesi (WTC 1 ve WTC 2), basitçe “iki halka ve aradaki köprüler” mantığıyla çalışacak şekilde tasarlanmıştır. Dıştaki halka, cephe boyunca sık aralıklarla dizilmiş çelik kolonlardan oluşan sürekli bir kabuk gibi davranmış; rüzgâr yükünü büyük ölçüde bu kabuk karşılamıştır. İçteki halka ise asansör ve merdivenlerin bulunduğu “çekirdek” bölümü oluşturmuş; düşey yüklerin önemli kısmı bu çekirdek tarafından taşınmıştır. Kat döşemeleri, iç çekirdek ile dış kabuk arasında uzanarak iki halkayı birbirine bağlayan “köprüler” işlevi görmüş; böylece tüm sistem bir bütün olarak çalışmıştır.
Bu kurgu, yer yer parça kaybı olsa bile yüklerin başka yollardan akmasına imkân tanıyacak şekilde düşünülmüştür. Mühendislikte “yedeklilik” diye anılan bu yaklaşım, tek bir kolonun devre dışı kalması durumunda bile yükün komşu elemanlara dağıtılabilmesini hedeflemiştir. Kulelerin tepesinde yer alan ek bağ kirişleri (çatı düzeyindeki bağlayıcı elemanlar), dış kabuk ile çekirdeğin birlikte davranmasını güçlendirmiştir. Sonuçta, dış kabuk rüzgâra karşı bir silindir gibi çalışmış; çekirdek düşey yükleri taşımış; kat döşemeleri de iki sistemi birbirine kenetlemiştir.
İç mekân kullanımında esneklik amaçlanmış, geniş ve bölünmesi kolay ofis alanları tasarlanmıştır. Bunun için kat döşemelerinde hafif çelik kirişler kullanılmış; üstlerine beton kaplama yapılarak rijitlik ve yangın dayanımı artırılmıştır. Düşey dolaşım “sky lobby” (ara aktarım katı) sistemiyle çözülmüş; ana girişlerden bu ara katlara ekspres asansörlerle çıkılmış, buradan yerel asansörlere aktarma yapılmıştır. Her kulede çekirdek içinde birden fazla merdiven kovası bulunmuş; yangın kapıları ve basınçlandırma gibi önlemlerle kaçış sürekliliği gözetilmiştir.
Yangın güvenliği, dönemin standartlarına uygun biçimde hem pasif hem aktif tedbirlerle ele alınmıştır.

Dünya Ticaret Merkezi Üzerinden Yükselen Dumanlar (National Archives)
Çelik taşıyıcılar, püskürtme tipi yangın yalıtımı ile kaplanmış (günlük dilde “yangın sıvası” denebilecek bir koruyucu tabaka) ve yüksek ısıya maruz kaldıklarında direncini daha uzun süre koruyabilmeleri hedeflenmiştir. Otomatik sprinkler, algılama ve alarm sistemleri ile yangın hortumları binaya yayılmıştır. Bu katmanlı yaklaşım, bir yangın çıktığında hem yapısal taşıyıcının ısıya karşı korunmasını hem de kullanıcıların tahliyesini desteklemeyi amaçlamıştır.
Tasarım sürecinde bir uçağın binaya çarpması ihtimali de belirli varsayımlar altında değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmelerde düşük irtifada, inişe yakın hızlarda ve sınırlı yakıt yüküyle gerçekleşebilecek bir çarpışma varsayılmış; ortaya çıkacak hasarın yerel kalması ve yangınla mücadelenin sürdürülebilmesi hedeflenmiştir. Amaç, darbe bölgesinde bazı elemanlar zarar görse bile bütünün ayakta kalmasını ve kullanıcıların tahliyesine zaman tanınmasını sağlamaktır.
İmalat ve montaj yöntemleri de sistemin bir parçası olarak düşünülmüştür. Cephe panelleri atölyede üretilmiş, şantiyede modüler olarak hızla birleştirilebilmiştir. Kat kirişleri ve bağlantı elemanları standartlaştırılmıştır. Bu yaklaşım, inşa süresini kısaltmış; bakım ve onarım gerektiğinde parçaların değiştirilebilmesini kolaylaştırmıştır.
Çarpışma Sonrası Yangınlar ve Yapısal Zafiyetler
Uçakların kulelere çarpmasıyla birlikte kanat içi depolarda ve gövdede taşınan jet yakıtı bir anda saçılmış, çarpışma katlarında ve bitişik katlarda yaygın yangın cepheleri oluşmuştur. Bu ilk alevlenme dakikaları, yakıtın yüksek buharlaşma kabiliyeti nedeniyle çok şiddetli geçmiş; ardından yangının sürekliliğini esas olarak ofis donatıları, mobilya, halı, kağıt ve plastikler sağlamıştır.
Yüksek ısıya maruz kalan alanlarda duman hızla yükselmiş, asansör şaftları ve servis boşlukları “bacaya” benzer bir etki yaratmış, sıcak gazlar şaftlarda yukarıya doğru çekilmiştir. Dış kabukta açılan büyük delikler ve kırılan camlar, rüzgârın etkisiyle yangına oksijen girişi artırmış; bu da bazı bölümlerde alevin yönünü, hızını ve sıcaklığını değiştirmiştir.
Çarpışmanın mekanik etkisi, yangın güvenliği katmanlarını da zedelemiştir. Çelik taşıyıcılar üzerinde “yangın sıvası” olarak bilinen püskürtme tipi koruyucu kaplamalar darbe ve titreşimle yer yer kopmuş; böylece çıplak kalan çelik elemanlar ısıyı daha hızlı soğurur hâle gelmiştir. Çelik, yaklaşık 400–600 °C aralığında dayanımının ve rijitliğinin önemli bölümünü kaybetmiştir. Bu kayıp, bir kolonun tek başına erimesinden ziyade, saatler ilerledikçe birden fazla elemanın kapasitesinin tedricen düşmesi ve birbirine bağımlı taşıma yollarının zayıflaması şeklinde ortaya çıkmıştır.
Kat döşemeleri ısıyla önce genleşmiş, bağlantı noktalarındaki zorlamalar artmıştır. Isı etkisi uzadıkça, bu kez metal yorulması ve “sarkma” denilen kalıcı şekil değiştirme öne çıkmış; sarkan döşemeler dış kabuktaki kolonları içeri doğru çekmiştir. Bu içe çekme etkisi, bazı cephelerde kolonların düz doğrultusunu bozmuş; kolonlar dışarıdan bakıldığında gözle fark edilir biçimde içe kavislenmiş görünmüştür. Kule kabuğundaki bu içe bükülme, hem yatay rijitliği azaltmış hem de düşey yük taşıma kapasitesini zayıflatmıştır.
Çekirdek bölgesinde durum farklı bir yönden kritikleşmiştir. Çarpışma anında bazı çekirdek kolonları kesilmiş ya da ağır hasar almış; kalan kolonların üzerine normalin üstünde yük binmiştir. Yangın ısısı, çekirdek elemanlarında da dayanım kaybı yaratmış; ayrıca çekirdeği çevreleyen döşemeler, sarkma nedeniyle çekirdeğe uyguladıkları yatay bağ etkisini düzensizleştirmiştir. Bu tablo, dış kabuk ile çekirdek arasındaki “birlikte çalışma” kabiliyetini aşındırmıştır. Yükler, tasarımda öngörülen yedek yollarla bir süre yeniden dağıtılabilmiş; ancak yangın uzadıkça bu yedeklilik gitgide daralmıştır.
Kaçış ve tahliye açısından bakıldığında, çarpışma katlarında ve üstündeki bölümlerde merdiven kovalarının bir kısmı hasar görmüş ya da dumanla dolmuştur. Açık kalan merdivenlerde dahi sıcaklık ve duman, ilerlemeyi güçleştirmiş; yangın kapıları, basınçlandırma ve alarm düzenekleri bazı güzergâhlarda işlevini sürdürebilmiş, bazılarında ise çarpışma kaynaklı hasar nedeniyle sınırlı kalmıştır. Bu nedenle alt katlarda tahliye akışı uzun süre devam edebilmişken, darbe bölgesi üzerindeki katlarda koşullar hızla kötüleşmiştir.
Yangın gelişimini belirleyen önemli unsurlardan biri de yakıt ve hava beslemesindeki düzensizlik olmuştur. Kırılan cephe panelleri, rüzgâr yönüne göre bazı katlarda alevi hızlandırmış, bazı katlarda ise dumanın kat içinde göllenmesine yol açmıştır. Bu değişkenlik, aynı katta bir bölümün hızla çökmesine yol açabilecek kadar ısınırken, bitişik bölümün görece daha az ısındığı durumları da üretmiştir. Dolayısıyla hasar, tekdüze bir ısı tablosundan ziyade yama yamaydı; mühendislik açısından bu, yüklerin beklenmeyen yönde akmasına ve bazı bağlantı elemanlarının beklenenden önce zorlanmasına neden olmuştur.
Pentagon’a Saldırı ve Yapısal Hasar
American Airlines’ın 77 sefer sayılı uçağı, alçak irtifada yüksek süratle yaklaşarak Pentagon’un batı cephesine isabet etmiştir. Beşgen planlı yapının dış halkasına çarpan uçak, çelik ve betonarme taşıyıcı elemanların bir bölümünü yerinden koparmış; gövde ve yakıtın içeriye doğru ilerlemesiyle bitişik halkalara kadar uzanan yangınlar başlamıştır. Çarpmanın yarattığı ani darbe, cephede geniş açıklıklı bir yıkım hattı açmış; hemen ardından yakıtın tutuşmasıyla sıcaklık hızla yükselmiştir. İlk dakikalarda görülen ağır ısı yükü ve duman, çarpışma bölgesinde kısmi bir çöküşle sonuçlanmıştır.

Pentagon'daki Yapısal Hasar (National Archives)
Pentagon’un halkalar hâlinde örgütlenmiş kütlesi ve aradaki koridor boşlukları, hasarın binanın tamamına bir anda yayılmasını sınırlamıştır. Bununla birlikte darbe hattında kolon ve kirişlerde ciddi kesilmeler oluşmuş; bazı bölümlerde döşemeler taşıyıcı kabiliyetini kaybetmiştir. Yangın, ofis donatıları ve iç kaplamalarla beslenmiş; ancak sprinkler ve yangın hatlarının çalışabildiği kesimlerde ilerleyiş yavaşlatılabilmiştir.
Tahliye ve yangınla mücadele eşzamanlı yürütülmüş, çarpışmanın etkilediği kanatta görev yapan personel arasında can kayıpları yaşanmıştır. Olay yeri incelemeleri, hasarın darbe-yangın ikilisinin ortak etkisiyle geliştiğini; yer yer taşıyıcı sürekliliğin korunabildiği kesimlerde ise ilerleyici bir çöküşün önüne geçilebildiğini göstermiştir.
United 93’ün Düşüş Alanı ve Sonuçları
United Airlines’ın 93 sefer sayılı uçağı, yolcu ve mürettebatın koordineli geri alma girişimi sürerken Pensilvanya’nın Shanksville yakınlarında kırsal bir alana düşmüştür. Düşme sonrasında arazide derin bir krater oluşmuş; geniş bir alana saçılan parça ve kişisel eşya kalıntıları güvenlik çemberi içine alınmıştır. Yerel acil ekipler kısa sürede bölgeye ulaşmış; yangın kontrol altına alınmış ve çevrede sivillerin zarar görmesi engellenmiştir. Kırsal topoğrafya ve düşük yerleşim yoğunluğu, yerde ilave can kaybı yaşanmamasında etkili olmuştur.
Saha çalışmaları, uçuş ve kokpit ses kayıt cihazlarının (kara kutular) bulunup incelenmesi, telefon kayıtları ve radar verileriyle birlikte yürütülmüştür. Bu bulgular, kaçırma sonrası kabinde bilgi toplanıp paylaşıldığını; Washington’daki sembolik hedeflere yönelme ihtimalinin uçakta değerlendirildiğini ve buna karşı yolcu inisiyatifinin örgütlendiğini ortaya koymuştur.
Düşüşün hemen öncesinde uçağın sert yunuslama ve yatış manevraları yaptığı anlaşılmış; bu manevraların kokpit kapısına yönelik baskıyı durdurmayı amaçladığı değerlendirilmiştir. Sonuçta uçak, yerleşim dışı bir sahaya çarparak parçalanmış; olay yerinde kimliklendirme ve delil toplama süreçleri titizlikle yürütülmüştür. Değerlendirmeler, yolcu ve mürettebatın girişiminin uçağın planlanan hedefe ulaşmasını engellemiş olabileceğine işaret etmiştir.
Kurtarma Operasyonları ve İlk Tepkiler
New York’ta Acil Müdahale ve Sahadaki Düzen
İlk çarpışmanın ardından New York’taki acil yardım zinciri hızla harekete geçmiş, itfaiye, polis ve sağlık ekipleri alt Manhattan’a artan yoğunlukta sevk edilmiştir. Bölge, kısa süre içinde birden fazla kurumun eşzamanlı çalıştığı bir müdahale sahasına dönüşmüş; araç ve personel akışı, yaklaşım yolları üzerindeki kontrol noktalarıyla yönlendirilmiştir. FDNY birimleri, kulelerin giriş ve zemin kotlarında geçici komuta noktaları kurmuş; bina içi ilerleme, merdiven kovaları ve servis koridorları üzerinden kat kat planlanmıştır. Asansörlerin büyük ölçüde devre dışı kalması, dikey erişimi yavaşlatmış; darbe ve yangının etkilediği merdivenlerde ilerleme kısmen kesintiye uğramıştır.
Saha düzeninde öncelik, içeri giren ekiplerin güvenliği ile dışarıdaki tahliye akışının çakışmamasını sağlamaya verilmiştir. NYPD, çevre güvenliği ve yaya/araç trafiğinin ayrıştırılmasını üstlenmiş; Port Authority personeli bina içi yönlendirme ve anons sistemlerini sürdürebildiği ölçüde desteklemiştir. Bina içindeki ısı ve duman koşulları katlar arasında hızla değişmiş; açık kalan merdivenlerde dahi görüş ve solunum zaman zaman zorlaşmıştır. Buna karşın alt ve orta katlardan kontrollü tahliye koridorları kurulabilmiş; dış çevrede tıbbi triyaj alanları ile sevk noktaları oluşturulmuştur.

Başkan Bush Beyaz Saray Personeliyle Saldırı Haberlerini İzliyor (National Archives)
İletişim ve komuta-kontrol, sahadaki temel güçlüklerden biri olmuştur. Çok sayıda birimin aynı bantları kullanması ve yapı içi tekrarlayıcı (repeater) altyapısının kısmen zarar görmesi, telsiz trafiğinde yoğunluk ve kopmalar yaratmıştır. Bu nedenle, bina içindeki ilerleme ekipleri ile dıştaki komuta unsurları arasında “kat bazlı raporlama” ve haberciler üzerinden teyit gibi yedek yöntemler devreye sokulmuştur. Ekipler, kat yüksekliklerine göre mola/yeniden gruplanma noktaları belirlemiş; oksijen ve su ikmali ile görev değişimleri bu ara noktalarda gerçekleştirilmiştir.
Yangınla mücadele, ilk aşamada lokal odakların kontrolü ve duman hareketinin izlenmesi üzerinden yürütülmüştür. Kule cephelerinde açılan büyük boşluklar, rüzgâr etkisiyle yangına oksijen girişini artırmış; bazı katlarda alev ilerleyişi hızlanmıştır. Sprinkler ve ıslak hatların çalışabildiği kesimlerde ilerleme yavaşlatılabilmiş; ancak darbe bölgelerine yakın kısımlarda borulama ve vanalarda hasar görüldükçe su basıncı yer yer düşmüştür. Bu tablo, içerideki personelin konumunu ve geri çekilme eşiklerini sürekli yeniden değerlendirmesini gerektirmiştir.

ABD Donanması Mensuplarının Haberi Öğrendiği An (National Archives)
Güney kulenin 09.59’da, kuzey kulenin 10.28’de çökmesiyle sahadaki öncelikler köklü biçimde değişmiştir. Kule içindeki çok sayıda personel ve sivil doğrudan etkilenmiş; dış çevre, yoğun toz bulutu ve enkaz düşmesi tehlikesi altında kalmıştır. Çökmeleri takiben müdahale, “iç yangınla mücadele” odaklı yapıdan “enkaz alanı arama–kurtarma ve alan güvenliği” düzenine evrilmiştir. Ağır iş makineleri, arama köpekleri ve elle tarama yöntemleri birlikte kullanılmış; yeni çökme/yer değiştirme riski gözetilerek enkazda kademeli ilerleme tercih edilmiştir. Enkazın ısısı ve dumanı, çalışma aralıklarının süre ve yoğunluğunu belirlemiş; ekipler vardiya usulü rotasyona alınmıştır.
Lojistik ve destek hatları, sahadaki sürdürülebilirliği sağlamıştır. Su, tıbbi malzeme, kişisel koruyucu donanım ve ağır kurtarma ekipmanı için geçici depolama noktaları kurulmuş; gönüllü akışı ise kayıt, yönlendirme ve güvenlik taramasından geçirilerek görevlendirilmiştir. Yakın çevredeki hastaneler kademeli kapasite artışına gitmiş; kan bağışı ve psikososyal destek hatları devreye alınmıştır. Köprü ve tüneller, kritik süre boyunca kontrollü erişime tabi tutulmuş; olay yeri komutası, ilerleyen saatlerde daha geniş ve güvenli bir alana taşınarak kurumlar arası koordinasyon güçlendirilmiştir.
Saha güvenliği açısından, ikincil tehlikeler sürekli izlenmiştir. Yapısal istikrarsızlık, asılı kalmış ağır elemanlar, sıcak noktalar, keskin metal ve cam parçaları ile hava kalitesi, ekiplerin kişisel koruyucu ekipman kullanımını zorunlu kılmıştır. Toz ve dumanın sağlık etkilerini azaltmak için maskeler ve göz koruyucuları standart uygulama hâline getirilmiştir. Tüm bu çerçevede, ilk günün sonunda New York sahasında çok kurumlu, çok katmanlı bir kriz yönetimi düzeneği yerleşmiş; arama-kurtarma, yangınla mücadele, tıbbi lojistik ve güvenlik başlıkları birbirini tamamlayacak şekilde yeniden yapılandırılmıştır.
Pentagon ve Shanksville’de ilk müdahaleler
Pentagon
Çarpışmanın hemen ardından Arlington County İtfaiyesi ve çevre ilçelerin ekipleri olay yerine ulaşmış, sahada kısa sürede birleşik komuta yapısı kurulmuştur. Öncelik sıralaması net belirlenmiş; bina içindeki personelin tahliyesi, yangının kontrolü ve çarpma hattının yapısal olarak güvenli hâle getirilmesi eşzamanlı yürütülmüştür. Beşgen planlı yapının halkalar hâlindeki kurgusu ve aradaki koridor boşlukları sayesinde duman ve ısı yükü tüm kütleye bir anda yayılmamış; buna karşın batı cephede darbe hattında yoğun ısı, yakıt kaynaklı yangınlar ve taşıyıcı eleman hasarı müdahaleyi güçleştirmiştir.
Saha düzeninde, çarpma bölgesi çevresinde çökme tehlikesi nedeniyle güvenlik şeritleri oluşturulmuş; erişim, yalnızca yapı mühendisleri ve arama-kurtarma timlerinin risk değerlendirmesi sonrası kontrollü koridorlardan sağlanmıştır. Köpük üniteleri ve su hatları birlikte kullanılmış; yakıt gölcükleri köpükle bastırılırken iç kısımlarda ısı birikimi termal kameralarla izlenmiştir. Sprinkler ve yangın tesisatının çalışabildiği kesimler ilerlemeyi yavaşlatmış; zarar görmüş hatlarda ise basınç kayıpları yer yer yaşanmıştır. Tahliye alanları, helikopter pisti ve otopark çevresinde kurulmuş triyaj istasyonları ile desteklenmiş; yaralıların çevre hastanelere sevki önceliklendirilmiştir.

Kurtarma Çalışmaları ve Başkan Bush (National Archives)
Komuta-kontrol ve güvenlik, müdahalenin ana eksenini oluşturmuştur. Askerî birlikler, itfaiye ve sağlık birimleriyle birleşik komuta–kontrol içinde çalışmış; ikincil cihaz olasılığına karşı bomba imha ve KBRN (kimyasal, biyolojik, radyolojik, nükleer) ölçümleri devreye alınmıştır. İlk saatler içinde, darbe hattındaki kısmi çökme ve yüksek ısı nedeniyle iç ilerleme aralıklı yapılmış; yangın kontrol altına alınırken yapı stabilizasyonu için destekleme ve iskandil (hasar gözetimi) uygulamaları sürdürülmüştür. Elde edilen saha verileri, olay yeri yönetiminin kısa sürede arama–kurtarma, yangınla mücadele ve delil koruma başlıklarını aynı çatı altında koordine etmesine imkân tanımıştır.
Shanksville (Pensilvanya)
United 93’ün kırsal bir alana düşmesi üzerine yerel gönüllü itfaiye teşkilatları ve acil sağlık ekipleri dakikalar içinde sahaya ulaşmıştır. Çarpma, kırsal topoğrafyada derin bir krater ve çevrede sınırlı ölçekli yangınlar oluşturmuş; düşük yerleşim yoğunluğu nedeniyle yerde ilave can kaybı yaşanmamıştır. İlk müdahale, yangın çevreleme, alanın güvenlik çemberine alınması ve sivil erişimin kesilmesi yönünde şekillenmiştir. Kısa sürede olay yeri yönetimi federal soruşturma birimlerine devredilmiş; uçuş kayıt cihazlarının bulunması, parçaların ızgara (grid) yöntemi ile taranması ve delil koruma prosedürleri standarda bağlanmıştır.
Çevresel riskler bakımından, yakıt kalıntıları ve yüzey akışlarına karşı sızdırmazlık setleri ve toplama hendekleri uygulanmış; hava ve su kalitesi ölçümleri başlatılmıştır. Yangın, ilk müdahalelerle kontrol altına alınmış; küçük odaklara sınırlı su/ köpük uygulaması yeterli olmuştur. Olay yeri çevresinde tek yönlü giriş–çıkış mantığıyla hareket edilmiş; sahaya giren her ekibin konumu ve görevi kayıt altına alınmıştır. Böylece, delil bütünlüğü korunmuş; aynı zamanda yerel ve federal makamlar arasında akıcı bir bilgi hattı tesis edilmiştir.
Her iki sahada da ilk saatlerin ortak özelliği, can güvenliği–yangın kontrolü–delil koruma dengesi olmuştur. Pentagon’da içe yönelik riskleri azaltacak yapısal güvenlik tedbirleri, Shanksville’de ise geniş alana saçılmış parçaların planlı ve katmanlı biçimde toplanması öne çıkmıştır. Bu yaklaşım, sonraki aşamalarda hem kurtarma/iyileştirme çalışmalarının hem de resmî soruşturmaların kesintisiz ilerlemesine imkân sağlamıştır.
Can kayıpları ve Kurtarılanlar
11 Eylül 2001 saldırılarında ABD genelinde, hava korsanları hariç 2.973 kişi hayatını kaybetmiştir. New York’ta görev yapan acil müdahale birimlerinden New York İtfaiyesi (FDNY) 343, New York Liman İdaresi Polisi (PAPD) 37 ve New York Polis Teşkilatı (NYPD) 23 mensup kayıp vermiştir. Bu bilanço, ABD topraklarında tek bir düşmanca eylemde yaşanan en yüksek can kaybı olarak kayda geçmiştir.
Dünya Ticaret Merkezi (DTM) kompleksi özelinde New York makamlarınca resmî olarak 2.749 sivil ölüm açıklanmıştır; bu rakam, kulelerdeki bina sakinleri yanında uçaklardaki yolcu ve mürettebat ile çevredeki sivilleri de kapsamaktadır. Aynı çalışmada, iki kulenin çarpışma anındaki tahmini toplam mevcudu 17.560 kişi olarak projekte edilmiş; bunların 15.410’u tahliye olmuş, kule içi “bina sakini” ölümleri 2.146–2.163 aralığında hesaplanmıştır. Bu fark, kule içi mevcuda dâhil edilmeyen uçak yolcuları/mürettebatı, ilk müdahale ekipleri ve çevredeki sivillerin DTM toplamına eklenmesinden kaynaklanmaktadır.

Kurtarma Çalışmaları Sırasında İtfaiyeciler (National Archives)
Tahliye dinamikleri, can kayıplarının seyrini belirlemiştir. NIST verilerine göre 08.46 itibarıyla WTC 1’de 8.900±750, WTC 2’de 8.540±920 kişi bulunmuştur. WTC 1’de 7.470 kişi (yaklaşık %84) kurtulmuş, 1.462–1.533 kişi hayatını kaybetmiştir. WTC 2’de ise 7.940 kişi (yaklaşık %93) kurtulmuş, 630–701 kişi ölmüştür. Her iki binada da çarpışma katlarının altında kalanların %99’undan fazlası tahliye edilebilmiştir. Çarpışmalar arası 16 dakikalık zaman aralığında WTC 2’de asansörlerin kontrollü kullanımı ve kendi kendine başlatılan tahliyeler yaklaşık 3.000 hayatın kurtulmasına katkı sağlamıştır.
Kritik eşiklerin üzerinde hayatta kalanlar sınırlı olmuştur. WTC 1’de 91. katın üzerindekiler için merdiven ve asansör yolları kopmuş, helikopterle tahliye mümkün olmamıştır. WTC 2’de ise çarpışmanın hemen öncesinde 78. kat ve üzerindekilerin yaklaşık %75’i 78. katın altına inmeyi başarmış; çarpışmadan sonra da 78. kat ve üzerinde bulunan en az 18 kişi, ağır hasarlı “A Merdiveni”ni kullanarak binadan inebilmiştir (bu 18 kişiden biri daha sonra yaralanmaları nedeniyle ölmüştür). Kuzey Kule’nin çöküşü sırasında “Merdiven B” içinde bulunan 12 itfaiyeci, bir PAPD memuru ve üç sivilden oluşan bir grup hayatta kalmıştır.
Pentagon’da American Airlines 77’nin çarpması sonucu binada 125 kişi yaşamını yitirmiş; ayrıca uçaktaki 64 kişi (hava korsanları dâhil) hayatını kaybetmiştir. Yaralanan 106 kişi hastanelere sevk edilmiştir. 11 Eylül genel bilançosunda Pentagon’da ölen 184 kişi, “uçaktakiler dâhil sivil/askerî personel” toplamını ifade etmektedir.
Pennsylvania/Shanksville’de düşen United Airlines 93’te 44 kişi bulunmuştur: 37 yolcu (4’ü hava korsanı) ve 7 mürettebat. Toplamda 40 sivil (yolcu ve mürettebat) yaşamını yitirmiştir.

Kurtarma Çalışmaları Sürerken Alanı İzleyen Sivil Halk (National Archives)
Genel olarak değerlendirildiğinde, DTM’de çarpışma katlarının altında kalanların neredeyse tamamı binadan çıkabilmiş; buna karşın çarpışma bölgeleri ve üzerindeki katlarda geçişlerin kopması ile yangın/ısı koşulları ölümlerin yoğunlaştığı alanları belirlemiştir. Çarpışmalar arası geçen süre, WTC 2’de on binlerce kişinin hareketlenmesine ve çıkışın hızlanmasına imkân vermiş; asansörlerin kısa süreli kullanımı ve kendi kendine başlatılan tahliyeler “kurtarılanlar”ın sayısını artırmıştır. Ancak Kuzey Kule’de 91. katın üzeri için yaşam koridoru açılmamış; Güney Kule’de ise 78. kat ve üstünde kalan az sayıdaki kişi, hasarlı tek merdiveni bularak aşağı inebilmiştir.
ABD Başkanının ve Devlet Kurumlarının İlk Açıklamaları
Saldırıların kısa süre içinde çok noktalı ve eşzamanlı bir eylem olduğu anlaşılınca, federal düzeyde kriz iletişimi merkezîleştirilmiş ve operasyonel kararlar eşgüdüm içinde devreye sokulmuştur. Beyaz Saray, gün boyunca yapılan ilk değerlendirmelerde olayın niteliğini terör saldırısı olarak tanımlamış; kamuoyuna resmî duyuruların takip edilmesi ve güvenlik birimlerinin yönlendirmelerine uyulması çağrısı yapmıştır.
Savunma ve iç güvenlik kurumlarının tepe yöneticileri, sivil havacılık ve adlî birimlerle sürekli temas hâlinde bilgi akışını sürdürmüş; başkanın gün içindeki programı da bu kriz yönetiminin gereklerine göre şekillenmiştir. İletişim hattı, New York, Pentagon ve Shanksville’deki sahadaki operasyonları destekleyecek biçimde tek sesli bir bilgilendirme çizgisine oturtulmuştur.

11 Eylül'de Kaybolanların İsminin Asıldığı Bir Posta Kutusu (Library of Congress)
Hava sahası yönetimi ilk saatlerin belirleyici başlığı hâline gelmiştir. FAA’nın Herndon’daki Komuta Merkezi 09.25’te ülke çapında kalkışların durdurulması talimatını uygulamaya koymuş; aynı zaman diliminde hava sahasının tamamen boşaltılmasına giden karar süreçleri yürütülmüştür. Günün ilerleyen saatlerinde sivil hava faaliyeti durdurulmuş, ulusal hava sahası yeni güvenlik gereklilikleri tesis edilene dek kapalı tutulmuştur.
Ulaştırma Bakanlığı, 13 Eylül 2001’de güvenlik tedbirlerini tamamlayan meydanlar için kademeli yeniden açma sürecini başlatmıştır. Bu dönemde NORAD ile sivil havacılık birimleri arasındaki etkileşim olağanüstü bir yük altında çalışmış; bazı savaş uçakları hazır bekleme konumuna geçirilmiş, kritik bölgeler üzerinde hava devriyeleri icra edilmiş, çoklu kaçırma senaryosunun yarattığı belirsizlikler sivil–asker muhaberesinde gecikme ve yanlış alarm risklerini artırmıştır.
Gün içinde yapılan resmî açıklamalar, soruşturmanın terör suçu kapsamında yürütüldüğünü ve olay yerlerinin delil bütünlüğü gözetilerek emniyete alındığını vurgulamıştır. Başkentte ve kilit federal tesislerde güvenlik seviyeleri yükseltilmiş; ülke genelindeki havalimanları ve ulaştırma düğümlerinde ek önlemler yürürlüğe konmuştur. Kamuoyuna yönelik bilgilendirmede sağlık hizmetleri, kan bağışı, gönüllü yönlendirmesi ve tedarik zinciri gibi pratik başlıklarda net ve güncel talimatlar paylaşılmış; yanlış bilginin yayılımını sınırlamak amacıyla düzenli brifingler yapılmıştır.
Akşam saatlerinde gerçekleştirilen ulusa seslenişte saldırıların kapsamı ve niteliği özetlenmiş, soruşturmanın seyri ve güvenlik öncelikleri kamuoyuyla paylaşılmıştır. Bunu izleyen günlerde yapılan konuşmalarda tehditle uzun süreli ve kararlı bir mücadele yürütüleceği, yalnızca fail örgüte değil, onu barındıran veya destekleyen yapılara karşı da adım atılacağı ifade edilmiştir.
Günün sonunda federal karar zinciri, hava sahasının hızla boşaltılması ve yeni güvenlik tedbirleri yürürlüğe girene dek kapalı tutulması, savunma–sivil havacılık–adli birimler arasında kesintisiz temasın sürdürülmesi ve başkan ile üst düzey yetkililerce net, tek sesli bir kamu bilgilendirme stratejisinin benimsenmesi ekseninde somutlaşmıştır. Bu çerçeve, müteakip günlerde siyasi ve hukukî adımlarla genişletilmiş; sahadaki operasyonlar, soruşturma ve kamu iletişimi birbirini tamamlayan bir kriz yönetimi düzeni hâline gelmiştir.
Sağlık Etkileri
WTC Öksürüğü ve Solunum Hastalıkları
New York’ta ilk haftalarda acil müdahalede görev yapan personelde en sık bildirilen belirti, yeni başlayan ve inatçı öksürük olmuştur; bu tablo daha sonra “WTC öksürüğü” olarak adlandırılmıştır. Sendrom, olay yerindeki maruziyet sonrası gelişen kalıcı öksürük ile buna eşlik eden ve en az 4 hafta işten uzak kalmayı gerektiren solunum yakınmalarıyla tanımlanmıştır. Erken dönemde bu tabloya obstrüktif havayolu hastalığı, havayolu aşırı duyarlılığı, görüntülemede hava hapsi ve bronş duvar kalınlaşması, ayrıca reflü, kronik rinosinüzit ve travma sonrası stres belirtileri eşlik etmiştir.
WTC öksürüğü gelişenlerin büyük bölümü, 11 Eylül sabahında toz bulutuna doğrudan maruz kalan ve ilk 48 saat içinde sahada bulunan yüksek maruziyet grubunda yer almıştır. Bu bulgular, FDNY’nin (New York İtfaiyesi) 11 Eylül öncesinden beri sürdürdüğü mesleki sağlık izlemi sayesinde hızla kayda geçebilmiş; yaklaşık 16.000 kurtarma/iyileştirme çalışanında düzenli anketler, laboratuvar tetkikleri, spirometri ve akciğer görüntülemeleriyle izlem başlatılmıştır. Bu çalışmalar, 11 Eylül sonrası ortaya çıkan durumların maruziyetle ilişkisini istatistiksel olarak daha sağlam biçimde göstermiştir.
Maruziyetin doz–yanıt ilişkisi solunum testlerine de yansımıştır. 11 Eylül’ü izleyen aylarda yapılan ölçümlerde, özellikle sabah saatlerinde olay yerine ulaşan yüksek maruziyet grubunda havayolu aşırı duyarlılığı belirginleşmiş; metakolin provokasyon testine göre bu grubun 6 ay sonra dahi havayolu hiperreaktivitesi gösterme olasılığı daha yüksektir ve bu durum 12 aya kadar sürmüştür. Daha da önemlisi, FDNY çalışanlarında 10–12 yıl sonra bile havayolu aşırı duyarlılığının kalıcı olabildiği gösterilmiştir. Bu süreğen hava yolu duyarlılığı, klinikte öksürük, göğüste sıkışma ve eforla nefes darlığı gibi semptomlarla birlikte seyretmiştir.

İkiz Kulelerin Çöküşünün Bir Fotoğrafta Yakandığı An (Library of Congress)
Akciğer işlev ölçümlerinde (spirometride FEV₁: bir saniyedeki zorlu ekspiratuvar hacim) 11 Eylül’ün ilk yılında anlamlı düşüşler kaydedilmiştir: hiç sigara içmemiş FDNY personelinde itfaiyeciler için ortalama −439 mL, acil sağlık (EMS) personeli için −267 mL. Takip eden 6–7 yılda belirgin bir toparlanma gözlenmemiş; 2001–2008 döneminde birikimli kayıp itfaiyecilerde ~592 mL, EMS çalışanlarında ~504 mL düzeyinde gerçekleşmiştir. 2002–2008 arasında yıllık kayıp hızı itfaiyecilerde ~26 mL/yıl, EMS’de ~40 mL/yıl düzeyinde seyretmiştir.
Bu tablo, klasik yangın–duman maruziyetlerinden sonra günler–haftalar içinde beklenen düzelmenin aksine, WTC tozuna yoğun maruziyette uzun süreli bir işlev kaybının kalabildiğini göstermiştir. Ayrıca izlem yılları içinde bazı çalışanlarda kısmi düzelme olurken, bir alt grupta hızlanmış FEV₁ düşüşü yıllar boyunca sürmüştür; bu durum, “WTC akciğer yaralanması (WTC-LI)” başlığı altında, FEV₁’in normal alt sınırın altına düşmesiyle tanımlanan bir fenotip olarak tarif edilmiştir.
Maruziyetin niteliği ve tozun bileşimi bu kalıcı etkinin temelini açıklamıştır. WTC tozu; yüksek alkaliniteye sahip, büyük parçacık fraksiyonu ağırlıklı ve inorganik bileşenler, metaller, asbest, hidrokarbonlar içeren bir karışım hâlindedir. Normal koşullarda üst solunum yollarında tutulması beklenen kaba partiküller, çok yoğun ve ani maruziyet ile artmış solunum eforu altında hem üst hem alt hava yollarına ilerlemiş, böylece üst hava yolu (rinosinüzit, ses kısıklığı) ile alt hava yolu (obstrüktif patern, hiperreaktivite) bulguları birlikte görülmüştür.
Kapsam açısından, 2011’de yürürlüğe giren James Zadroga 9/11 Sağlık ve Tazminat Yasası ile Dünya Ticaret Merkezi Sağlık Programı (WTCHP) kurulmuş; FDNY dışındaki kurtarma çalışmaları, mahalle sakinleri ve yerel çalışanları da kapsayacak şekilde sağlık izlemi ve tedavi tek çatı altında toplanmıştır. Bugün on binlerce kişi, WTC ile ilişkili sağlık tanıları nedeniyle bu program kapsamında izlenmekte ve tedavi görmektedir.
Kurtarma Çalışanları ve Gönüllülerde Görülen Mesleki Hastalıklar
Sahaya ilk ulaşan itfaiyeci ve sağlık ekipleri ile temizlik ve enkaz kaldırma çalışmalarına katılan geniş gönüllü grubunda, maruziyetle ilişkili sağlık sorunları belirgin bir kümelenme göstermiştir. FDNY’nin 11 Eylül öncesinden gelen mesleki sağlık izleme altyapısı sayesinde yaklaşık 16 bin kişilik bir kohortta düzenli muayene, laboratuvar, spirometri ve akciğer grafileri derhâl başlatılmış; böylece yeni tanıların 9/11 öncesi durumla karşılaştırılabilmesi mümkün olmuştur. 2011’de yürürlüğe giren Zadroga Yasası ile Dünya Ticaret Merkezi Sağlık Programı (WTCHP) kurulmuş; FDNY programına ek olarak FDNY dışı müdahale ekipleri, bölge sakinleri/çalışanları ile Pentagon ve Shanksville sahalarındaki personel de kapsam altına alınmıştır. Bugün on binlerce kişi 9/11 ilişkili tanılarla bu programda izlenmektedir.
Mesleki hastalıkların odağında solunum ve “aerodijestif” sistem yer almıştır: kronik rinosinüzit, gastroözofageal reflü (GERD), obstrüktif ve interstisyel akciğer hastalıkları ile uyku apnesi ilk yıllardan itibaren tanımlanmıştır. “WTC öksürüğü” olarak adlandırılan tablo, maruziyet sonrası gelişen kalıcı öksürüğe eşlik eden belirtiler nedeniyle en az dört hafta işten uzak kalmayı gerektiren bir sendrom olarak tarif edilmiştir; olguların neredeyse tamamı ilk 48 saat içinde alana ulaşmış, toz bulutuna doğrudan maruz kalmıştır. Bu sendrom, obstrüktif havayolu hastalığı, havayolu hiperreaktivitesi, BT’de hava hapsi/bronş duvar kalınlaşması, GERD, kronik rinosinüzit ve PTSD ile birlikte görülmüştür.
Havayolu hiperreaktivitesi ve FEV₁ kaybı, maruziyet–yanıt ilişkisini en net gösteren bulgular olmuştur. Olaydan hemen sonra yapılan testlerde obstrüksiyon ve hiperreaktivite saptanmış; özellikle o sabah sahada bulunanlarda metakolin provokasyon testine göre ilk altı ayda hiperreaktivite riski altı kattan fazla artmıştır. Bu durum 12 ayda da sürmüş, hatta 10–12 yıl sonra dahi bir alt grupta kalıcılaşmıştır. FEV₁’de ilk yıl itfaiyecilerde ortalama −439 mL, EMS personelinde −267 mL azalma kaydedilmiş; 9/11 öncesi normale rağmen izleyen yıllarda toparlanma sınırlı kalmış, “WTC akciğer yaralanması (WTC-LI)” olarak adlandırılan bir fenotip tanımlanmıştır.
Erken dönemde yayımlanan klinik çalışmalar, “WTC öksürüğü” olan itfaiyecilerin göğüs BT’sinde hava hapsi ve bronş duvar kalınlaşmasının öne çıktığını, fizyolojik olarak obstrüksiyonla uyumlu bulguların ağır bastığını göstermiştir. Aynı çalışmada sendromun, tüm işgücünde yaklaşık %3, çöküş anında sahada bulunanlarda yaklaşık %8 oranında görüldüğü; olguların çoğunda nefes darlığı, göğüs rahatsızlığı, GERD ve üst havayolu yakınmalarının eşlik ettiği bildirilmiştir.
Uyku bozuklukları da mesleki yelpazenin bir parçası hâline gelmiştir. FDNY’de 9/11’den sonraki ilk iki haftada maruz kalan 11.701 çalışanın %44’ü tarama ölçeğine göre obstrüktif uyku apnesi (OSA) açısından yüksek riskli bulunmuş; polisomnografi yapılan alt grupta katılımcıların %81’ine OSA tanısı konmuştur. Maruziyet düzeyi arttıkça ağır OSA olasılığı da artmış, en yüksek maruziyet grubunda şiddetli OSA için olasılık oranı 1,91 olarak hesaplanmıştır. OSA’nın GERD, kronik rinosinüzit ve PTSD gibi diğer WTC ilişkili sendromlarla birlikte görülebildiği belirtilmiştir.

İtfaiyeciler Yangına Müdahale Etmeye Çalışırken (Library of Congress)
İnflamatuvar ve sistemik hastalıklar cephesinde sarkoidoz sıklığında artış bildirilmiş; akciğer dışı tutulumda kardiyak ve kemik/eklem etkilenimleriyle “alışılmadık fenotipler” tanımlanmıştır. Bu bulgular, WTC’ye bağlı inflamasyonun yalnızca akciğerle sınırlı kalmadığını düşündürmüştür. Kanserler ve kardiyovasküler sonuçlar da uzun dönem izlemin parçası olmuştur. 20 yıla yaklaşan dönemde akciğer kanseri insidansının genel nüfusa göre başlangıçta daha düşük görünebilmesinin, daha düşük sigara içme oranları ve katı tümörlerin uzun latent dönemiyle ilişkili olabileceği değerlendirilmiştir.
Buna karşılık, 9/11 maruziyetli gruplarda akciğer kanseri taramasının klasik risk kurallarına göre yetersiz kalabildiği, model temelli tarama yaklaşımlarının ilave olguları yakalayabildiği gösterilmiştir. Kardiyovasküler hastalıklar açısından ise en yoğun maruziyeti olanlarda miyokard enfarktüsü, inme ve revaskülarizasyon gibi sonlanımların daha sık görüldüğü bildirilmiştir.
Psikiyatrik etkiler, mesleki hastalık spektrumunun ayrılmaz bir boyutu olmuştur. Kurtarma çalışanları ve gönüllülerde travma sonrası stres belirtileri, anksiyete ve depresyon tanımlanmış; bu durumların solunum sendromlarıyla birlikte seyredebileceği gösterilmiştir. Özellikle WTC öksürüğü tanısı alanlarda PTSD ile eşzamanlılık rapor edilmiştir. Bu tablo, maruziyetin hem fiziksel hem psikolojik katmanları olan bir mesleki risk profili yarattığını göstermiştir.
Maruziyetin özgün niteliği-yüksek alkaliniteye sahip, iri partikül fraksiyonu ağır basan tozun çok kısa sürede ve çok yoğun inhalasyonu-üst ve alt hava yollarını birlikte etkilemiştir. Sahadaki ağır efor, solunum talebini artırmış; normalde nazofarenkste tutulması beklenen parçacıkların distal hava yollarına kadar ilerlemesi kolaylaşmıştır. Bu fiziksel–kimyasal gerçeklik, sahada çalışanların neden “çoklu sendromlarla” baş başa kaldığını açıklayan temel bir çerçeve sunmuştur.
Çocuklar, Hamileler ve Bölge Halkı Üzerindeki Etkiler
Alt Manhattan’da saldırı sonrasında ortaya çıkan toz–duman karışımı konutlara, okullara ve kapalı alanlara da girmiş; rüzgâr yönü ve mesafeye bağlı bir yoğunluk eğilimi göstermiştir. Erken günlerde kısa süreli “tepe” değerleri gece saatlerinde dahi görülebilmiştir. Bu ortam, özellikle çocuklar, yaşlılar, solunum ya da kalp hastalığı olanlar ve hamileler için duyarlılığı artırmıştır. Bölgedeki iç ortamlarda yeniden havalanan (resüspansiyon) tozun toplam maruziyete katkısı olduğu değerlendirilmiştir. Aynı dönemde enkaz kaldırma araçlarının yoğun dizel egzozu da kirletici yükünü artırmış; sahadaki yangınlar 20 Aralık 2001’e kadar sürmüştür.
Bölge sakinlerinde yapılan karşılaştırmalı saha araştırmalarında, Dünya Ticaret Merkezi’ne 1,6 km yarıçap içinde yaşayan 2.166 kişi, daha uzakta yaşayan bir karşılaştırma grubuyla değerlendirilmiştir. Önceden sağlıklı olan yakın çevre sakinlerinde öksürük, hışıltı ve nefes darlığı gibi yeni başlayan solunum yakınmaları daha sık görülmüştür. Bu yakınmalar, çalışmada spirometri yapılan küçük bir alt grupta akciğer fonksiyon testlerine yansımamış; başka bir deyişle semptom–test bulgusu ayrışması gözlenmiştir. Önceden astımı olan bölgede yaşayanların ise semptomları artmış ve ilaç kullanımları yükselmiştir. Bu desen, maruziyetin uzaklık ve zamanla azaldığını gösteren genel çevresel ölçümlerle uyumlu bulunmuştur.
Çocuk nüfusu açısından, saldırılar sırasında kulelere 1 km içinde yaklaşık 3.000 çocuğun ikamet ettiği ve bölgede 5.500 öğrencinin okula devam ettiği kayda geçmiştir. Okullar ve konutlar gibi iç mekânlarda kirleticilerin bulunması, çocukların akciğer ve üst hava yollarını etkileyebilecek bir maruziyet kalıbı yaratmıştır. Tıbbi ve psikososyal izlem tarafında, New York’taki çocuklarda travma sonrası stres tepkileri rapor edilmiş; Manhattan’daki çocuklara yönelik psikolojik danışmanlık hizmetlerinin belirleyicileri ayrıca incelenmiştir. Bu çalışmalar, fiziksel sağlık kadar ruh sağlığının da izleme alınması gerektiğini göstermiştir.
Hamileler özelinde, iki tamamlayıcı ileriye dönük kohort çalışması yürütülmüştür. Mount Sinai ekibinin kohortunda (n=187) 11 Eylül günü kulelerin içinde bulunan veya 10 blok içinde yer alan gebeler izlenmiş; aynı dönemde hastanede doğum yapan, maruziyeti olmayan 2.367 kadın karşılaştırma grubu olarak alınmıştır. Ortalama gebelik süresi ve ortalama doğum ağırlığında anlamlı fark saptanmamış; erken doğum ve düşük doğum ağırlığı sıklıkları da gruplar arasında farklılaşmamıştır.
Bununla birlikte, “gebelik yaşına göre küçük” (SGA; İUGG göstergesi) bebek sıklığı maruz kalanlarda iki kat yüksek bulunmuştur (yaklaşık %8,2’ye karşı %3,8). SGA artışı, anne yaşı, parite, etnik köken, bebeğin cinsiyeti ve sigara öyküsü gibi etkenler denetlendiğinde dahi sürmüştür. Columbia Üniversitesi örnekleminde doğum ağırlığı, boy, baş çevresi ve Apgar puanları benzer çıkmış; ancak maruz kalanlarda gebelik süresi ortalamada yaklaşık 1,6 gün daha kısa bulunmuştur. SGA artışında en olası biyolojik etkenler arasında annelerin ince partikül madde (PM) ve polisiklik aromatik hidrokarbonlara (PAH) maruziyeti belirtilmiştir; bildirilen stres düzeyleri ile SGA arasında ilişki saptanmamıştır.

11 Eylül Sonrasından Bir Afiş (Library of Congress)
Bu anne–bebek kohortlarının izleminde, bebeklerin büyüme göstergeleri ve erken bilişsel gelişimleri standardize değerlendirmelerle (örneğin Fagan ve Bayley ölçekleri) takip edilmiştir. İlk yılın sonunda anneler telefonda yeniden görüşülmüş; beslenme, emzirme, hastane yatışları ve çevresel faktörlerdeki değişimler kaydedilmiştir. Dokuzuncu ayda 159 bebekte bilişsel değerlendirmeler tamamlanmış; bir yaşında Bayley testleri uygulanmıştır. Takiplerin en az üç yaşına kadar sürdürülmesi planlanmıştır. Bu yönüyle, gebelikteki maruziyetin yalnızca doğum anına değil, erken çocukluk dönemine uzanan etkileri izlenir hâle gelmiştir.
Genel çerçevede, bölge halkındaki sağlık etkileri “maruziyetin şiddeti–uzaklık–zaman” ekseninde bir gradyan sergilemiştir. Topluluk maruziyetleri ilk müdahale çalışanlarına kıyasla daha düşük düzeyde gerçekleşmiş olmakla birlikte, yakın çevrede yeni başlayan solunum yakınmaları artmıştır; önceden solunum hastalığı bulunan hassas bireylerde başvurular ve ilaç kullanımı yükselmiştir. Hamilelerde SGA riskindeki artışın saptanması, hamile–fetüs ikilisinin çevresel kirleticilere duyarlılığını teyit etmiştir. Bu nedenle yerleşik toplulukların sağlık izlemi, kapalı alan temizliği ve risk iletişimi uzun vadede kurumsal programlara bağlanmış; on binlerce kişi Dünya Ticaret Merkezi Sağlık Programı kapsamına alınmıştır.
Çevresel Sonuçlar
Kulelerin yıkımı, alt Manhattan’da özgün bir kirletici karışımı ortaya çıkarmıştır. Yerleşen tozun inorganik bölümünde metaller, iyonik türler, radyonüklidler ve asbest; organik bölümünde ise PAH’lar, PCB’ler, dioksin ve furanlar, pestisit kalıntıları, ftalat esterleri, bromlu difenil eterler ve çeşitli hidrokarbonlar saptanmıştır. Numunelerin tamamı belirgin biçimde alkalidir; pH 9,0–11,0 aralığında ölçülmüştür. Kütlece asbest oranı %0,8–3,0, kurşun 101–625 ppm aralığında rapor edilmiştir. Morfolojik olarak lifsi yapı (mineral yünü, cam lifi, asbest, ahşap–kâğıt–pamuk lifleri) ve iri çimento parçacıkları baskın çıkmıştır.
Boyut dağılımı “kaba fraksiyon” lehinedir: kütlenin >%95’i aerodinamik çapı 10 µm’den büyük parçacıklardan oluşmuş; PM2,5 fraksiyonu toplam kütlenin yalnızca %0,88–1,98’ini oluşturmuştur. Parçacık küçüldükçe alkalinite azalmış, en küçük fraksiyon daha nötr karaktere yaklaşmıştır. Element dağılımında klor daha çok PM2,5’te (yüksek sıcaklıkta plastik yanmasına işaret eder biçimde), Sb/Al/Ti/Mg ise PM10–53 aralığında; Fe/Zn/Ca ise PM2,5–10 ve PM10–53 fraksiyonlarında yoğunlaşmıştır. Bu tablo, yapı malzemesi kökenli iri partiküller ile yanma kaynaklı ince fraksiyonların birlikte etkisini göstermiştir.
Zaman içinde çevresel desen, birkaç evre hâlinde izlenmiştir. İlk günlerde PM2,5 düzeyleri kentsel arka planın çok üstüne çıkmış; rüzgârın durgun ve sıcaklık terselmesi koşullarında gece saatlerinde tepe yapmış, yağışlı günlerde azalmıştır. Yangınların sönmesine paralel olarak Ekim ortasında arka plan değerlerine yaklaşılmış; buna karşılık yıkım ve enkaz kaldırma çalışmaları Aralık ayına kadar havada kaba toz varlığını sürdürmüştür. Sahaya çok sayıda vinç, kamyon ve ağır ekipmanın girmesiyle dizel egzozu ek bir kirletici kaynağı hâline gelmiş; kesif duman–toz karışımı 20 Aralık 2001’de yangınların tamamen sönmesine dek etkisini sürdürmüştür.
Dioksinler ve benzeri klorlu bileşikler, WTC’deki PVC kullanımı nedeniyle olağandışı düzeylere çıkmıştır. 23 Eylül–Kasım sonu arasında Ground Zero yakınındaki ölçümlerde 10–>150 pg TEQ/m³, birkaç blok ötede 1–10 pg TEQ/m³ aralığı rapor edilmiştir; Aralık 2001 itibarıyla kentsel arka plan düzeylerine gerileme gözlenmiştir. İlk risk değerlendirmeleri, bu artışların kanser ve kanser dışı riskte belirgin bir yükselişle sonuçlanmadığını öngörmüş; bununla birlikte uzun dönem izlemin gerekliliği vurgulanmıştır.

Saldırı Sonrası Şehirden Yükselen Dumanlar (NASA)
Asbest kamusal endişenin odağında yer almıştır. Kuzey Kule’de 40. kata kadar yangın yalıtımı olarak kristolit (chrysotile) kullanılmış, 11 Eylül’de yüzlerce ton asbest açığa çıkmıştır. >10.000 ortam hava örneğinin TEM/PCM ile incelendiği taramalarda, erken günlerde bazı ölçümlerde TEM temiz kabul eşiği (70 lif/mm²) aşılmış; sonraki günlerde değerler EPA standartları içine düşmüştür. OSHA’nın 8 saatlik TWA standardını aşan işçi maruziyeti saptanmamış, ancak enkazda kısa süreli tepe maruziyetlerinin yaşanmış olabileceği belirtilmiştir. Yerleşen tozda %0,8–3,0 aralığında asbest saptanmış; yakın dairelerin iç tozunda zaman zaman dış ortama göre daha yüksek değerler bulunmuştur. Bu durum, iç mekân temizliği geciken konutlarda kümülatif maruziyetin önemli bir bileşeni olabileceğini düşündürmüştür.
Metaller yönünden kurşun ve klor gibi iz elementler, yıkıma yakın istasyonlarda Ekim ortasına kadar aralıklı yükselmeler göstermiş; buna karşılık kalsiyum özellikle Ekim–Kasım döneminde öne çıkmıştır. Havadaki kurşun düzeyleri, ilk günlerde yükselmiş olmakla birlikte kalıcı yüksek risk oluşturacak seviyelere ulaşmamıştır. Yerleşen tozda ise kurşun içeriği 101–625 ppm aralığında kayda geçmiştir.
Alt Manhattan’daki yaşam alanlarına etkiler çok katmanlı seyretmiştir. Toz–duman karışımı konutlara ve okullara girmiş; özellikle resüspansiyon yoluyla yerleşen tozun yeniden havalanması, kapalı alan maruziyetini uzatmıştır. Daire içi tozda zaman zaman dış ortama göre daha yüksek asbest derişimleri saptanmıştır. Kısa ve orta mesafelerde oturan “yakın çevre” sakinlerinde öksürük, hışıltı, nefes darlığı gibi yeni başlayan solunum yakınmaları artmış; buna karşın taranan küçük alt gruplarda spirometri anormalliği saptanmamıştır. Önceden astımı olan sakinlerde semptomlar ve ilaç kullanımı artmıştır. Dış ortamda EPA’nın temizlik çalışmaları ve yağış, yükü kademeli olarak azaltmış; ancak sahadaki dizel egzozu ve yıkım çalışmaları, Aralık 2001’e dek hava kalitesini dönemsel olarak olumsuz etkilemiştir.
Uzun vadeli izlem kurumsal bir çerçeveye bağlanmıştır. NIEHS destekli çok kurumlu çalışma ağı, ortam havası ölçümü, iç/dış yerleşen toz analizleri, yüksek irtifa görüntüleme–modelleme, deneysel inhalasyon çalışmaları ve topluluk/işgücü kohortları üzerinden kapsamlı bir izleme programı yürütmüştür. Bulgular, yük–zaman–mesafe gradyanını netleştirmiş; “yüksek alkalinite-kaba fraksiyon-yanma kaynaklı ince fraksiyon” üçlüsünün sağlık etkileriyle ilişkisini güçlendirmiştir.
Toparlamak gerekirse, saldırı sonrası çevresel tablo yüksek alkali, iri taneli ve yapı malzemesi ağırlıklı bir tozun; yanma kaynaklı ince parçacık ve organik kirleticilerle birlikte zaman içinde azalan bir karışım olarak seyretmiştir. Hızlı düşüşe karşın, iç mekân birikimi ve resüspansiyon bazı konut ve işyerlerinde maruziyeti uzatmıştır.
Failler ve Planlama Süreci
Saldırıların failleri, hiyerarşik bir yapı içinde hareket eden El-Kaide mensupları olmuştur. Örgütün lideri Usame bin Ladin, saldırı kararını vermiş ve siyasi–stratejik çerçeveyi çizmiştir. Operasyonun tasarım ve yürütme katında Khalid Şeyh Muhammed (KŞM) planlamanın başını çekmiş, daha önce sivil havacılığı hedef alan projeler üzerinde çalışmış olması nedeniyle “uçakların silah olarak kullanılması” fikrini sistematik bir operasyon planına dönüştürmüştür.
Örgütün askerî kanadında etkili isimlerden Muhammed Atıf (Ebu Hafs el-Mısrî) güvenlik ve operasyonel hazırlıklara nezaret etmiş; Avrupa ve Körfez hattındaki para ve ikmal akışları için Mustafa el-Havsavî ve Ali Abdülaziz Ali (Ammar el-Belûşî) gibi isimler finansal–lojistik kanalları yönetmiştir. Hamburg’daki hücre ile Afganistan’daki çekirdek arasında Ramzi bin el-Şibh irtibat noktası olarak görev yapmış, vize reddi nedeniyle pilot ekibine katılamamış olsa da para transferleri, seyahat ve haberleşmenin koordine edilmesinde kilit rol üstlenmiştir. 2000’in başındaki Kuala Lumpur toplantısı ve Afganistan kamplarındaki görüşmeler, kadronun ve görev paylaşımının olgunlaşmasında dönüm noktaları olmuştur.
Faillerin icracı kadrosu 19 kişiden oluşmuştur: Dördü pilot–kaçıran, on beşi “güç unsuru” olarak adlandırılan destekleyicilerdir. Pilot ekibi, Muhammed Atta (AA 11, Mısır), Mervan el-Şehhî (UA 175, BAE kökenli), Hani Hancur (AA 77, Suudi Arabistan) ve Ziyad Cerrâhtan (UA 93, Lübnan) oluşmuştur. Bu dört isim, 1999–2000 döneminde Afganistan’da kamplara katılmış, planın kapsamı ve hedefleri konusunda üst yönetimle doğrudan görüşmüş ve Amerika Birleşik Devletleri’nde sivil havacılık eğitimi almak üzere görevlendirilmiştir.
Atta, el-Şehhî ve Cerrâh, Almanya’daki Hamburg hücresinde tanışmış ve süreçlerini birlikte geçirmiştir; Hani Hancur ise daha önce ABD’de uçuş eğitimine başlamış profiliyle plana eklemlenmiştir. “Güç unsuru” ekibi ağırlıkla Suudi Arabistan vatandaşlarından seçilmiş, 2001’in ilkbahar–yaz aylarında dalgalar hâlinde ABD’ye giriş yapmış, yakın dövüş ve kabin kontrolü için temel talimlerden geçirilmiş, hedef uçuşlara yerleştirilmeden önce kısa süreli iç seyahatlerle sahaya alıştırılmıştır.
Planlamanın finansmanı ve ikmali düşük görünürlükle yürütülmüştür. Afganistan–Pakistan hattından Körfez’e uzanan kanallar üzerinden toplam birkaç yüz bin dolar seviyesinde kaynak harekete geçirilmiş; paralar çoğunlukla Birleşik Arap Emirlikleri üzerinden banka havaleleri, seyahat çekleri ve nakit taşıma yöntemleriyle ABD’de açılan öğrenci/kişisel hesaplara aktarılmıştır.
Otel, araç, uçuş okulu ve bilet masrafları bu hesaplardan karşılanmıştır. Artan bakiyeler eylül başında yeniden Körfez hattına iade edilmiştir. Bu finansal akış, sınırlı kişi ve işlem sayısıyla yürütülmüş; para hareketleri, küçük tutarlı ve farklı şehirlerdeki bankacılık işlemleriyle dikkat çekmeyecek şekilde dağıtılmıştır. Haberleşmede internet kafeler, ön ödemeli telefon kartları ve kısa yüz yüze buluşmalar tercih edilmiş; yazışmalarda takvim ve “gündelik” kod sözcükleri kullanılmıştır.
Uçuş eğitimi ve operatif hazırlık birbirini takip eden iki ayak hâlinde ilerlemiştir. Pilot ekibi Florida başta olmak üzere çeşitli uçuş okullarına kayıt yaptırmış, tek motor piston uçaklardan çift motor ve simülatör eğitimlerine geçmiş, 2001’de büyük gövdeli yolcu uçaklarının kokpit düzeni ve seyir–otomatik pilot mantığı üzerinde yoğunlaşmıştır. Hani Hancur, 1990’ların ikinci yarısından itibaren Arizona’da sivil uçuş okullarına devam etmiş, plan döneminde 757/767 kokpit yerleşimi ve uçuş yönetim sistemlerine aşinalığını tazelemiştir.
“Güç unsuru” ekibi ise birkaç günlük yakın dövüş talimleri, bıçak ve kesici alet kullanımına dair talimatlar, kabin içinde yolcu–mürettebatı hızla kontrol altına alma ve kokpit kapısını baskı altına alma teknikleri üzerine yönlendirilmiştir. Koltuk seçimleri, ilk sıralar ve kokpite yakın bölgeleri öncelikle hedefleyecek şekilde yapılmış; gruplar beşli dörtlü takımlar hâlinde aynı uçuşlara dağıtılmıştır.

11 Eylül Anısına Pentagon'a Asılan Bayrak (Pentagon)
Vize ve seyahat örgüsü planın kırılgan halkalarından biri olmuştur. Kadronun önemli bölümü B-1/B-2 statüsünde turist/iş vizesiyle ABD’ye giriş yapmış; giriş–çıkışlar çoğu kez BAE üzerinden gerçekleştirilmiştir. Pilot ekibinin ABD’ye yerleşmesi 2000'lerin ortasında tamamlanmış; “güç unsuru”nun büyük kısmı 2001’in Mart–Ağustos döneminde gelmiştir. Ülke içinde Florida, New Jersey, Virginia ve Arizona arasında adres ve banka hesapları üzerinden bir “gündelik hayat” görünümü sürdürülmüş; kiralık araçlar, kısa otel konaklamaları ve uçuş denemeleri ile son hazırlıklar yapılmıştır. Atta ve el-Şehhî, Florida’daki uçuş okullarında vardiya vardiya simülatör ve yer dersi görmüş; Cerrâh ek uçuş saatleri ile “seyrüsefer–radyo” pratiğini pekiştirmiş; Hancur, büyük gövde sistematiğine yoğunlaşmıştır.
Hedef ve görev paylaşımı en geç 2001 yazında netleşmiştir. New York’taki iki hedef, uçuş menzil–yakıt ve görsel referans kolaylığı nedeniyle 767 tipi uçaklarla uçurulacak hatlardan seçilmiştir. Washington hedefi için 757 uçaklarının kabin yerleşimi ve rota takvimi avantaj sayılmış; dördüncü uçağın görevi ise başkentte ikinci bir sembolik hedefe yönelmek olarak belirlenmiştir.
Koltuk planları, kalkış sonrası kısa sürede kokpit önünde toplanmayı, iki–üç kişinin kabin gerisini kontrol altına almasını ve bir kişinin kalabalığı denetlemeye ayrılmasını öngörmüştür. Kesici aletler ve spreyler, o dönemin güvenlik taramalarındaki açıklardan yararlanarak kabine sokulabilmiştir. Son hafta içinde ülke içi kısa uçuşlarla “son prova” niteliğinde seyahatler yapılmış; 10–11 Eylül gecesi takımlar kendi bulundukları şehirlerde ayrı ayrı konaklamıştır.
Kimlik bileşimi ağırlıkla Körfez kökenlidir. On dokuz failin on beşi Suudi Arabistan vatandaşıdır; iki kişi Birleşik Arap Emirlikleri’nden, biri Mısır’dan, biri Lübnan’dandır. Pilot ekibi eğitimli ve görece uzun süreli dış temas tecrübesine sahip profillerden seçilmiş; “güç unsuru” ise kısa süreli eğitimle kabinde şiddet ve kontrol görevini üstlenecek kişilerden oluşturulmuştur.
Hamburg hücresinin üç üyesi (Atta, el-Şehhî, Cerrâh) Avrupa üniversite ve çalışma çevrelerinde radikalleşmiş; Afganistan’daki kamplarda örgüt üst yönetimiyle doğrudan temas kurmuş ve “uçaklar planı”na dahil edilmiştir. San Diego ve Virginia hattında erken geliş yapan Nevvaf el-Hazmî ve Halid el-Mıhdar gibi isimler, yerleşme ve sürücü belgesi edinme gibi gündelik işlerle planın ön aşamasını yürütmüş; daha sonra Washington hattındaki ekibe katılmıştır.
Gizlilik saldırı gününe kadar korunmuştur. Biletlemeler çoğunlukla Ağustos sonu–Eylül başında tamamlanmış; aynı gün içinde birden çok uçağa binme kuralı benimsenmemiş, her takım kendi hedef hattına odaklanmıştır. Uçuş öncesi sabah saatlerinde havaalanlarına ayrı araçlarla gidilmiş, güvenlik kontrol noktaları tek tek geçmiş, kapılara erken varılmış ve kalkışa yakın dakikalarda kokpite yakın sıralara toplanılmıştır. Kalkıştan kısa süre sonra kokpite zorla giriş uygulamaya konmuş; kabin içi direncin kırılması için tehdide dayalı yöntemler ve kesici aletler kullanılmış; pilotlar etkisiz hâle getirildikten sonra uçaklar kaçıran pilotlar tarafından hedeflere yönlendirilmiştir.
Saldırıların örgütsel izleri sonraki yıllarda açığa çıkarılan tanıklıklar, belge ve para hareketleri ile teyit edilmiştir. Afganistan’da üst yönetimle yapılan görüşmeler, para transferlerinin Körfez üzerinden dağıtılması, Hamburg–Karaçi–Dubai–ABD hattındaki seyahat döngüleri, uçuş okullarına kayıt ve simülatör seansları, otel–araç–telefon kayıtları ve elektronik yazışmalar bir bütünlük sergilemiştir.
Faillerin önemli bir kısmı eylem günü hayatını kaybetmiş; üst düzey planlayıcılar arasından KŞM 2003’te yakalanmış, Ramzi bin el-Şibh ve Mustafa el-Havsavî gibi isimler gözaltına alınmış, Usame bin Ladin 2011’de etkisiz hâle getirilmiştir. Böylece faillerin örgütsel hiyerarşisi, icracı kadro–planlayıcı çekirdek–finans–lojistik hatlarıyla birlikte, hem sahadaki deliller hem de takip eden soruşturma süreçleriyle somutlaşmıştır.
ABD’nin Tepkisi ve Güvenlik Politikaları
Saldırıların hemen ardından ABD yönetimi, tehdidi yalnızca belirli örgütlerle sınırlı görmeyen ve “teröre karşı savaş” çerçevesine oturtan geniş kapsamlı bir stratejik söylem benimsemiştir. Bu yaklaşım, 2002 tarihli Ulusal Güvenlik Stratejisi ve onu takip eden belgelerle birlikte “önleyici müdahale” ilkesini öne çıkarmış; Soğuk Savaş dönemi caydırıcılık/dizginleme doktrinlerinin yeni tehdit tipleri karşısında yetersiz kaldığı varsayımından hareketle, terör örgütleriyle bağlantılı görülen devletlere karşı proaktif eylem meşrulaştırılmıştır. Yine bu dönemde NATO Konseyi, Washington Antlaşması’nın 5. maddesini işletme kararı almış; ittifak desteği çerçevesinde “Operation Eagle Assist” gibi uygulamalar hayata geçirilmiştir. Böylelikle ABD’nin tepkisi, iç güvenlikten dış politikaya ve ittifak mekanizmalarına uzanan çok katmanlı bir çerçeveye oturmuştur.
İç güvenlik alanında en görünür dönüşüm, 2002’de İç Güvenlik Bakanlığı’nın (DHS) kurulması ve ulaştırma güvenliğinin yeniden teşkilatlanması olmuştur. 2001 Kasım’ında kabul edilen Havacılık ve Ulaştırma Güvenliği Yasası ile Ulaştırma Güvenliği İdaresi (TSA) tesis edilmiş, bunu 2002’de Deniz Ulaştırma Güvenliği ve İç Güvenlik yasaları izlemiştir. 9/11 Komisyonu raporu, bu hızlı genişlemenin ardından kaynakların risk esaslı tahsisi, sektörler arası bütünleşik planlama ve teknoloji yatırımlarının (örneğin konteyner taraması) uzun vadeli bir stratejiye bağlanması gerektiğini vurgulamıştır. Bu bağlamda DHS’nin kritik altyapıların korunması, sınır güvenliği ve acil durum hazırlığı gibi dağınık görevleri bütünleştiren bir “önceliklendirme ve hesap verebilirlik” rejimi kurması beklenmiştir.

İkiz Kuleler Saldırısını Kayıda Alan Kıyı Emniyeti (United States Coast Guard)
Yasal çerçevede, Kongre’nin saldırı sonrası ilk tepkisi USA PATRIOT Act olmuştur. Komisyon, bu yasanın bazı tartışmalı hükümlerinin “güneş batışı” (sunset) sürelerine bağlandığını, diğer pek çok hükmün ise dijital çağın gözetim koşullarına uyum sağlayan ve kurumlar arası bilgi paylaşımını kolaylaştıran güncellemeler içerdiğini not etmiştir. Aynı rapor, güvenlik–özgürlük dengesinin korunması için yürütmenin olağanüstü yetkilerini sürdürme gerekçesini somut güvenlik faydası ve uygun denetimle temellendirmesi gerektiğini; ayrıca uygulamaları izlemek üzere yürütme içinde özgül bir gözetim kurulunun rolünü önermiştir. Sınır güvenliği ve kimliklendirme tarafında ise biyometrik veri ve sahteciliğe dayanıklı belge standartlarıyla giriş–çıkış sistemlerinin güçlendirilmesi yönünde düzenlemeler, Patriot Act ve müteakip yasalarla kurumsallaşmıştır.
İstihbarat yapılanmasında 2004 tarihli İstihbarat Reformu ve Terörizmi Önleme Yasası kritik bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Bu yasayla, 15 birimi ortak bir çatı altında koordine edecek Ulusal İstihbarat Direktörlüğü (DNI) ve ulusal ölçekte terörizmle ilgili istihbaratın toplanacağı, analiz ve stratejik/operasyonel planlamanın yapılacağı Ulusal Terörle Mücadele Merkezi (NCTC) kurulmuştur. Yine bu kapsamda, alınan önlemlerin sivil özgürlükler üzerindeki etkisini izlemek üzere Gizlilik ve Sivil Özgürlükler Gözetim Kurulu öngörülmüştür. Söz konusu reformlar, istihbarat–adli kolluk–iç güvenlik kurumları arasında bilgi paylaşımını, bütçe ve personel aktarımını ve dış istihbarat servisleriyle işbirliğini merkezi bir planlama eksenine yerleştirmiştir.
Savunma sahasında, 9/11 öncesinde dış kaynaklı hava tehditlerine odaklanmış olan NORAD doktrin ve görevi yeniden tanımlanmış; kıta içi savunmadan sorumlu Kuzey Komutanlığı (USNORTHCOM) ihdas edilmiştir. 9/11 Komisyonu, bu dönüşümün düzenli olarak gözden geçirilmesini, tehdit senaryolarına göre planların yeterliliğinin ve hazırlık düzeyinin denetlenmesini önermiştir. Bu askeri düzenlemeler, DHS ve TSA’nın ulaştırma–kritik altyapı eksenindeki sivil güvenlik tedbirleriyle paralel ilerlemiştir.
Uygulamanın sahaya yansıması, FBI’ın ulusal güvenlik odaklı dönüşümü ve kurumlar arası eşgüdüm mekanizmalarının güçlendirilmesiyle belirginleşmiştir. Ortak Terörle Mücadele Timleri (JTTF) eğitim ve standartlarını genişletmiş; FBI–DHS ilişkisi başta istihbarat paylaşımı ve yerel kollukla koordinasyon olmak üzere “alan düzeyinde” kurumsallaşmıştır. NCTC’nin stratejik–operasyonel planlama fonksiyonu, DHS’nin istihbarat/ofisleri ve FBI’ın ulusal güvenlik yapılanmasıyla entegrasyon içinde kalıcı bir iş akışı oluşturmuştur.
Sınır güvenliği ve kimlik politikalarında, sürücü belgesi ve nüfus kayıtları gibi temel kimlik kaynaklarına federal standartlar getirilmesi ve biyometrik giriş–çıkış sistemlerinin yaygınlaştırılması savunulmuştur. 9/11 Komisyonu, saldırganların sahte/eksik belgelerle farklı süreçleri aşabildiğine işaret etmiş; risk temelli, katmanlı bir güvenlik mimarisinin (hava–deniz–kara modlarında) geliştirilmesini, yüksek riskli taşıyıcı/tesislerin izlenmesini ve tehdit bilgisinin zamanında paylaşımını önceliklendirmiştir. TSA’nın “çok katmanlı güvenlik sistemi” yaklaşımı bu çerçevede şekillenmiştir.

Dünya Ticaret Merkezi'nden Yükselen Dumanlar (United States Coast Guard)
Dış operasyonlar ve gözaltı–sorgulama uygulamaları, küresel düzeyde en tartışmalı başlıklardan biri hâline gelmiştir. Guantanamo üssündeki süresiz gözaltılar ve olağanüstü nakil (extraordinary rendition) programı, gizli gözaltı merkezleri ve CIA “kara siteleri” iddialarıyla birlikte yoğun biçimde eleştirilmiştir; dönemin yönetimi, belirli gizli tesislerin varlığını kabul etmiş, yöntemlere ilişkin uluslararası hukuk ve insan hakları tartışmaları büyümüştür. Sonraki yıllarda sorgulama mimarisinin yeniden çerçevelenmesi, üst düzey sorgulamalar için bir Yüksek Değerli Gözaltı Sorgulama Grubu (HIG) oluşturulması ve yürütme tasarruflarıyla bazı uygulamaların sınırlandırılması gibi adımlar atılmıştır.
Bütün bu süreç, ABD’de güvenlik aygıtının ölçek ve yetkilerinin hızla büyüdüğü; buna paralel olarak hesap verebilirlik, özgürlüklerin korunması ve hukuki denetim başlıklarının gündemin merkezine yerleştiği bir dönemi başlatmıştır. 9/11 Komisyonu, güvenlik–özgürlük dengesinin “sıfır toplamlı” bir ilişki olarak görülmemesi gerektiğini; etkili güvenliğin özgürlükleri, özgürlüklerin de güvenliği desteklediğini vurgulamıştır. ABD’nin tepkisi, içerde kurumsal yeniden yapılanma, yasa ve düzenlemeler; dışarıda ise ittifaklar, askerî doktrin ve operasyonlar; uygulamada ise istihbarat–kolluk–ulaştırma–sınır güvenliğinin entegrasyonu üzerinden çok boyutlu bir politika seti olarak şekillenmiştir.
Afganistan ve Irak Müdahaleleri
11 Eylül sonrası ABD’nin dış politika çerçevesi, “teröre karşı savaş” söylemi ve önleyici/önalıcı müdahaleyi meşrulaştıran Bush Doktrini etrafında şekillenmiştir. Doktrin, kitle imha silahlarıyla bağlantılı tehditleri ve bu tehditlere “yataklık eden” devletleri hedef alan bir stratejik yaklaşımı benimsemiş, Birleşmiş Milletler düzenindeki klasik meşru müdafaa anlayışının sınırlarını zorlamıştır.
29 Ocak 2002’deki konuşmada “şer ekseni” nitelemesi ile Irak, İran ve Kuzey Kore ayrı bir tehdit kategorisi olarak ilan edilmiş; bu çerçeve, Irak’a uzanacak müdahalenin gerekçelendirilmesinde belirleyici olmuştur. Bu yaklaşımın, potansiyel tehditlere karşı kuvvet kullanımını öngördüğü ve uluslararası hukuk planında güçlü tartışmalar doğurduğu belirtilmiştir.
Afganistan bağlamında Güvenlik Konseyi’nin 1368 ve 1373 sayılı kararları, 11 Eylül’ü uluslararası barış ve güvenliğe tehdit olarak nitelemiş ve BM Antlaşması’nın 51. maddesindeki bireysel/kolektif meşru müdafaa hakkına atıf yapmıştır. Bununla birlikte, bu kararlar Afganistan’a kuvvet kullanımına açık bir yetki vermemiştir. 12 Kasım 2001 tarihli 1377 sayılı karar terörizmi yüzyılın başlıca tehdidi olarak tanımlamış; 14 Kasım 2001 tarihli 1378 sayılı karar ise Taliban’ın El Kaide’ye güvenli sığınak sağladığını iddia ederek açık biçimde kınamıştır.
ABD, 7 Ekim 2001’de başlattığı Kalıcı Özgürlük Harekâtı’nı meşru müdafaa gerekçesine dayandırmış ve aynı gün Konsey’i yazılı olarak bilgilendirmiştir. Müdahalenin hukuki niteliği, devlet dışı bir aktöre (El Kaide) karşı meşru müdafaanın kapsamı ve Taliban yönetiminin “dolaylı sorumluluğu” üzerinden akademik düzeyde tartışılmıştır.
NATO, 12 Eylül’de 5. maddeyi uygulamaya elverişli olduğunu duyurmuş, ABD’nin sunduğu kanıtların yeterli görülmesiyle 5. madde 4 Ekim 2001’de fiilen işletilmiştir. Bunu ABD hava sahasının koruması için AWACS konuşlandırmalarını içeren “Kartal Yardımı” ve Akdeniz deniz trafiğini kontrol eden “Aktif Çaba” gibi kolektif önlemler izlemiştir. ABD, geniş koalisyon arayışıyla Orta Asya’daki üslerden yararlanmış; Kuzey İttifakı’na askeri destek sağlamıştır. Avrupa müttefiklerinin ve bölge ülkelerinin katkıları ile sahadaki hava harekâtı ve özel kuvvet–yerel müttefik eşgüdümü hızlı bir ilerleme sağlamış; Mezar-ı Şerif’in 9 Kasım 2001’de düşmesiyle Taliban savunması çözülmüştür.
Siyasi yeniden yapılanma, Bonn süreci ve ISAF ile kurumsallaşmıştır. 19 Aralık 2001’de kabul edilen 1386 sayılı Konsey kararıyla Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti (ISAF) tesis edilmiş; görevi Kabil’de ve ülke genelinde güvenliği desteklemek, geçiş hükümetine yardımcı olmak ve yeniden yapılandırma/insani faaliyetlerin yürütülmesine katkı sağlamak olarak tanımlanmıştır.
Türkiye dahil pek çok ülkenin katılımıyla ISAF kısa sürede tam harekât kabiliyeti kazanmış; ilerleyen yıllarda NATO komutası altında kuvvet düzeyi 130 bin personele ulaşmıştır. Geçiş mimarisi Loya Jirga’yla Hamid Karzai’nin başkanlığında şekillenmiş; ekonomik canlanma umutları boru hattı ve altyapı projeleri üzerinden gündeme gelmiştir. Ancak uzak coğrafyada sürdürülen geniş ölçekli istikrar görevinin kuvvet üretimi ve sivil-asker koordinasyonu açısından yeni zorluklar yarattığı değerlendirilmiştir.
Irak cephesi, Afganistan’ın hemen ardından stratejik gündemin merkezine alınmıştır. ABD yönetimi, 8 Kasım 2002’de kabul edilen 1441 sayılı kararın denetim rejimini “son şans” olarak sunmuş; Irak’ın 11.807 sayfalık beyanında kitle imha silahı (KİS) bulundurduğunu reddetmesine karşın, gizli programlar yürüttüğü iddiasını sürdürmüştür. Silah denetçilerinin sahada somut kanıt bulamaması ve Konsey’de kuvvet kullanımına yetki verecek yeni bir karar için destek oluşmaması üzerine ABD, İngiltere ve sınırlı sayıdaki müttefikle 20 Mart 2003’te BM yetkilendirmesi olmaksızın harekâta başlamıştır.
Müdahalenin gerekçeleri KİS kapasitesinin ortadan kaldırılması, terörle olası bağlantıların kesilmesi ve otoriter rejimin devrilip demokrasinin tesisi olarak sıralanmıştır. Bağdat’a giriş 9 Nisan 2003’te gerçekleşmiş; kısa sürede rejim dağılmış, başlangıç safhasında ABD 139 asker kaybetmiş, sivil can kaybına ilişkin veriler on binlerle ifade edilmiştir. Kısa vadede KİS bulunamamış; bu durum müdahalenin meşruiyetine dair tartışmaları derinleştirmiştir.
Politika düzeyinde Irak müdahalesi, Bush Doktrini’nin “önleyici savaş” ilkesiyle temellendirilmiştir. Saddam Hüseyin rejiminin El Kaide ile bağı ve KİS iddiaları, denetim raporları ve Konsey çoğunluğu tarafından doğrulanmamıştır. Bu nedenle Afganistan’a kıyasla çok daha sınırlı uluslararası destek sağlanmış; başta Fransa, Rusya ve Çin olmak üzere büyük aktörlerin itirazları ve veto uyarıları ağırlık kazanmıştır. Akademik ve hukuki değerlendirmelerde, Irak müdahalesinin meşru müdafaanın şartlarını karşılamadığı ve BM sistemi dışında tek taraflı kuvvet kullanımına örnek teşkil ettiği vurgulanmıştır.
Genel tablo itibarıyla Afganistan müdahalesi, 11 Eylül’le doğrudan bağlantılı bir terör sığınağını hedef aldığı ve NATO’nun 5. maddesi işletildiği için geniş bir koalisyon desteği ve kurumsal yeniden inşa araçlarıyla yürütülmüştür. Irak müdahalesi ise KİS ve terör bağlantısı iddialarının teyit edilememesi ve Konsey yetkisinin yokluğu nedeniyle uluslararası meşruiyet krizine girmiştir.
Her iki dosya da ABD’nin güvenlik önceliklerini dönüştürmüş; NATO’nun kriz dışı sahalarda faaliyetleri, BM denetim-düzeneklerinin sınamadan geçmesi ve meşru müdafaa kavramının devlet dışı aktörler karşısındaki yorumu gibi başlıklarda yeni ve kalıcı tartışmalar yaratmıştır.
Türkiye ve Ortadoğu’ya Yansımalar
11 Eylül sonrasında Türkiye’nin güvenlik ve dış politika gündemi iki eksende şekillenmiştir. Bir yandan NATO müttefiki olarak ABD ile dayanışma sürdürülmüş, diğer yandan ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik yeni müdahale yaklaşımı karşısında Türkiye’nin ulusal çıkarlarını korumaya dönük ihtiyatlı bir çizgi izlenmiştir. NATO, 12 Eylül 2001’de tarihinde ilk kez Washington Antlaşması’nın 5. maddesini işletme kararı almış; 2 Ekim’de saldırıların dış kaynaklı olduğu kabul edilince kolektif savunma hükmü devreye girmiş, bunu ABD hava sahasının korunmasına dönük Kartal Yardımı (Eagle Assist) ve Akdeniz’de deniz güvenliğini hedefleyen Aktif Çaba (Active Endeavour) operasyonları izlemiştir. Türkiye, bu karar ve uygulamalarla uyum içinde hareket etmiş, ittifak dayanışmasına katkı vermiştir.
Afganistan bağlamında Türkiye, NATO çerçevesindeki Barış Gücü’ne (ISAF) 1.150 personel ile katılmış ve bu gücün komutasını iki kez üstlenmiştir. Bu dönemde Türkiye’nin ABD ile yakın eşgüdümü sürdürdüğü, PKK’nın ABD’nin terör örgütleri listesine eklenmesinin ve IMF kaynaklı mali desteğin bu iş birliği iklimi içinde gerçekleştiği belirtilmiştir. Böylece Türkiye, terörizmle mücadelede ittifak dayanışmasını sahada ve kurumsal düzeyde göstermiştir.
Irak dosyasında ise tablo farklılaşmıştır. Ankara, başından beri Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasını, kuzeyde muhtemel bir devletleşmenin Türkiye açısından kabul edilemez sonuçlar doğuracağını ve PKK’nın güç kazanma riskinin ciddiyetini vurgulamıştır. Bu çerçevede 2003 başındaki yoğun müzakerelerde ABD’nin kara, hava ve deniz alanlarında serbestlik talepleri değerlendirilmiş; üs modernizasyonuna izin veren ilk tezkere 6 Şubat’ta kabul edilmiştir. Ancak 1 Mart 2003’te, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak’a gönderilmesi ve Türkiye üzerinden kuzey cephesi açılmasına izin veren ikinci tezkere Genel Kurul’da salt çoğunluk sağlanamadığı için kabul edilmemiştir.
Tezkere kararı sonrasında ABD’de hayal kırıklığı doğmuş; İncirlik dâhil Türk topraklarının operasyonun başlangıç safhasında kullanılamaması Washington açısından operasyonel zorluk yaratmıştır. Türkiye, 20 Mart’ta hava sahasının kullanımını ve gerektiğinde asker gönderimini içeren üçüncü bir tezkere ile sınırlı bir çerçevede katkı politikasına geri dönmüştür. Bu süreç, Türk-Amerikan ilişkilerinde güven bunalımı yaratmış ve “stratejik ortaklık” söylemi geçici olarak zayıflamıştır.
Irak’ın işgali, Ankara’nın güvenlik önceliklerini Kuzey Irak merkezli risklere odaklamıştır. PKK’nın bölgede 5.000 dolayında militanla varlık gösterdiği iddiası, Kerkük’ün statüsü ve Türkmenlerin güvenliği, Türkiye’nin yakından takip ettiği başlıklar hâline gelmiştir. Dönemin Dışişleri Bakanı tarafından NATO toplantılarında bu kaygılar açık biçimde dile getirilmiştir. Türkiye, sınır ötesi terörle mücadele yetkisini uzatan tezkerelerle (ör. 2008) sahadaki riskleri yönetmeye çalışmıştır. 4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’de Türk Özel Kuvvetleri personeline yönelik “çuval” olayı, ilişkilerde yeni bir kırılma anı yaratmış ve karşılıklı güven tartışmalarını derinleştirmiştir.
Bölgesel düzlemde ABD’nin müdahaleci güvenlik yaklaşımı, Ortadoğu’nun siyasal mimarisinde yeni gerilimler üretmiştir. “Büyük Ortadoğu Projesi” başlığı altında demokratikleşme, serbest ticaret bölgeleri ve kurumsal reform söylemi öne çıkarılmış; ancak bu çerçeve, uygulamada “dışarıdan demokrasi ihracı” eleştirileriyle karşılaşmıştır. Enerji jeopolitiğinde ise bölgenin küresel petrol/doğal gaz rezervlerindeki ağırlığı, ABD’nin bölgesel angajmanının stratejik bağlamını belirlemiştir. Bu süreçte İran ile yürütülen temaslar, Afganistan bağlamındaki örtük iş birliği, ardından nükleer kriz ekseninde sertleşen bir hattı izlemiştir.
Türkiye’nin bu tabloya verdiği yanıt, çok katmanlı bir dengeleme çabası olmuştur. Bir yandan NATO çizgisinde Afganistan’a katkı sürdürülmüş ve Lübnan’a asker gönderme yönünde karar alınarak kriz yönetimi görevlerine destek verilmiştir; diğer yandan Irak’ta toprak bütünlüğü ve sınır güvenliği temel parametreler olarak korunmuştur. 1 Mart tezkeresinin reddi sonrasında TBMM ve hükümet kanadından yapılan açıklamalar, kararın meşruiyetini ve parlamenter iradenin üstünlüğünü vurgulamıştır. Bu hat, Türkiye-ABD ilişkilerinde dönemsel soğuma yaratmış; fakat Türkiye’nin jeopolitik konumu ve iki ülke gündeminin ikili konuları aşan niteliği nedeniyle ilişkilerin stratejik önemi orta vadede korunmuştur.
Sosyal ve siyasal yansımalar düzeyinde, Irak işgali sürecinde ve sonrasında Türk kamuoyunda Amerikan karşıtlığının belirgin biçimde yükseldiği çeşitli saha çalışmalarına yansımıştır. ABD’nin tek taraflı politikasına ve işgal sonrası ortaya çıkan kaosa ilişkin eleştiriler, Türkiye dâhil bölgesel kamuoyunda uzun süreli bir güvensizlik iklimi üretmiştir. Bu iklim, Ankara’nın hem Washington ile ikili ilişkilerinde ihtiyat payını yüksek tutmasına hem de komşu coğrafyalarda güvenlik risklerine yönelik sert/askerî ve yumuşak/kurumsal araçları birlikte kullanmasına yol açmıştır.
Genel olarak bakıldığında Türkiye, 11 Eylül sonrası dönemde NATO içindeki yükümlülükleri ile Ortadoğu’daki kırılgan dengeler arasında denge kurmaya çalışmıştır. Afganistan sahasında ittifakla uyumlu bir katkı sürdürülmüş; Irak dosyasında ise toprak bütünlüğü, kuzeyde devletleşme riski ve PKK tehdidi gibi ulusal güvenlik öncelikleri doğrultusunda kısıtlayıcı bir tutum benimsenmiştir. Enerji-jeopolitik boyut ve bölgesel insani standartlardaki aşınma, Türkiye’nin çok taraflı diplomasi ve seçici angajman politikasını güçlendirmiş; bu çerçeve ilerleyen yıllarda da Türkiye-ABD ilişkilerinin ve Ankara’nın bölgesel güvenlik yaklaşımının ana eksenini oluşturmuştur.
İslam Düşmanlığı'nın Yükselişi ve Toplumsal Yansımalar
11 Eylül 2001 sonrasında İslam Düşmanlığı veya literatürde daha sık geçen adıyla İslamofobi kavramının kamuoyu, medya ve politika tartışmalarının merkezine yerleştiğini belirtmek gerekir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin nefret söylemi–ifade özgürlüğü dengesine ilişkin içtihadı, bağlama ve amaca bakarak siyasetçilerin hoşgörüsüzlüğü körükleyen dil kullanmama sorumluluğunu vurgulamıştır.
Avrupa Konseyi bünyesindeki ECRI ise din veya etnisite temelli nefrete açık çağrıları suç kapsamına almaya dönük tavsiyelerde bulunmuştur. AGİT’in nefret suçları kılavuzları, bu tür suçları “önyargı suçları” diye tanımlayarak kimlik temelli hedef seçmeyi ayırt edici unsur saymıştır. Bu çerçeve, 11 Eylül sonrası dönemde Müslümanlara yönelen tehdit, saldırı ve ayrımcılığı izlemek için temel referans noktalarını oluşturmuştur.
Saldırıların hemen ardından ABD’de Müslümanlar, Araplar ve Güney Asyalılar nefret suçlarında ani bir artışla karşılaşmıştır. Kısa sürede yüzlerce olay kayda geçmiş, camiler ve işletmeler hedef alınmış, iki kişi öldürülmüştür; kamuoyu araştırmaları ise Arap ve Müslümanlara özel kimlik veya daha sıkı güvenlik kontrolü uygulanmasını destekleyen geniş bir kesime işaret etmiştir. Bu iklim, yönetim söylemleri ve medya çerçeveleriyle birleştiğinde “Müslüman=terörist” kalıbının güçlenmesine yol açmıştır.
Güvenlik politikalarının genişlemesi de toplumda denetim duygusunu artırmıştır. Patriot Act’in hızlı kabulüyle gözetim, arama–el koyma ve belirsiz gözaltı yetkilerinin genişlediği; “NSEERS” adıyla bilinen Ulusal Güvenlik Giriş–Çıkış Kayıt Sistemi’nin ise özellikle Orta Doğu ve Güney Asya kökenli erkekleri parmak izi ve kayıt yükümlülükleriyle hedeflediği aktarılmıştır. Los Angeles’ta parmak izi başvuruları sırasında plastik kelepçelerin tükendiği, yaklaşık bine yakın erkeğin neyle suçlandığını bilmeden tutuklandığı, “gönüllü mülakatlar”ın fiilen zorlayıcı bir niteliğe büründüğü anlatılmaktadır. Bu uygulamalar, Müslüman topluluklarda korku ve geri çekilmeyi tetiklemiş, kimi kişiler ülkeyi terk etmek veya isim değiştirmek gibi kişisel savunma yollarına başvurmuştur.
Siyasal aktörler, bazı dinî liderler ve medya organları tarafından sürdürülen çerçeveleme, İslam’ın terörle özdeşleştirilmesini pekiştirmiştir. Siyaseten “özen gösterilmemiş, taraflı söylemler” ile medyada düşmanlık üreten anlatılar birbirini beslemiş; akademik gözlemler de İslam’ın ideolojik amaçlarla şiddet ve tehdit söylemleri içine yerleştirildiğini kaydetmiştir. Bu anlatıların, toplumun bir bölümünde İslam düşmanlığını “normal”leştiren bir algı ürettiği, Müslümanlara dönük hak ihlallerinin ve ayrımcı muamelenin meşrulaştırılmasına zemin hazırladığı belirtilmiştir.
Avrupa genelinde de 11 Eylül sonrasında din özgürlüğüne yönelik kısıtlayıcı uygulamalar, ayrımcılığın yaygınlaşması ve ana akım medyadaki İslam karşıtı retorikle birleşince nefret suçlarında kaygı verici artış kaydedilmiştir. Avusturya’da İslam karşıtı suçların aşırı sağ izleme başlığı altında raporlanmaya başlaması; Fransa’da 2007’de 321, 2008’de 467 ırkçı–yabancı düşmanı suçun kaydedilip bunların önemli bir bölümünün Müslümanları hedef alması; İsveç’te İslam karşıtı suç sayısının 2007’den 2008’e yükselmesi ve İngiltere’de benzer bir eğilim bu tabloya örnektir. AB Temel Haklar Ajansı verileri, “Avrupa’daki her üç Müslüman’dan birinin ayrımcılığa uğradığını” ve kadınlar ile gençlerin daha fazla etkilendiğini göstermiştir. Buna karşın Avrupa’da çok az ülke bu saldırıları sistematik biçimde izleyip kamuya açık raporlaştırmaktadır.
Gündelik yaşamda İslam düşmanlığının somut karşılıkları istihdam, eğitim ve kamusal görünürlük alanlarında belirginleşmiştir. Avrupa’da başörtüsü nedeniyle iş başvurularının reddi, öğrencilerin derslere alınmaması, erkeklerin sakal nedeniyle işten çıkarılması gibi örnekler rapor edilmiştir. Fransa’daki bir deneyde yalnızca adı “Müslüman çağrışımlı” olan özgeçmişin sistematik biçimde elenmesi dikkat çekmiştir. Bu tür vakalar, “dini sembollere” getirilen yasakların spekülasyon ve varsayıma dayanması hâlinde din özgürlüğünü ihlal edebileceğini vurgulayan insan hakları raporlarıyla birlikte tartışılmıştır.
ABD’de kurumsal düzeyde “özel kayıt” (NSEERS), parmak izi, vize süreçlerinin ağırlaştırılması, işten çıkarma ve sınır dışı etme gibi uygulamalar Müslümanların resmî kurumlarda da farklı muamelelere maruz kaldığı algısını güçlendirmiştir. Havaalanlarında uzun ve yoğun aramalar, uçuşlardan indirmeler ve “SSSS” türü ikincil taramalarla ilişkili hikâyeler kamuoyuna yansımıştır. Sivil toplum örgütlerinin yıllık raporları, 2004–2005 döneminde kayıtlara geçen Müslüman karşıtı taciz, ayrımcılık ve şiddet şikâyetlerinin bir önceki yıla göre yaklaşık üçte bir oranında arttığını belgelemiştir.
Diaspora özelinde Türkiye kökenliler de bu iklimden etkilenmiştir. Literatürde, on binlerce Arap ve Müslüman Amerikan vatandaşının kayıt–parmak izi–gözaltı gibi işlemlere maruz kaldığı; işini kaybeden, vizesi reddedilen, ülkesine dönmek zorunda kalan Türklerin bulunduğu; bireysel başarı ve girişim hikâyelerinin bürokratik engeller nedeniyle yarıda kaldığı örneklerle aktarılmıştır. Bu süreç, Türk topluluklarında da güvensizlik, içe kapanma ve “profil çıkarıldıkları” hissini kuvvetlendirmiştir.
Buna karşın, yerel düzeyde yakın temas ve birlikte yaşam pratiklerinin gerilimleri kısmen yumuşatabildiği örnekler de mevcuttur. Özellikle Avrupa şehirlerindeki camilerin, yalnız ibadet değil sosyalleşme ve kültürel buluşma mekânı olarak yerel yöneticileri de ağırlayan iftar ve ortak organizasyonlara ev sahipliği yapması, gündelik düzeyde karşılaşmaları kolaylaştırmıştır. Bu tür girişimler, medyada olumsuz kalıpları dengeleyen ve önyargıları çözmeye katkı veren “güven inşası” alanları oluşturmuştur.
Sonuç olarak 11 Eylül sonrasında İslam düşmanlığı, nefret suçlarındaki artış, ayrımcılığın kurumsal ve gündelik tezahürleri, güvenlikçi politikaların bireysel özgürlükler üzerindeki etkileri ve medya–siyaset söylemlerinin pekiştirici rolüyle, hem ABD’de hem Avrupa’da belirginleşmiştir. İzleme ve raporlama mekanizmalarının yetersiz kaldığı, yalnızca birkaç ülkenin düzenli veri ürettiği vurgulanmıştır.
Kültürel ve Sanatsal Yansımalar
11 Eylül, sadece güvenlik ve siyaset gündemini belirlemiş bir tarihsel dönemeç olmakla sınırlı kalmamış, kültür-sanat alanında da yeni ifade biçimlerini ve tartışmaları tetiklemiştir. Tiyatrodan sinemaya, görsel sanatlardan popüler müziğe uzanan geniş bir alanda hem anlatıların tonu değişmiş hem de temsil teknikleri farklılaşmıştır. Bu değişim özellikle tanıklığa ve belgeye yaslanan anlatıların öne çıkması, “tarafsızlık” iddiasının sorgulanması ve İslam karşıtı temsillerin yaygınlaşması gibi eksenlerde izlenmiştir.
Belgesel tiyatro, 11 Eylül sonrası dönemde yaygın bir başvuru kaynağı hâline gelmiştir. Bu türün kurucu figürlerinden Erwin Piscator’un çizdiği çerçeve, tarihsellik ve belge kullanımını merkezine alır. Geçmişte yaşanmış bir olay sahnelenirken belgelerden hareket edilmesi, ana karakterlerin gerçek kişilerden seçilmesi, anlatımda projeksiyon, film, müzik gibi ögelerle bilgilendirici ve yorumlayıcı katmanlar kurulması ve tüm bunların belirli bir politik bakışla birleştirilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bu yaklaşım, belgesel tiyatronun “salt tarafsız bir kayıt” değil, seçilmiş belgeler üzerinden kurulan politik bir temsil olduğunu hatırlatmıştır.
11 Eylül sonrasında kaleme alınan kimi oyunlarda ise, terör, Afganistan ya da Irak savaşını konu edinirken “tarafsız” kaldığını beyan eden bir söylem öne çıkmış, bu söylem röportaj tekniğinin sağladığı “kelimesi kelimesine” aktarım iddiasına dayandırılmıştır. Ancak bu yöntem, metnin kurgu dışı olduğu yanılsamasını güçlendirmiş; seçimin, bağlamlandırmanın ve kurgulamanın kendisinin başlı başına politik bir eylem olduğu gerçeğini perdelemiştir. Bu çelişki, bir yandan belgesel tiyatronun araçlarını yaygınlaştırmış, öte yandan sahnede üretilen bilginin ideolojik niteliğine dair tartışmaları keskinleştirmiştir.
Birleşik Krallık’ta ve Amerika Birleşik Devletleri’nde 2000’lerde yükselen “verbatim” (kelimesi kelimesine) tiyatro, röportajların birebir aktarımına yaslanan metotları yaygınlaştırmıştır. Oyuncuların kulak içi cihazlarla sahnede gerçek röportajları dinleyip diksiyon, nefes ve vurguya kadar eşlemeye çalıştığı teknikler, sahne üzerinde “doğrudan tanıklık” yanılsamasını artırmıştır. Bu biçimsel yenilikler, fail, kurban ve tanık seslerini aynı sahnede buluşturarak çoğul bir çerçeve kurmayı amaçlamıştır. Ancak bu çoğulluk her zaman siyasal denge anlamına gelmemiş; kimi yapımların, “Batı” ve “İslam dünyası” arasında var sayılan mutlak karşıtlıkları yeniden üretme riskini de barındırdığı eleştirileri gündeme gelmiştir.
11 Eylül sonrasının belgesel tiyatrosu, içerik ve üslup bakımından çeşitlenmiştir. Savaş sahnesindeki askerin dönüşümü, Guantanamo’daki yargılama pratikleri, radikalleşme ve terörle müzakere gibi temalar, sahnede araştırmacı gazetecilikle iç içe geçen bir dille ele alınmıştır. Bu başlıklara odaklanan oyunların (örneğin askerî operasyonları, gözaltı rejimini ve siyasal şiddeti tartışan yapıtların) ortak paydası, belgenin ve tanıklığın dramaturjik iskelet hâline getirilmesidir. Bu iskelet kurulurken de röportaj ve arşiv malzemesinin “yansız bir aynadan” çok, seçici bir mercek olduğunun altı çizilmiştir.
Sinemada, müzikte ve popüler kültürde 11 Eylül’ün etkisi küresel dolaşım ağları üzerinden hızla yayılmıştır. Kitle eğlencesinin dünya çapındaki dağıtımında Hollywood ve Amerikan müzik endüstrisi belirleyici bir rol oynamış, televizyon ve internet gibi mecralar aracılığıyla yeni güvenlik, tehdit ve kimlik anlatıları geniş kitlelere ulaşmıştır. Bu süreç, toplumsal değerlerin ve gündelik alışkanlıkların dönüştüğü; yerel kimliklerin aşındığı ya da yeni gerilim hatlarının ortaya çıktığı bir kültürel zemini beraberinde getirmiştir.
Görsel sanatlar ve medya alanında 11 Eylül sonrasında öne çıkan tartışma başlıklarından biri de ifade özgürlüğü ile nefret söylemi arasındaki sınır olmuştur. Danimarka’da yayımlanan karikatürler ve İnternet üzerinden dolaşıma giren bazı kısa filmler, İslam’a ve Müslümanlara yönelik aşağılayıcı temsiller nedeniyle uluslararası gerilimlere yol açmıştır. Nitekim 2007 tarihli bir kısa film ve 2012’de “Müslümanların Masumiyeti” adıyla yayılan yapım, geniş çaplı protestoları tetiklemiş; diplomatik temsilciliklere yönelik saldırılar ve can kayıpları yaşanmıştır. Bu örnekler, kültürel üretimin siyasal sonuçlar doğurabildiğini ve sanatsal ifade ile toplumsal sorumluluk tartışmalarının 11 Eylül sonrasında daha da keskinleştiğini gösteren vakalardır.
Kolektif hafıza ve anıtlaştırma süreçleri açısından bakıldığında, “Ground Zero” yalnızca yıkımın mekânsal adı olmamış, kalıcı bir hatırlama ve tartışma alanına dönüşmüştür. Saldırı sonrasında aylar boyunca süren yangın ve enkaz kaldırma faaliyetleri, bölgenin fiziksel ve simgesel karakterini yeniden şekillendirmiş; çevresel ölçüm ve izleme çalışmalarıyla birlikte kentin belleğinde yeni bir “hafıza coğrafyası” oluşmuştur. Alt Manhattan’da farklı noktalarda uzun süre yürütülen hava ve toz ölçümleri, yangınların ve enkazın etkisinin haftalar ve aylar boyunca sürdüğünü göstermiş; bu süreklilik, mekânın toplumsal algısında “felaket sonrası kalıcılık” duygusunu pekiştirmiştir. Bu çerçevede Ground Zero, çevresel verilerin, kentsel düzenlemelerin ve anma pratiklerinin iç içe geçtiği bir hafıza düğümü hâline gelmiştir.
Ekonomi ve Turizm Üzerindeki Etkiler
Saldırıların hemen ardından ortaya çıkan belirsizlik, küresel ölçekte zayıf seyreden ekonomiyi daha da kırılgan hale getirmiştir. Sermaye hareketlerinde temkinli tutum, tüketici davranışlarında geri çekilme ve seyahat eğiliminde azalma gözlenmiştir. Bu çerçevede turizm, ulaştırma ve konaklama gibi hizmet sektörlerinde hem talep hem de istihdam cephesinde küçülme yaşanmıştır. Dünya Turizm Örgütü verilerine atıfla 2001’e ilişkin küresel turizm büyümesi sıfıra yakınlamış; şokun etkileri sermaye piyasalarına, turizme ve tüketici güvenine aynı anda yansımıştır. Bu dalga, kısa sürede uluslararası piyasalar ve turizm endüstrisinin tüm alt kollarında eşzamanlı daralma olarak hissedilmiştir.
Finansal piyasalarda ilk tepki, işlemlerin durdurulması ve güvenli varlıklara yönelim olmuştur. New York’taki finans ve sermaye piyasalarında işlemler askıya alınmış; dolar, avro karşısında değer kaybetmiş; petrol fiyatı bir günde 3,6 dolar artarak varil başına 31,3 dolara yükselmiş; altının onsu Londra’da 271,40 dolardan 287 dolara çıkmıştır. Avrupa borsalarında sert düşüşler görülmüş, bazı borsalar geçici olarak kapatılmıştır. Bu tablo, ilk günlerde güvenlik riskinin fiyatlandığını ve riskten kaçışın hızlandığını göstermiştir.
Şokun en derin hissedildiği alan havacılık sektörü olmuştur. Yolcu uçaklarının saldırı aracı olarak kullanılması, uçuş talebini kısa sürede aşağı çekmiş, havayollarının kapasite, personel ve hat planlamalarını kökten etkilemiştir. Uluslararası Havayolları Birliği’ne (IATA) göre küresel ölçekte uçuş, yolcu ve personelde üçte bire varan kayıplar yaşanmıştır.
Gelirler 2000’de 329 milyar dolar iken 2001’de 307 milyar dolara, 2002’de 306 milyar dolara gerilemiş; sektör 2001’de 13 milyar, 2002’de 11,3 milyar dolar zarar açıklamıştır. Yolcu trafiği 2001’de yüzde 2,7 düşmüş, 2003’e kadar 2000 seviyesine dönememiştir. Toparlanma 2003’ten itibaren belirginleşmiş; 2004’te gelirler 379 milyar dolara yükselmiştir. Bu veriler, talep şokunun iki yıl boyunca devam ettiğini ve toparlanmanın kademeli gerçekleştiğini ortaya koymuştur.
ABD’de politika tepkisi de hızla şekillenmiştir. 22 Eylül 2001’de yürürlüğe giren “Hava Taşımacılığı Güvenliği ve Sistem İstikrarı Yasası” ile kamu güveninin yeniden tesis edilmesi ve sektörün ayakta tutulması amaçlanmıştır. Yasa, hava yolu taşımacılığına 3 milyar dolarlık doğrudan kaynak öngörmüş, ayrıca federal kredilendirme araçlarıyla 10 milyar dolara kadar destek verilebilmesine imkân tanımıştır. Bunun yanında fiziksel zarar görenler ve yakınları için “11 Eylül Kurbanları Tazmin Fonu” oluşturulmuştur. Bu düzenlemeler, güvenlik mimarisinin yeniden kurulması kadar, talep ve nakit akışı şokuna maruz kalan taşıyıcıların finansal sürdürülebilirliğinin korunmasına da hizmet etmiştir.
Turizm endüstrisinde etkiler eşzamanlı ve zincirleme biçimde ortaya çıkmıştır. Saldırıyı izleyen ilk üç ayda grup turları ve tatil programlarında yoğun rezervasyon iptalleri yaşanmış; toplantı, kongre, fuar gibi etkinlikler ertelenmiş veya iptal edilmiştir. Konaklama işletmeleri atıl kapasiteyle karşılaşmış; seyahat psikolojisindeki değişim, “bekle-gör” eğilimini güçlendirmiştir. Dünya genelinde turizm işletmeleri rezervasyon iptalleriyle yüzleşirken, güvenlik kaygısı hem destinasyon tercihlerini hem de seyahat sıklığını aşağı çekmiştir. Dünya Seyahat ve Turizm Konseyi, havaalanı, otel, araç kiralama ve tur operatörlerini kapsayan geniş ekosistemde 8,8 milyon turistik hareketin kaybedildiğini not etmiştir. Bu kayıplar, talep daralmasının derinliğini ve süresini göstermiştir.
Bölgesel yansımalar da belirginleşmiştir. İsrail, Mısır, Tunus ve Fas gibi Akdeniz destinasyonlarına gelen ziyaretçi sayıları düşmüş; Kanada turizm endüstrisi olumsuz etkilenmiştir. Turizm tedarik zincirinin (ulaştırma–konaklama–aracı kurumlar) birbirine bağlı yapısı, hatların birinde yaşanan kırılmanın kısa sürede tüm sektöre yayılmasına neden olmuştur. Bu dönemde, sektör yöneticileri müşteri güvenini tesis etmek için iletişim ve fiyatlama stratejilerini hızla güncellemiş, esnek iade/iptal koşulları ve güvenlik odaklı bilgilendirmeler öne çıkmıştır.
Türkiye özelinde, 2001 Şubat kriziyle zedelenen talep görünümü, saldırı sonrası dış talepteki çekilme ile pekişmiştir. Uçuş ve otel rezervasyonlarında iptaller artmış; en yüksek iptal oranı Almanya pazarında gözlenmiş, Japonya, İtalya ve ABD kaynaklı iptaller de etkili olmuştur. Havayolları ve konaklama işletmeleri, müşteri güvenini yeniden kazanmak için fiyat indirimleri ve esnek politikalarla canlanma arayışına girmiştir. Bu süreç, kısa vadede turist sayısı ve turizm gelirlerinde azalma; orta vadede ise destinasyon imajının onarımı için yoğun pazarlama ve güvenlik iletişimine ihtiyaç doğurmuştur.
Sonuç itibarıyla saldırılar, finansal piyasalardan havacılık ve turizme uzanan geniş bir alanda eşzamanlı bir talep ve güven krizi tetiklemiştir. ABD’de uygulanan mali destek ve güvenlik düzenlemeleri havacılığı stabilize etmeyi hedeflemiş; küresel ölçekte ise sektör gelirlerinin 2003–2004 döneminde kademeli toparlandığı görülmüştür. Turizmde kayıpların giderilmesi, güvenlik algısının iyileştirilmesi, esnek ticari uygulamalar ve etkin iletişim stratejileriyle mümkün olabilmiştir. Bu çerçevede 11 Eylül’ün ekonomik mirası, sadece kısa vadeli dalgalanmalarla sınırlı kalmamış; güvenlik, sigorta, maliyet yapısı ve talep esnekliği gibi alanlarda kalıcı bir yeniden yapılanmaya zemin hazırlamıştır.
El-Kaide ve Küresel Terörizmde Dönüşüm
11 Eylül sonrasında El-Kaide, tek merkezli ve kamplara dayalı bir örgüt modelinden, esnek ve coğrafi olarak dağınık “ağ” modeline yönelmiştir. Bu dönüşümde, 1998’de yayımlanan ve ABD ile müttefiklerine karşı dünya çapında şiddeti meşrulaştıran fetva, örgütün eylem ufkunu ülke sınırlarının ötesine taşıyan bir ideolojik çerçeve işlevi görmüştür. Fetva, “Amerikalıları ve onların müttefiklerini, hangi ülkede mümkünse orada öldürmek” çağrısıyla, yerinden ve zamandan bağımsız, düşük maliyetli ama yüksek etki hedefleyen bir saldırı tarzını teşvik etmiştir.
Örgütün fikir dünyasında ve stratejik yöneliminde Ayman ez-Zevahiri’nin etkisi artmış; Zevahiri’nin “küresel cihat” vurgusu, El-Kaide’yi daimi cephe yerine, hedefe göre konumlanan hücreler ve yerel uzantılar üzerinden ilerleyen çok merkezli bir yapıya itmiştir. Bu süreçte, Usame bin Ladin -Zevahiri ikilisinin rol paylaşımı-biri kurucu lider, diğeri ideolojik ve örgütsel akıl- örgütün süreklilik iddiasını beslemiştir.
El-Kaide ağının yayılmasında “franchising” benzeri gevşek bağlar belirleyici olmuştur. 2000’lerin ortasından itibaren Irak El-Kaidesi (AQI), Arap Yarımadası El-Kaidesi (AQAP), Mağrip El-Kaidesi (AQIM), Doğu Afrika’da Eş-Şebab ve Suriye’de Cebhetü’n-Nusra gibi farklı coğrafyalarda faaliyet gösteren yapılanmalar, merkezle ideolojik bağlılıklarını korurken operasyonel özerkliklerini artırmıştır. Bu çeşitlenme, örgütün ağır baskı dönemlerinde dahi farklı sahalarda varlığını sürdürmesine imkân vermiştir.
Finansman ve lojistikte ise örgüt, resmî bankacılık kanallarından çekilerek nakit, altın ve pırlanta gibi kolay taşınabilir değerler ile gayriresmî transfer ağlarına yönelmiştir. Bu yöntemler, devletlerin terörün finansmanını kesmeye yönelik tedbirlerini zorlaştırmış; aynı zamanda küçük hücrelerle yürütülen düşük maliyetli eylemler için yeterli kaynak akışını sağlamıştır. ABD ve ortakları finansal ağları hedef almaya çalışmışsa da, lider kadronun manevra alanı ile dağınık yerel ağların kendi kendini besleyen yapısı bu çabaların etkinliğini sınırlamıştır.
El-Kaide’nin 11 Eylül sonrası eylem deseni, ABD topraklarında tekrar büyük bir saldırı gerçekleştirememesine rağmen, müttefik ülkelerdeki sivil hedeflere yönelen bombalı ve intihar saldırılarıyla süreklilik kazanmıştır. 2003 İstanbul saldırılarında sinagoglar, Britanya Konsolosluğu ve bir banka hedef alınmış; 2004 Madrid tren saldırıları ve 2005 Londra toplu ulaşım saldırıları, örgütün Avrupa metropollerinde koordineli, az sayıda fail ile yüksek hasar üreten eylem tarzını göstermiştir. Bu saldırılar, El-Kaide’nin “uzaktan komuta” yerine çoğu zaman yerel irtibatlar ve esnek planlamayla sonuç alabilen bir ağ haline geldiğini ortaya koymuştur.
Afrika Boynuzu ve Doğu Afrika sahasında, El-Kaide bağlantılı Eş-Şebab’ın 2013’te Nairobi’deki Westgate Alışveriş Merkezi’ne gerçekleştirdiği baskın, örgüt ağlarının şehir içi “yumuşak hedefler”e yönelen ve uzun süren rehine/baskın taktikleriyle medya etkisi üreten hibrit eylem tarzına örnek teşkil etmiştir. Bu tarz, güvenlik kuvvetlerinin şehir savaşına hazırlık düzeyini zorlamış, saldırı-sonrası iletişimde seçici serbest bırakma veya propaganda söylemleriyle birleşerek eylemin etkisini zaman içine yaymıştır.
Örgüt liderliği boyutunda, Bin Ladin ve Zevahiri’nin sembolik ağırlığı, yakalanmalarının veya etkisizleştirilmelerinin güçlüğü üzerinden, ağın moral ve mobilizasyon kapasitesini uzun süre beslemiştir. Liderliğin ele geçirilememesi, örgütün “merkez zayıflasa da ağ yaşar” mantığıyla işleyen yedeklemeli bir hiyerarşi ve yerelleşmiş hücre mimarisi kurduğunu düşündürmüştür. Bu durum, klasik “başsız bırakma” stratejilerinin beklenen hızda sonuç vermemesine yol açmıştır.
2010’lar ortasında Irak-Suriye sahasında öne çıkan IŞİD’in medyatik şiddet repertuarı ve alan kontrolü iddiası, küresel cihatçı ekosistemde belirgin bir ayrışma yaratmıştır. IŞİD’in özellikle James Foley’in infazına ilişkin görüntülerle küresel kamuoyunda yarattığı etki, örgütün propaganda-şiddet bileşenini maksimum görünürlükte kurduğunu göstermiştir. Buna karşılık El-Kaide ağı, bölgesel uzantılar ve yerel ortaklıklar üzerinden, görece düşük görünürlüklü ama sürekliliği olan eylemsellik ve örgütlenme hatlarıyla varlığını sürdürmüştür.
2020’lere gelinirken tablo, merkezi güçlü ama tekil bir örgüt yerine, birden fazla bölgesel ağın farklı yoğunluk ve önceliklerle hareket ettiği bir terör ekosistemine işaret etmektedir. El-Kaide çizgisindeki yapılar, Arap Yarımadası’ndan Mağrip’e ve Doğu Afrika’ya uzanan bir kuşakta, yerel çatışma dinamiklerine eklemlenmiş; finansman ve insan kaynağını da bu yerel hatlar üzerinden güncelleyebilmiştir.
Bu parçalı yapı, örgütü tek bir cephede tüketmeyi zorlaştırmış; buna karşılık yereldeki kırılganlıklar, zaman zaman kapasite dalgalanmalarına yol açmıştır. 11 Eylül sonrası uluslararası baskı ve işbirliği arttıkça, El-Kaide’nin yüksek profilli “dış saldırı” motivasyonunu düşürüp, bölgesel ağlarını ayakta tutma ve uzun vadeli direnç oluşturma stratejisine ağırlık verdiği görülmüştür.
Sonuç olarak, 11 Eylül’den itibaren El-Kaide, “merkezi çekirdek + bölgesel uzantılar” ekseninde evrilmiş; finansman, lojistik ve propaganda kanallarını dağıtarak kırılganlığını azaltmaya çalışmıştır. IŞİD’in sert yükselişi, küresel terör alanını daha da parçalamış; ancak El-Kaide ağı, özellikle yerel ortaklıklar ve düşük görünürlüklü eylemsellik üzerinden süreklilik sağlayabilmiştir. Bu görünüm, tek atımlık “büyük saldırı”lardan ziyade, uzun süreli ve çok sahalı bir güvenlik sorunu yaratmıştır.


