12 Eylül 1980 Darbesi, dönemin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesi tarafından gerçekleştirilen askeri bir darbedir. Darbe, yürütme ve yasama erklerini fiilen Millî Güvenlik Konseyi’nin (MGK) uhdesinde toplamış, temel hak ve özgürlükler sıkıyönetim rejimi altında geniş ölçüde sınırlandırılmıştır. Bu çerçevede Türkiye’nin siyasal yapısı, hukuk düzeni ve kurumsal mimarisi 1980’lerin ilk yarısında köklü bir yeniden düzenleme sürecine girmiştir.
12 Eylül Günü Tercüman Gazetesi Manşeti (Aslı Solak Şener)【1】
Darbe sonrası dönemde siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri üzerinde kapsamlı kısıtlamalar uygulanmış; çok sayıda kişi gözaltına alınmış, kamu yönetiminde geniş çaplı tasarruflar yapılmış ve yargı süreçleri olağanüstü rejim kurallarına göre yürütülmüştür. MGK ve ona bağlı idari düzen ilerleyen aşamada Danışma Meclisi aracılığıyla yeni anayasal çerçevenin hazırlanmasını yönlendirmiş, yükseköğretim ve medya başta olmak üzere çeşitli alanlarda kurumsal dönüşümler gerçekleştirilmiştir.
12 Eylül Belgeseli (TRT Arşiv)
12 Eylül süreci yalnızca siyasal kurumları değil, ekonomi politikalarını, toplumsal örgütlenmeyi ve ideolojik yönelimleri de etkilemiştir. 24 Ocak kararlarının uygulama zemini güçlendirilmiş; sendikal faaliyetler ve toplu pazarlık mekanizmaları önemli ölçüde daralmış; eğitim alanında Yükseköğretim Kurulu’nun tesisiyle üniversite sistemi yeniden yapılandırılmış; din-devlet-toplum ilişkileri ve resmî ideolojik çerçeve yeniden tanımlanmıştır. Bu yeniden yapılanma, 1982 Anayasası’nın kabulü ve sonrasındaki seçimlerle kurumsal bir biçim almıştır.
Darbe ve izleyen yıllar, insan hakları ihlalleri iddiaları, cezaevi koşulları ve yargı süreçleri bağlamında geniş bir tartışma alanı doğurmuştur. Aynı zamanda edebiyat, sinema ve diğer kültürel üretimlerde darbe deneyimine ilişkin anlatılar belirginleşmiş; toplumsal bellek içerisinde 12 Eylül, farklı kuşakların siyasal ve kültürel tasavvurlarını şekillendiren bir dönüm noktası hâline gelmiştir.
Darbeye Giden Süreç
Siyasal Kutuplaşma ve İstikrarsızlık
1970’li yıllar, parti sisteminin parçalandığı ve uzlaşma kültürünün kısmen zayıf kaldığı bir dönem olmuştur. Mecliste CHP, AP, MSP, MHP gibi ana aktörlerin yanı sıra küçük partiler ve bağımsızlar ağırlık kazanmış; bu parçalı yapı, çoğunluk üretme kapasitesini düşürmüş ve koalisyonlara mahkûm bir denge yaratmıştır. 1973 ve 1977 genel seçimleri sonrasında art arda kurulan hükümetler kısa ömürlü kalmış, yürütmenin politika üretme gücü dağınık koalisyon pazarlıklarına sıkışmıştır. CHP ile AP arasında “büyük koalisyon” seçeneği zaman zaman kamuoyunda çözüm olarak öne çıkmış, ancak hayata geçirilememiştir.
Darbe Sonrasında İstikrarın Sağlandığına Dair Propaganda Metni (Ezgi Gürses)【2】
Siyasal tıkanma, 1980 yılı boyunca TBMM’nin cumhurbaşkanı seçememesiyle belirginleşmiş; devlet başkanlığındaki belirsizlik yürütme erkini zayıflatmış ve karar alma süreçlerini yavaşlatmıştır. Yasama ile yürütme arasındaki eşgüdüm aksadığı için temel atamalar, bütçe yasaları ve idari düzenlemeler gecikmiş; merkezî idare ile yerel idareler arasındaki gerilimler artmıştır. Kamu kaynaklarının dağıtımı ve kadrolaşma üzerinde siyasal patronajın etkisi belirginleşmiş; bürokrasinin tarafsızlığına ilişkin tartışmalar derinleşmiştir.
Toplumsal düzlemde kutuplaşma, sağ-sol ekseninde keskinleşmiş; üniversiteler, sendikalar, meslek örgütleri ve mahalleler ideolojik rekabet alanlarına dönüşmüştür. Siyasi şiddet olayları artmış; can güvenliği, toplantı-gösteri özgürlüğü ve kampüs güvenliği gibi başlıklarda kamu düzeni tartışmaları yaygınlaşmıştır.
Sıkıyönetim uygulamaları farklı illerde devreye girmiş; olağanüstü güvenlik tedbirleri gündelik yaşamı ve siyasal faaliyet alanını daraltmıştır. Bu ortam, “devlet otoritesinin zayıfladığı” yönündeki kanaatleri güçlendirmiş ve “asayişin sağlanması” söylemini siyasal merkezde hâkim bir tema hâline getirmiştir.
Darbe Sonrası Anarşinin Bastırılacağına Dair Haber Metni (Ezgi Gürses)【3】
Güvenlik kurumlarında da kutuplaşmanın yansımaları görülmüştür. Polis teşkilatında meslek içi dernekler üzerinden ideolojik saflaşma tartışmaları yaşanmış; teşkilatın iç güvenliği sağlama kapasitesi ile tarafsızlık ilkesine bağlılığı sorgulanır hâle gelmiştir. Bu tablo sonucunda adli süreçlerde gecikmeler ve soruşturma-kovuşturma etkinliğine dair eleştiriler yoğunlaşmıştır.
Siyasal rekabetin sertleşmesi medya diline de yansımış; basın organları, ideolojik kamplar arasında söylemsel cephelerin belirginleştiği platformlar hâline gelmiştir. Partiler arası polemiklerin sertliği, seçim dönemlerinde koalisyon-pazarlık ihtimallerini daha da zorlaştırmış; seçim sonrasında dahi “istikrar” üretme kapasitesi düşük hükümet kompozisyonları ortaya çıkmıştır. Son kertede, devlet aygıtının tarafsız ve etkin işleyişine duyulan güven aşınmış; merkezî otorite ile toplumsal tabakalar arasındaki ilişki kırılgan bir zemine oturmuştur.
Ekonomik Kriz ve Toplumsal Sorunlar
1970’lerin ikinci yarısında ekonomi, yapısal tıkanmalar ile kısa vadeli yönetim krizlerinin iç içe geçtiği bir daralma sürecine girmiştir. İthal ikameci modelin verimlilik sınırlarına ulaşmasıyla birlikte dış ticaret açığı büyümüş, döviz darboğazı kronikleşmiş ve ödemeler dengesi bozulmuştur. Akaryakıt ve ara malı temininde yaşanan güçlükler üretim maliyetlerini artırmış; enerji arzındaki düzensizlikler sanayi kapasite kullanımını aşağı çekmiştir. Bu tablo, enflasyonist baskıların yükselmesine ve fiyat istikrarsızlığının kalıcı bir sorun hâline gelmesine yol açmıştır.
Türkiye'de Yaşanan Ekonomik Krizler (32. Gün)
Kamu maliyesinde gelir-gider dengesizliği derinleşmiştir. Bütçe açıklarının artması, kamu iktisadi teşebbüslerinde biriken finansman ihtiyaçları ve sübvansiyon yükleri, para politikasını da baskılamış; kredi genişlemesi ile fiyatlar genel düzeyi arasında kısır bir döngü oluşmuştur. Denetimsiz fiyat kontrolleri ve idari düzenlemeler, piyasada mal arzının daralmasına eşlik etmiş; temel tüketim maddelerinde karne uygulamaları ve kuyruklar yaygınlaşmıştır. Kayıtdışı ekonomi ve karaborsa, özellikle akaryakıt ve ithal bağımlılığı yüksek ürünlerde belirginleşmiştir.
İşgücü piyasasında ise reel ücretler dalgalı bir seyir izlemiş, işsizlik artış eğilimine girmiş ve genç işsizliği belirgin bir toplumsal sorun hâline gelmiştir. Hızlanan iç göçle büyüyen kentlerde konut, altyapı ve kamu hizmetleri üzerindeki baskı artmıştır. Gecekondu bölgelerinde istihdam güvencesi ve sosyal koruma eksikleri yoğunlaşmış; kent yoksulluğu ile enformel çalışma biçimleri iç içe geçmiştir. Sendikal alanda toplu pazarlık ve grev süreçleri sıklaşmış; işyeri düzeyindeki gerilimler, siyasî kutuplaşmanın da etkisiyle, zaman zaman güvenlik meselesine evrilmiştir.
Ordu'nun Hükümete Uyarı Mektubu (Taylan Maral)【4】
Dış ekonomik koşullar, iç dengesizlikleri pekiştirmiştir. Küresel petrol fiyatlarındaki sıçramalar ile uluslararası finansman maliyetlerindeki artış, dış borç çevirme kapasitesini sınamıştır. Dış kredi akımlarındaki belirsizlikler ve kısa vadeli yükümlülüklerin çevrilmesinde yaşanan zorluklar, ithalatın kısıtlanması ve önceliklendirilmesi yönünde idari tedbirleri teşvik etmiştir. Bu tedbirler, üretim zincirinde girdi teminini aksatmış ve arz şoklarını derinleştirmiştir.
Bu bağlamda 24 Ocak 1980 kararları, kur düzenlemesi, dışa açık büyüme hedefi, fiyat-sübvansiyon rejiminde sadeleşme ve ihracatı teşvik gibi başlıklarda kapsamlı bir istikrar ve dönüşüm programı olarak tasarlanmıştır. Ne var ki siyasî parçalanma ve yürütmedeki zayıflama, programın uygulanmasını kesintili ve tartışmalı kılmıştır. İdari kapasite, gelir politikası ile mali disiplinin eşgüdümünde zorlanmıştır. Program bileşenleri yürürlüğe girmiş olmakla birlikte, uygulamanın bütüncül ve kalıcı sonuçlar üretmesi, artan kamu düzeni tartışmaları ve yönetim krizleri nedeniyle güçleşmiştir.
Hanehalkı refahında, özellikle sabit gelirli kesimlerde satın alma gücünün aşınması dikkat çekmiştir. Temel gıda ve enerji harcamalarının bütçe içindeki payı artmış; tüketim kompozisyonu zorunlu mallara doğru daralmıştır. Krediye erişim kısıtları ve fiyat oynaklığı, küçük esnaf ve zanaatkârlar için sürdürülebilirlik sorunlarını büyütmüştür. Kırsal kesimde girdi fiyatlarındaki artış ve pazara erişim sorunları üretim kararlarını etkilemiş; tarım-sanayi tedarik zincirlerinde düzensizlikler yaşanmıştır.
Kurumsal Tıkanma ve Meşruiyet Sorunları
12 Eylül’e giden dönemde siyasal sistem, temel kurumsal işleyişlerde yoğun bir tıkanma yaşamıştır. TBMM, cumhurbaşkanı seçimi konusunda uzun süren turlar yapmasına rağmen anayasanın öngördüğü çoğunluğu üretememiş; seçim süreci aylar boyunca sonuçlanamamıştır. Bu belirsizlik, yürütme erkinin meşruiyet algısını zayıflatmış ve karar alma süreçlerini yavaşlatmıştır. Cumhurbaşkanlığı makamındaki boşluk fiilen vekâlet hükümleriyle giderilmeye çalışılmış ancak devletin tepe düzeyindeki bu askıda durum, hem bürokraside çekingen davranışları teşvik etmiş hem de siyasal aktörlerin uzlaşma kapasitesinin sınırlı kaldığını göstermiştir.
Darbe Öncesi Siyasi İktidarsızlığa Dair Vurgu Yapan Haber (Ezgi Gürses)【5】
Yasama–yürütme eşgüdümü, koalisyon pazarlıklarının sertleşmesi ve Meclis aritmetiğinin kırılgan yapısı nedeniyle zayıflamıştır. Hükümetler, temel düzenlemeler ile bütçe ve yatırım programlarını Meclis’ten geçirme aşamalarında gecikmeler yaşamış; komisyon–genel kurul hattında sık sık tıkanmalar görülmüştür.
Ekonomi ve iç güvenlik alanındaki düzenlemeler, farklı partilerin önceliklerinin çatışması nedeniyle parça parça ve kısa vadeli çözümlerle yürütülmeye çalışılmış; bu durum ikincil mevzuat yükünü artırmış ve uygulamada yeknesaklığı azaltmıştır. Yürütme, kararname ve yönetmeliklerle uygulama alanı açmaya yönelmiş; ancak siyasal desteğin sınırlılığı, bu adımların kurumsal kalıcılığını zayıflatmıştır.
İdarî kapasite de eşzamanlı baskılar altında kalmıştır. Merkezi idare, sık değişen kabine bileşimleri nedeniyle üst kademe atamalarında istikrar sağlayamamış; müsteşarlık, genel müdürlük ve bağlı kuruluş yönetimlerinde sık rotasyonlar yaşanmıştır. Kamu iktisadî teşebbüslerinde yönetim kurulu kompozisyonları kısa aralıklarla değişmiş; yatırım ve tedarik kararlarında süreklilik sorunları ortaya çıkmıştır. Planlama ve bütçeleme çevrimleri, öngörülemeyen ek ödenekler ve yıl içi revizyonlarla yürütülmek zorunda kalmıştır. Valilik ve kaymakamlık teşkilatında görev yerleri değişiklikleri artmış; yerel düzeyde hizmetlerin sürekliliği ve koordinasyonu bundan etkilenmiştir.
Kenan Evren'in Halk'tan İstediği Desteğe Dair Haber (Ezgi Gürses)【6】
Olağan hukuk düzeni ile sıkıyönetim uygulamaları arasındaki ikili yapı, idarenin karar ve işlem süreçlerinde belirsizlikler doğurmuştur. Sıkıyönetim komutanlıklarının yetkileri genişledikçe mülkî idare–kolluk–yargı üçgeninde emir–talimat zinciri karmaşıklaşmış; bazı illerde aynı konuda birden fazla otoritenin devreye girdiği durumlar yaşanmıştır. Bu ikili zemin, vatandaş nezdinde sorumluluk ve itiraz mercii konusunda belirsizlik üretmiş; idarenin hesap verebilirlik algısı aşınmıştır. Aynı zamanda yargı organlarında artan dosya yükü ve toplu yargılamalar, yargısal süreçlerin makul sürede sonuçlanması ilkesini zorlamış; tutukluluk sürelerinin uzaması kamuoyu tartışmalarını yoğunlaştırmıştır.
Basın–siyaset–bürokrasi ilişkilerinde de kurumsal meşruiyet tartışmaları derinleşmiştir. Farklı siyasal mecralar, cumhurbaşkanlığı seçimi ve hükümetlerin icraatlarına ilişkin değerlendirmelerde sert biçimde ayrışmış; bu ayrışma, devlet kurumlarına güven göstergelerinde dalgalı bir seyir yaratmıştır. Siyasal partiler arası güven erozyonu, Meclis’te asgarî müşterek üretme kapasitesini daha da sınırlamış; anayasal kurumların hakemlik işlevi beklenen ölçüde çalıştırılamamıştır.
Uluslararası Konjonktür ve Dış Etkiler
1974 Kıbrıs Harekâtı sonrasında ABD Kongresi’nin 30 Aralık 1974’te kabul edip 5 Şubat 1975’te yürürlüğe koyduğu silah ambargosu, Ankara–Washington hattında ciddi kırılmalar yaratmıştır. Hükümet 25 Temmuz 1975’te 1969 tarihli Savunma İşbirliği Anlaşması’nı feshetmiş, İncirlik dışındaki ABD tesislerinin faaliyetleri durdurulmuştur.
1980 Darbesine Dair Belgesel (BBC Türkçe)
Başbakan Süleyman Demirel’in 1975’te Helsinki’de Başkan Gerald Ford’la, 1977’de Londra’da Başkan Jimmy Carter’la görüşmeleri sonuç vermemiş, ambargo ancak 1978’de kalkmıştır. Bu süreç Türkiye’nin dış tedarik ve güvenlik mimarisini doğrudan etkilemiştir.
Ege’de Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadından çekilmesi ve dönüş tartışmaları Türkiye’ye dönük baskı kanallarını artırmış, sorunların sorumluluğunun tek yanlı biçimde Ankara’ya yüklenmesi yönünde algı oluşmuştur. Bu tablo, ittifak içi pazarlıklarda Türkiye’nin manevra alanını daraltmıştır.
Dış güvenlik gündemine eşlik eden terör dalgaları, Türk dış misyonlarını hedef almıştır. ASALA, 1973’te faaliyete geçmiş, 1975’te adını duyurmuş, 1975’lerden 1980’lere uzanan dönemde bombalama ve suikastlarla 34 dışişleri görevlisini öldürüp 10’unu yaralamıştır. Bu saldırılar, Türkiye’nin dış temsil ağını ve kamuoyunu doğrudan etkilemiştir.
Darbe Sonrası Avrupa Konseyi Kararına Dair Haber (Ezgi Gürses)【7】
Sovyetler Birliği’yle ekonomik ilişkiler aynı dönemde geliştirilmiştir. SSCB kredileri ve teknik işbirliğiyle İskenderun Demir-Çelik ve Seydişehir Alüminyum gibi ağır sanayi yatırımları gerçekleştirilmiş, 1978’te 288,79 milyon dolarlık karşılıklı ticaret hacmi öngörülmüştür. Bu eksen, Türkiye’nin sanayileşme gündeminde alternatif bir kaynak ve pazar sürekliliği sağlamıştır.
Küresel Soğuk Savaş şokları Türkiye üzerindeki dış baskıları yoğunlaştırmıştır. 1979 İran Devrimi ve Sovyetlerin Afganistan müdahalesi, ABD’nin bölgesel askeri ve istihbarî ayaklarını zayıflatmış, bu bağlamda Türkiye’nin “kilit müttefik” konumu stratejik olarak yükselmiştir. Bu değerlendirmeler, 12 Eylül darbesi üzerinde ABD etkisi olduğu iddialarını besleyen bir tartışma zemini yaratmış; ancak bu bağlantı tezleri literatürde ihtilaflı kalmıştır.
Aynı bağlamda, ABD’nin bölgesel “Çevik Kuvvet” (Rapid Deployment Force) planlamasına Türkiye’de yöneltilen çekinceler, ittifak içi koordinasyonda friksiyon yaratmıştır; karar vericiler bu dosyayı Ege, NATO komuta-kontrol ve geri dönüş meseleleriyle birlikte ele almak zorunda kalmıştır.
Ekonomik cephede 24 Ocak 1980 İstikrar Programı, IMF mutabakatı üzerine yüzde 40 dolayında devalüasyon, katlı kurun kaldırılması, kamu fiyat ayarlamaları ve ücretlerin dondurulması gibi sert adımları içermiş; kararların biçimlenmesi ve sunumu sürecinde Turgut Özal belirleyici bir icracı profil sergilemiştir. Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına kararların gerekçeleri bizzat Özal tarafından brifinglerle aktarılmıştır.
Darbe Sonrası Türkiye (BBC Türkçe)
Bu dış ve iktisadî dinamikler, Adalet Partisi (AP), Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Millî Selamet Partisi (MSP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) hükümetlerinin manevra alanını daraltmış; Demirel ve Ecevit liderliklerindeki kabineler dış baskılarla iç tıkanmaları aynı anda yönetmek zorunda kalmıştır.
Ancak, bütün bu konjonktür 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen darbeyi ne siyasal ne de hukuksal bakımdan meşru kılmamış; darbe, akademik literatürün neredeyse tamamında demokratik düzeni kesintiye uğratan ve hukuk dışı yöntemlerle iktidar değişimini zorlayan bir müdahale olarak değerlendirilmiştir.
Darbenin Hazırlık Süreci ve Gerçekleşmesi
Türk Silahlı Kuvvetleri İçindeki Hazırlıklar
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in başkanlığında Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşan komuta heyeti, 1980 yazında darbe hazırlıklarını kurumsal bir plan dâhilinde yürütmüştür; hazırlıkların kod adı “Bayrak Harekâtı” olarak belirlenmiştir.
26 Ağustos 1980’te Genelkurmay Başkanlığı’nda yapılan toplantıda, darbenin yöntemi, tarih seçenekleri, sivillere verilecek roller, parti liderlerinin nerede ve nasıl gözetim altına alınacağı ile anayasa konusunun işleyişi ayrıntılı biçimde planlanmıştır. İlk tarih olarak 5 Eylül düşünülmüş; ancak Ankara Sıkıyönetim Komutanı’nın yeni göreve başlaması ve hükümetin güvenoyu alması gibi sebeplerle tarih Eylül ortasına ötelenmiştir. Planlama sürecinde Deniz Kuvvetleri Komutanı E. Oramiral Bülend Ulusu’nun görev süresi dolmuş, Donanma Komutanı Oramiral Nejat Tümer Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilmiş; Ulusu ise darbe sonrasında başbakanlığa atanmıştır.
Bu planlı süreç, emir-komuta zinciri içinde yukarıdan aşağıya icra edilecek bir darbe düzeni olarak tasarlanmıştır. Hazırlıkların kritik bir unsuru, iletişim ve yayın altyapısının kontrolüdür. 11 Eylül akşamı TRT Genel Müdürü Doğan Kasaroğlu ile PTT Genel Müdürü Fikri Çağlar ve yardımcıları Genelkurmay’a getirilmiş; yayın ve haberleşme kesintisiz biçimde TSK kontrolüne alınacak şekilde düzenlenmiştir. Dönemin MİT Müsteşarı’nın müdahaleden yaklaşık 48 saat önce bilgilendirildiği; ancak başbakanlığa bu bilgiyi iletmediği belirtilmiştir. Bu tedbirler, 12 Eylül sabaha karşı saat 03.00’te planlanan eşzamanlı harekâtın, PTT-TRT-Emniyet gibi düğüm noktaları üzerinden herhangi bir karşı koyuşla karşılaşmadan yürütülmesini hedeflemiştir.
Darbe Öncesindeki Hazırlıklara Dair (TRT Arşiv)
Komuta heyeti, siyasal alanın yönetimine ilişkin ayrıntıları da önceden kararlaştırmıştır. Parti liderlerinin “yakın oldukları” isimlerin eşlik edeceği ekiplerle evlerinden alınması, sivil bürokrasi ve medya yönetiminde kullanılacak isimlerin listelenmesi ve ilk günlerde uygulanacak güvenlik-idare düzeninin çerçevesi önceden belirlenmiştir. Nitekim Süleyman Demirel’i almakla görevlendirilen ekipte Nahit Menteşe; Bülent Ecevit’i almakla görevlendirilen ekipte ise E. Hv. Org. İrfan Özaydınlı yer alacak şekilde tertip yapılmıştır.
Komutanlar, eylemlerine dayanak göstermek üzere TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesini referans almaya yönelmiş; bu madde üzerinden darbeye “hukukî” bir meşruiyet zemini sağlanabileceği varsayılmıştır. Hazırlıkların son gecesinde, Bakanlar Kurulu’nun olağan toplantısı sürerken, siyasal iktidarın üst kademesinin darbe olasılığına dair resmî bir teyit alamadığı; gece yarısına doğru başbakan konutundaki polis nöbetçilerinin değiştirilmesi ve telefon hatlarının kesilmesiyle birlikte sivil otoritenin fiilen devre dışı bırakıldığı kaydedilmiştir.
Hazırlık safhası, askerî hiyerarşi içinde merkeziyetçi bir komuta yapısı altında; siyasal karar vericilerin bilgilendirilmediği, iletişim-yayın altyapısının önleyici kontrol altına alındığı ve ilk gün güvenlik-idare mimarisinin adım adım planlandığı bir çerçevede tamamlanmıştır. Bu çerçeve, takip eden kronolojide saat 03.00’te harekete geçilmesini ve saat 04.00’te 1 No’lu MGK bildirisinin TRT’den ilanını mümkün kılmıştır.
12 Eylül Sabahının Kronolojisi
11 Eylül 1980 – 17.30
TRT Genel Müdürü Doğan Kasaroğlu Genelkurmay Başkanlığı’na götürülmüştür; kısa süre sonra PTT Genel Müdürü Fikri Çağlar ile iki yardımcısı da aynı yere getirilmiş ve yayın-haberleşme zinciri fiilen kontrol altına alınmıştır. Bu düzenek, darbe sabahı kesintisiz bildirim akışını temin etmeyi hedeflemiştir.
11 Eylül Gecesi – 02.00–02.05
02.00 sularında Başbakan Süleyman Demirel’in Güniz Sokak’taki konutu önündeki polis nöbeti değiştirilmiş, hemen ardından telefon hattı kesilmiştir. 02.05’te Genelkurmay Karargâhı’nın elektrikleri kapatılmış, birlik hareketleri başlamış ve karargâh içindeki görevliler harekâtın fiilen başladığını teyit etmiştir. TRT spikeri Mesut Mertcan bildiriyi okumak üzere önceden hazır edilmiştir.
12 Eylül – 03.00
Harekât planı icraya konulmuş, ülke çapındaki düğüm kurumlar ile emniyet-haberleşme hatları eşzamanlı biçimde denetim altına alınmıştır. Literatürde harekât başlangıcı bu saat olarak kayda geçmiştir.
12 Eylül – 04.00
MGK’nin 1 numaralı bildirisi radyodan yayımlanmıştır. Org. Kenan Evren, TSK’nin emir-komuta zinciri içinde yönetime el koyduğunu duyurmuş, gerekçe ve amaçları sıralamış ve gün içinde ayrıntılı açıklama yapacağını bildirmiştir.
12 Eylül – 05.00
Bütün yurtta sokağa çıkma yasağı yürürlüğe girmiştir; yasağın “ikinci bir emre kadar” süreceği ilan edilmiştir. Aynı paket içinde parlamento ve hükümetin feshi, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması ve yurtdışına çıkış yasağı duyurulmuştur.
12 Eylül – Sabahın İlk Saatleri
Siyasi parti liderleri gözaltı/tahdit uygulamasına tabi tutulmuştur. Bülent Ecevit (OR-AN), Süleyman Demirel (Güniz Sokak) ve Necmettin Erbakan Etimesgut Askerî Havaalanı’na getirilmiştir. Aynı gün içinde Erbakan Uzunada’ya sevk edilmiş; Demirel ve Ecevit ise Hamzakoy’a nakledilmiştir. Alparslan Türkeş’in teslim çağrısına uymaması üzerine daha sonra ayrıca tebligat yapılmıştır.
12 Eylül – Sabah/Öğleye Doğru
MGK’nin 2 numaralı bildirisi ile ülke 12 sıkıyönetim sorumluluk bölgesine ayrılmış, komuta görevlendirmeleri isim isim ilan edilmiştir (Org. Necdet Uruğ, Org. Bedrettin Demirel, Org. Selahattin Demircioğlu vb.). Bu düzen, sahadaki askerî-mülkî koordinasyonu standardize etmeyi amaçlamıştır.
12 Eylül – 13.00
Evren radyo ve televizyonda uzun bir konuşma yapmış; darbenin gerekçelerini ve hedeflerini tekrar etmiş, güncel uygulama esaslarını açıklamıştır. Aynı gün içinde peş peşe yayımlanan diğer bildirilerde fırınların tam kapasite çalışması, sağlık personelinin görev yerlerinde bulunması, gıda ve yakacak naklinin sürmesi gibi ayrıntılı idari hükümler duyurulmuştur.
12 Eylül – Gün İçinde
Ardışık MGK bildirileri aynı gün yayımlanmıştır; öncelik, asayiş ve kamu hizmetlerinin sürekliliğine verilmiştir. Kısa süre içinde MGK’nin tüzel kişiliği ve kompozisyonunu açıklayan metin de duyurulmuş; bildirilerle “günlük yaşamda kesinti yaşanmaması”nın hedeflendiği bildirilmiştir.
Darbe Bildirileri ve Kamuoyuna Duyurular
12 Eylül sabahı 1 No’lu Bildiri saat 04.00’te TRT’den yayımlanmış, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren Türk Silahlı Kuvvetleri’nin emir-komuta zinciri içinde yönetime el koyduğunu ilan etmiş; gerekçe olarak “anarşi ve terör” söylemi, devlet otoritesinin dağıldığı ve anayasal kurumların işlemez hâle geldiği iddiaları sıralanmıştır.
Metin, TSK İç Hizmet Kanunu’na atıfla meşruiyet zemini kurmaya çalışmıştır; aynı gün saat 13.00’te Evren ayrıntılı bir konuşmayla amaç ve ilkeleri tekrar etmiştir. Bu metinler, seçilmiş iktidarı tasfiye eden darbe rejiminin açılış metinleri olarak kurgulanmıştır.
Darbe Sonrası Türkeş'e Teslim Olması İçin Verilen Süre (Ezgi Gürses)【8】
2 No’lu Bildiri aynı gün yayımlanmış ve ülke “12 sıkıyönetim sorumluluk bölgesi”ne taksim edilmiştir; 1. Ordu Komutanı Org. Necdet Uruğ (İstanbul), 2. Ordu Komutanı Org. Bedrettin Demirel (Konya-Niğde-Kayseri-Nevşehir-Yozgat), 3. Ordu Komutanı Org. Selahattin Demircioğlu (Doğu Karadeniz ve Orta Anadolu illeri) başta olmak üzere ordu/kolordu/donanma/taktik hava komutanlarına sıkıyönetim komutanlıkları tevdi edilmiştir. Bu düzen, askerî-mülkî koordinasyonu sahada standardize etmeyi hedeflemiştir.
3 No’lu Bildiri kamu hizmetlerinin aksamaması için ayrıntılı idarî hükümler sıralamıştır. Belediyelerin halk sağlığı ve düzeninden birinci derecede sorumlu olacağı, fırın ve un fabrikalarının tam kapasite çalışacağı, gıda satışlarında istifçiliğe izin verilmeyeceği, sağlık personelinin görev yerlerinde bulunacağı ve zorunlu ulaştırmanın sokağa çıkma yasağı süresince sürdürüleceği duyurulmuştur. Vatandaşların sıkıyönetim komutanlıklarınca yayımlanacak kararlara titizlikle uyması istenmiştir. Bu hükümler, darbenin ilk gününde gündelik hayatın sürekliliğini temine yönelik icra talimatları niteliği taşımıştır.
Mesut Mertcan Darbe Bildirisini Okurken (Faruk Selahattin Yolcu)【9】
4 No’lu Bildiri konseyin kendisini ve yapısını kamuoyuna açıklamıştır; öncelik sıralamasının, önce asayişin tesisi ve sahadaki yetkili komutanlıkların ilanı, ardından MGK’nın kimliğinin duyurulması şeklinde kurgulandığı görülmüştür. Böylece ilk üç bildiride günlük idare-güvenlik akışı düzenlenmiş, dördüncü metinle MGK resmen görünür kılınmıştır.
Aynı gün ve izleyen günlerde yayımlanan bildiriler, sokağa çıkma yasağı, Meclis’in kapatılması ve siyasî faaliyetlerin durdurulması gibi hükümlerle birlikte kamu idaresinin yeni hiyerarşisini ve yetki devrini tanımlamıştır; vatandaşlardan bildirilere uyum talep edilmiştir.
Türkeş'e İdam İstemine Dair Haber (Ezgi Gürses)【10】
Kamuoyuna dönük özel bildirimler de yayımlanmıştır. 13 No’lu Bildiri ile Alparslan Türkeş’e 14 Eylül 1980 saat 13.00’e kadar en yakın garnizon komutanlığına müracaat çağrısı yapılmış; bu çağrıya uyulmaması hâlinde MGK emirlerine aykırılık nedeniyle “suçlu duruma düşeceği” ilan edilmiştir. Bu metin, parti liderlerine uygulanan kişisel özgürlük kısıtlarını ve konseyin otoriter tasarruf alanını açıkça göstermiştir.
Bildirilerin kalem alınışına ilişkin ayrıntılar da kamuoyuna yansımıştır. 1 No’lu Bildirinin taslağının Adnan Başer Kafaoğlu ve Coşkun Kırca tarafından hazırlanmış olduğu, metin üzerinde siyasî partilerin kapatılması ibaresinin çıkarıldığı bilgisi aktarılmıştır; buna rağmen MGK, sıkıyönetim mahkemelerinde hâkim-savcı görevlendirme ve gözaltı sürelerinin uzatılması gibi ağır yetkileri hızla kullanmaya başlamıştır.
Milli Güvenlik Konseyi (MGK) ve Geçici Yönetim
MGK’nın Oluşumu ve Görevleri
12 Eylül 1980 sabahı yürütme ve yasama yetkileri, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren başkanlığındaki beş kişilik konseyde toplanmıştır. Konsey, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşmuştur. TBMM ve Cumhuriyet Senatosu feshedilmiş, siyasal partilerin faaliyetleri durdurulmuş ve ülke genelinde sıkıyönetim genişletilmiştir. Konsey, “geçici yönetim”in en üst karar organı olarak devlet iktidarını fiilen üzerine almış; karar alma süreçleri MGK bildirileri ve konseyce çıkarılan yasalar üzerinden yürütülmüştür.
Yönetimin Komünizm Tehlikesine Yönelik Açıklamaları (Ezgi Gürses)【11】
Konsey, ilk haftada yürütmenin günlük işleyişini sürdürecek bir kabine atamıştır. Emekli Oramiral Bülend Ulusu başbakan olarak görevlendirilmiş, bakanlar kurulu MGK’nın siyasal sorumluluğu altında çalışmıştır. Bu düzen, yürütme organının konsey kararlarıyla yönlendirilmesini ve temel düzenlemelerin konsey onayıyla yürürlüğe konulmasını sağlamıştır. Bütçe, dış borçlanma, yüksek kademe atamaları, kamu iktisadi teşebbüslerinin yönetimi ve güvenlik-idare tedbirleri gibi başlıklarda nihai yetki konseyde toplanmıştır.
MGK, sıkıyönetim komutanlıklarının coğrafi taksimini ve yetki alanlarını belirlemiş; sokağa çıkma yasağı, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yasaklanması, sendikal faaliyetlerin askıya alınması ve grev-lokavtların durdurulması gibi kararlar ülke genelinde uygulanmıştır. Basın-yayın alanında ön denetim ve yayın yasakları genişletilmiş; TRT ve PTT’nin idari denetimi altında haberleşme ve yayın akışı güvenlik öncelikleriyle yeniden düzenlenmiştir. Bu çerçeve, kamu düzeninin konsey talimatlarına göre merkeziyetçi bir hiyerarşi içinde işletilmesini hedeflemiştir.
Konsey, Kurucu Meclise giden yolun ana hatlarını da belirlemiştir. Danışma Meclisi için kontenjan ve seçilme-usul kuralları tanımlanmış; bu meclisin hazırlayacağı anayasa taslağı ve temel siyasal yasaların (siyasi partiler, seçim, sendikalar ve toplu pazarlık, yükseköğretim vb.) çalışma takvimi karara bağlanmıştır. Danışma Meclisi’nce kabul edilen metinler, MGK onayından sonra “kanun” olarak yürürlüğe girmiştir; böylece yasama süreci konsey denetimine tâbi kılınmıştır.
MGK Tarafından Yapılmış Coğrafi Taksimata Dair Harita (Uğur Ersinadım)【12】
Yargısal denetim bakımından konsey dönemi, olağan denge-denetim mekanizmalarının askıya alındığı bir rejim oluşturmuştur. Konsey ve Danışma Meclisi eliyle çıkarılan düzenlemelerin yargısal denetime konu edilemeyeceği hükmü, dönemin hukuk mimarisinin temel dayanağı hâline gelmiştir. Sıkıyönetim mahkemeleri geniş yetkilerle donatılmış, gözaltı ve tutukluluk rejimi sertleştirilmiş ve çok sayıda toplu yargılama süreci başlatılmıştır. Bu yapı, demokratik hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayan bir darbe yönetimini kurumsallaştırmıştır.
MGK, yükseköğretim, sendikal alan, dernekler hukuku, kamu personel rejimi ve medya düzeni gibi sahalarda kalıcı etkileri olan çok sayıda temel yasayı yürürlüğe koymuştur. Yükseköğretim Kurulu’nun tesisi, siyasi partiler ve seçim mevzuatının yeniden yazılması, sendikalar ve toplu iş ilişkileri alanındaki sıkı kısıtlar ile kamu yönetiminde merkezileşme eğilimi bu dönemde şekillenmiştir. Bu adımlar, 1982 Anayasası ve onu izleyen uygulanışla birlikte, sonraki yılların siyasal–kurumsal çerçevesini belirleyen ana düzenekler hâline gelmiştir.
Sıkıyönetim Uygulamaları
12 Eylül sabahı yayımlanan ilk bildirimlerden itibaren ülke 12 sıkıyönetim sorumluluk bölgesine ayrılmış, bölgelere sıkıyönetim komutanları atanmış ve mülkî-idarî yapı askerî hiyerarşiyle eşgüdümlü çalışacak şekilde yeniden düzenlenmiştir. Başlangıç emriyle sokağa çıkma yasağı “ikinci bir emre kadar” ilan edilmiş; yasağın saat aralıkları illere göre farklılaştırılarak güncellenmiştir. Şehir giriş-çıkışlarında kontrol noktaları tesis edilmiş, kimlik kontrolü ve araç araması rutin hâle gelmiş; şehirlerarası seyahatler izin belgesi ve zorunluluk kriterine bağlanmıştır.
Toplantı ve gösteri yürüyüşleri ile her türden açık hava etkinliği yasaklanmış; siyasal partilerin miting ve teşkilat faaliyetleri durdurulmuştur. Derneklerin genel kurulları ertelenmiş veya idari kararla askıya alınmış; sendikal alanda grev ve lokavtlar durdurulmuş, toplu pazarlık süreçleri geçici düzenlemelerle sınırlandırılmıştır. Üniversite kampüsleri ve öğrenci yurtları askerî-idarî denetime alınmış; kampüslere giriş-çıkış, afişleme ve toplantı düzeni için sıkıyönetim komutanlıklarından ön izin şartı getirilmiştir.
Basın-yayın alanında ön denetim ve yayın yasakları devreye sokulmuş; haber, yorum, ilan ve tefrikalarda kamu düzenini zedeleyici veya “tahrik edici” görülen içerikler toplatılmıştır. Radyo-televizyon yayın akışı, başta TRT olmak üzere, sıkıyönetim emirleri doğrultusunda standardize edilmiş; PTT üzerinden yürüyen telgraf, telefon ve faks trafiği gözetim ve kısıtlama tedbirlerine tabi tutulmuştur. Gazete sayfalarında tekzip ve resmî duyuru metinleri için ayrılmış bloklar yaygınlaştırılmıştır.
Sıkıyönetim Uygulamalarına Dair Propaganda Metni (Ezgi Gürses)【13】
Arama, el koyma ve gözaltı yetkileri, sıkıyönetim mevzuatına dayanılarak genişletilmiştir. Konut ve işyerlerinde önleme esaslı aramalar daha sık uygulanmış; silah, yayın ve evraklara hızlı el koyma imkânı tanınmıştır. Gözaltı süreleri olağanüstü rejim kapsamında uzatılmış, toplu gözaltı ve toplu yargılama dosyaları için standart prosedürler oluşturulmuştur. Sıkıyönetim mahkemeleri, sivilleri de yargılayacak biçimde geniş yetkilerle donatılmış; savunma–iddia dengesi ve tutukluluğun ölçülülüğü konularında hak ihlali iddiaları yoğunlaşmıştır.
Ekonomik ve belediye hizmetleri cephesinde, kamu düzeninin sürdürülmesi amacıyla ayrıntılı idarî hükümler yürürlüğe konulmuştur: fırın ve un fabrikalarının tam kapasite çalışması emredilmiş; sağlık personelinin görev yerlerinde hazır bulunması, temel gıda ve yakacak dağıtımının aksatılmaması ve resmî taşıt–zorunlu ulaştırma faaliyetlerinin sokağa çıkma yasağı muafiyetleriyle sürdürülmesi sağlanmıştır. İstifçilik ve karaborsa ile mücadele için fiyat ve stok denetimleri sıklaştırılmış; belediyelere kollektif sorumluluk yükleyen hükümlerle temizlik, aydınlatma ve su hizmetlerinin kesintisiz yürütülmesi istenmiştir.
Kamu görevlileri ve üst kademe atamaları sıkıyönetim makamlarının onayına bağlanmış; valilik, emniyet, millî eğitim, yükseköğretim ve basın-yayın bürokrasisinde rotasyonlar gerçekleştirilmiştir. Bu çerçevede, merkez–taşra zincirinde emir–komuta tekliği gözetilmiş; tereddütlü durumlarda sıkıyönetim komutanlıklarının yazılı talimatları asıl bağlayıcı metin sayılmıştır.
Uygulamaların insan hakları boyutunda, uzatılmış gözaltı, işkence iddiaları, avukata erişim ve haberleşme özgürlüğü kısıtları yoğun tartışmalara konu olmuştur. Posta–telefon gözetimi ve yayın yasakları ifade özgürlüğünü daraltmış; gazeteciler, yazarlar ve akademisyenler hakkında gözaltı–tutuklama tedbirleri yaygınlaşmıştır. Sıkıyönetim pratiği, kuvvetler ayrılığı ve yargısal denetim ilkelerini fiilen askıya alan antidemokratik ve hukuk dışı bir rejim çerçevesinde yürütülmüş; sivil alanda korku ve oto-sansür iklimi oluşmuştur.
Danışma Meclisi ve Anayasa Hazırlıkları
12 Eylül sonrasında Kurucu Meclis adıyla iki kanatlı bir yapı oluşturulmuştur. Karar yetkisi MGK’da toplanmış, Danışma Meclisi ise anayasa ve temel siyasal yasalar için metin üreten istişarî organ olarak tasarlanmıştır. Kurucu Meclis’in görev alanı, yeni anayasanın hazırlanması ve halkoyuna sunulması ile siyasi partiler ve seçim kanunlarının çıkarılması olarak tanımlanmıştır; TBMM açılıncaya kadar yasama işlevinin bu yapı tarafından yürütüleceği öngörülmüştür.
Danışma Meclisi’nin üye sayısı 160 olarak belirlenmiştir; bunun 120’si illerden valilikler aracılığıyla bildirilen adaylar içinden MGK tarafından seçilmiştir, 40’ı ise doğrudan MGK tarafından atanmıştır. Üyelik için 30 yaşını doldurmuş olmak, Türk vatandaşı olmak, yükseköğrenim yapmış olmak ve 11 Eylül 1980 itibarıyla herhangi bir siyasi partiye üye olmamış bulunmak gibi koşullar öngörülmüştür; MGK’nın doğrudan atadıkları için yükseköğrenim şartı aranmadığı belirtilmiştir.
Yeni Anayasaya Dair Haber (Ezgi Gürses)【14】
Meclis kompozisyonu 155 erkek ve 5 kadın üyeden oluşmuştur; hukukçular, siyasal bilgiler kökenliler, subay kökenliler, iktisatçılar ve mühendis-mimarlar ağırlık kazanmıştır. Üye profilinin önemli bir kısmı kamu görevlisi geçmişine dayanmıştır; bu bileşim, meclisin toplumsal temsili bakımından sınırlı bir çeşitlilik sunduğu yönündeki değerlendirmeleri güçlendirmiştir.
Danışma Meclisi 23 Ekim 1981’de en yaşlı üye Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak başkanlığında ilk oturumunu yapmıştır; ardından başkanlık divanı oluşturulmuştur. Anayasa Komisyonu 23 Kasım 1981’de 15 üyeyle kurulmuştur; başkanlığa Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı, başkan yardımcılığına Prof. Dr. Şener Akyol getirilmiştir. Komisyonun çalışmaları büyük ölçüde kapalı oturum usulüyle yürütülmüştür; komisyon üyeleri arasında akademisyen hukukçuların yanı sıra farklı meslek gruplarından isimler de yer almıştır.
Komisyon, taslak metni 17 Temmuz 1982 itibarıyla tamamlamıştır. Taslak, Danışma Meclisi Genel Kurulu’nda görüşüldükten sonra MGK’nın son sözü uyarınca nihai hâlini almıştır. Bu ilişki biçimi, Danışma Meclisi’nin ast-üst hiyerarşisi içinde çalıştığını ve norm koymada MGK onayının belirleyiciliğini pekiştirmiştir.
Halkoylamasına gidiş sürecinde yasa ve takvim hükümleri belirlenmiş, anayasanın 7 Kasım 1982’de referanduma sunulacağı duyurulmuştur. Bu süreçte Kenan Evren ülke çapında gezilerle anayasayı tanıtmış, onay talep eden konuşmalar yapmıştır; referandumda anayasa yüksek bir oy oranıyla kabul edilmiştir.
1982 Anayasası'na Dair (32. Gün)
Geçici maddeler, devlet başkanlığı ve MGK üyelerine ilişkin düzenlemeler ile siyasî yasaklar gibi hükümler içermiştir; yürütme organı ve özellikle Cumhurbaşkanlığı makamı geniş yetkilerle donatılmıştır. Anayasa, tek meclisli yapıyı tesis etmiş, yürütmeyi ve Millî Güvenlik Kurulunu güçlendiren hükümler getirmiş, hak ve özgürlükler alanında ise kısıtlayıcı hükümler benimsemiştir.
Süreç bütünüyle çoğulcu rekabetten arındırılmış bir siyasal iklimde yürütülmüştür; siyasal partilerin kapalı olduğu, basın-yayın üzerinde ön denetim ve yasakların bulunduğu, sıkıyönetim uygulamalarının sürdüğü koşullarda yapılan tartışmalar, toplumsal katılımın sınırlı kaldığını göstermiştir. Danışma Meclisi’nin sosyolojik bileşimi ve çalışma usulleri, metnin demokratik temelini zayıflatan başlıca unsurlar arasında değerlendirilmiştir.
Hukuk Düzeni ve Yargı Süreçleri
İdam Cezaları ve İnfazlar
12 Eylül sonrasında ölüm cezalarının onay ve infaz mekanizması, darbenin kurduğu geçici hukuk düzeni içinde yeniden yapılandırılmıştır. Onaylamalar 12 Eylül 1980–25 Ekim 1981 arasında MGK döneminde, 25 Ekim 1981–14 Ekim 1983 arasında Danışma Meclisi döneminde, 6 Kasım 1983 sonrasında ise TBMM döneminde yapılmıştır. 1984’ten itibaren fiilî olarak infazların durdurulduğu görülmektedir. İnfazlar, hem “siyasî” olarak nitelendirilen dosyalar hem de “adlî” suç kapsamına giren dosyalar üzerinden gerçekleştirilmiştir.
Darbe Dönemi İşkencelerine Dair Anılar (Bünyamin Uzun)【15】
İnfaz çizelgesi, ilk uygulamaların 1980 sonbaharında Ankara’da yapıldığını göstermektedir. Necdet Adalı (7 Ekim 1980, Ankara) ve Mustafa Pehlivanoğlu (7 Ekim 1980, Ankara) aynı hafta içinde idam edilmiştir. Bunu, Serdar Soyergin (25 Ekim 1980, Adana) ve kamuoyunda geniş yankı uyandıran Erdal Eren (13 Aralık 1980, Ankara) takip etmiştir. 1981 yılında hem siyasî hem adlî nitelikte çok sayıda dosyada infaz yapılmıştır. Cevdet Karakaş (4 Haziran 1981, Elâzığ), Veysel Güney (10 Haziran 1981, Gaziantep), Ahmet Saner ve Kadir Tandoğan (25 Haziran 1981, İstanbul) ile Mustafa Özenç (20 Ağustos 1981, Adana) bunlar arasında yer almıştır.
1983 yılı, hem siyasî hem de adlî dosyaların bir arada ve farklı illerde infaz edildiği bir dönem olmuştur. Özellikle Levon Ekmekçiyan’ın (ASALA) infazı 28 Ocak 1983’te Ankara’da gerçekleştirilen ve çok konuşulan bir infaz olmuştur. Aynı ay ve izleyen aylarda Ramazan Yukarıgöz, Ömer Yazgan ve Erdoğan Yazgan gibi siyasî mahkûmların infazları İzmit’te icra edilmiştir. Adlî dosyalarda ise Akşehir, Keşan, Kilis, Edirne, Nazilli, Isparta, Ordu gibi merkezlerde peş peşe infazlar yapılmıştır. 5 Haziran 1983’te İzmir’de Halil Esendağ ve Selçuk Duracık’ın infazları aynı gün uygulanmıştır.
12 Eylül İdamlarına Dair Yargılamalar (Bünyamin Uzun)【16】
1984 yılı, infazların sona erdiği eşik olarak öne çıkmıştır. İlyas Has’ın infazı 6 Ekim 1984’te İzmir’de yerine getirilmiştir. Aynı çizelge, Hıdır Aslan’ın 24 Ekim 1984’te İzmir’de idam edildiğini göstermektedir. Bu tarihten sonra fiilen infaz pratiğinin sonlandığı, sonraki yıllarda ölüm cezasının uygulanmadığı anlaşılmaktadır. Usul ve yargılama bağlamında, infazlara giden süreçler sıkıyönetim mahkemeleri ve olağanüstü usuller altında yürütülmüştür. Bazı infazlarda gözaltı sürelerinin uzatılması, toplu yargılama dosyaları, delillerin toplanması ve değerlendirilmesi ile savunma hakkına erişim başlıklarında yoğun tartışmalar yaşanmıştır.
Siyasi Partilerin Kapatılması
12 Eylül sonrasında siyasi parti faaliyetleri önce MGK’nin 7 No’lu Bildirisi ile durdurulmuş, ardından 16 Ekim 1981 tarih ve 2533 sayılı “Siyasi Partilerin Feshine Dair Kanun” çıkarılarak tüm partiler (AP, CHP, MSP, MHP dâhil) toplu olarak feshedilmiştir. kanun aynı gün Resmî Gazete’nin mükerrer sayısında yayımlanmıştır.
Kanunun 1. maddesi, 12 Eylül 1980’e kadar kurulmuş ve faaliyeti MGK bildirisince yasaklanmış bütün partilerin merkez–taşra teşkilatları ve yan organlarıyla birlikte feshedildiğini hükme bağlamış; 2. madde, taşınır–taşınmaz tüm mal varlıklarının Hazine’ye geçeceğini belirtmiştir. 3. madde ise Atatürk’ün vasiyetinin icrasına ilişkin CHP’ye tevdi edilmiş idare görevini, Devlet Başkanlığı Genel Sekreterliğine devretmiştir. Bu düzenek, partileri yargı yoluyla değil idari–askerî tasarrufla ortadan kaldıran istisnaî bir uygulama olarak kayda geçmiştir.
Fesih kararının siyasal gerekçesi, “eski düzenin” aktörleri üzerinden siyasetin yeniden canlanmasının önlenmesi olarak sunulmuştur nitekim MGK, 15 Ekim 1981’de kanunu kabul edip 16 Ekim 1981’de yayımlatarak, partilerin toplu kapatılmasını ve malların tasfiyesini derhâl yürürlüğe sokmuştur. Sürecin öncesinde de 31 ve özellikle 52 No’lu bildiriler ile siyasal tartışma, toplantı ve yayınlara ilişkin geniş yasaklar getirilmiş; böylece feshe giden yol kademeli kısıtlama rejimi ile örülmüştür.
Siyasi Partilerin Kapatılmasına Dair (Ezgi Gürses)【17】
Fesih sonrasında kurulan yeni partiler, Siyasi Partiler Kanunu’nun “Geçici 4. maddesi” ve ilgili seçim hükümleri sayesinde MGK vetosuna tabi kılınmıştır; bir partinin seçimlere katılabilmesi için kurucular listesinin MGK’dan onay alması şart koşulmuş, uygun görülmeyen kurucuların değiştirilmesi istenmiş ve liste onayı reddedilen partiler fiilen yarış dışı bırakılmıştır. 1983 yazında kurucu listeleri üzerinde yüzlerce veto uygulanmış; örneğin SODEP ve DYP’nin kurucularının önemli bölümü reddedildiği için bu partiler seçimlere sokulmamıştır.
Bu mekanizma, yargısal denetim yerine idari vetoyla parti rekabetini biçimlendiren bir eleme aracı olarak işletilmiştir. Eski merkez-sağ damarın ilk hamlelerinden Büyük Türkiye Partisi (BTP), “feshedilmiş partilerin devamı” sayıldığı gerekçesiyle MGK’nin 79 sayılı kararıyla 31 Mayıs 1983’te kapatılmıştır; aynı dönemde yasaklı eski lider ve kadrolara yönelik “Zincirbozan” tecridi uygulanmış ve yeni parti girişimleri idari kısıtlara takılmıştır. Bu örnek, fesih sonrası dönemde de siyasetin idari vesayet altında tutulduğunu göstermiştir.
Feshe eşlik eden siyasal yasaklar da kapsamlı olmuştur. 1982 Anayasası ve eşlik eden düzenlemelerle, 16 Ekim 1981’de kapatılan partilerin genel başkan ve yöneticilerine 10 yıl süreyle siyaset yasağı getirilmiş; yasak 6 Eylül 1987 referandumu ile kıl payı kaldırılmıştır. Böylece 1970’lerin önde gelen siyasetçileri 1987 sonrası kademeli biçimde aktif siyasete dönebilmiştir. Bu bütün çerçeve, darbe döneminin antidemokratik ve hukuk dışı niteliğinin siyasal örgütlenme alanındaki en belirgin tezahürü olarak değerlendirilmiştir.
Anayasal Düzenlemeler ve 1982 Anayasası
1982 Anayasası, Kurucu Meclis düzeni altında Danışma Meclisi tarafından hazırlanmış ve 7 Kasım 1982’de yapılan halkoylamasında kabul edilmiştir; böylece darbe sonrası geçici hukuk mimarisi kalıcı bir çerçeveye dönüştürülmüştür. Metin, yürütmeyi güçlendiren, Millî Güvenlik Kurulu’nu anayasal bir organa dönüştüren ve temel hak ve özgürlükler üzerinde geniş sınırlama rejimi kuran hükümlerle şekillenmiştir. Süreç, serbest siyasal rekabetin askıda olduğu, partilerin kapalı bulunduğu ve sıkıyönetimin sürdüğü koşullarda yürütülmüş; bu nedenle demokratik meşruiyet zemini tartışmalı kalmıştır.
Yürütme mimarisi belirgin biçimde merkezîleştirilmiştir. Cumhurbaşkanı’na meclisi toplantıya çağırma, kanunları iade etme, yargı organlarına üye seçme ve MGK’na başkanlık etme gibi geniş yetkiler tanınmıştır. Kanun hükmünde kararnameler yoluyla Bakanlar Kurulu’na ikincil düzenleme alanı açılmıştır. Parlamenter sistem korunmuş görünmekle birlikte, yürütmenin ağırlık merkezi cumhurbaşkanlığı ekseninde artmıştır. Bu tercihler, darbe döneminin “güçlü yürütme” önceliğini anayasal düzeye taşımıştır.
1982 Anayasasına Dair (TRT Haber)
MGK’nın anayasal statüsü 1961 Anayasası’ndaki danışma işlevinin ötesine geçirilmiştir. Kompozisyon ve görev tanımı, güvenlik ve dış politika alanlarında “öncelikle dikkate alınacak” nitelikte tavsiyeler üretme yetkisiyle güçlendirilmiş; böylece askerî otoritenin sivil karar alma üzerindeki etkisi kurumsallaştırılmıştır.
Yasama düzeni tek meclisli bir yapı ile yeniden tesis edilmiştir. Seçim ve siyasi partiler rejimi, Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu ile birlikte katı kurallara bağlanmış; parti içi demokrasi, örgütlenme, finansman ve ittifak imkânları sert sınırlara tabi kılınmıştır. Bu alan, 1980’ler boyunca siyasal rekabetin gövdesini belirleyen dar bir koridora indirgenmiştir.
Yargı sistemi hem kurumsal tasarım hem de olağanüstü yargı başlıklarında yeniden düzenlenmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin üye belirleme mekanizmasında yürütmenin ağırlığı artmış, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (o dönemki adıyla) bileşimi ve çalışma usulü, Adalet Bakanı ve müsteşarı üzerinden yürütme etkisine açık kurgulanmıştır. Devlet Güvenlik Mahkemeleri anayasal zeminde öngörülmüş; sıkıyönetim/OHAL rejimine paralel biçimde siyasî nitelikli suçlamaların görüldüğü özel yargılama kanalları tesis edilmiştir. Askerî yargı alanı geniş tutulmuş; sivil-asker yargı ayrımı, yargısal birlik ilkesi aleyhine olacak biçimde derinleşmiştir.
Temel hak ve özgürlükler kısmı, kapsamlı genel sınırlama sebepleri ve ödev-sorumluluk vurgusuyla çerçevelenmiştir. Kişi güvenliği, ifade ve basın özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü, dernekleşme, sendika–grev–lokavt ilişkileri ile üniversite özerkliği alanlarında sıkı kayıtlar getirilmiştir. Basın ve yayın rejiminde ön denetim ve yasak mekanizmaları idari kararlarla güçlendirilmiş; kamu tüzel kişiliği altında yürütülen yayıncılığın özerklik vurgusu zayıflatılmıştır. Üniversiteler alanında anayasal çerçeve, 1981 tarihli YÖK yapılanmasını destekleyen merkeziyetçi bir üst kurgu oluşturmuştur.
1980 Darbesi Süreci (32. Gün)
Geçici maddeler, darbe düzeninin taşıyıcı kolonlarını güvence altına almıştır. Devlet Başkanlığı’nın (Kenan Evren) cumhurbaşkanlığına dönüşmesi, MGK üyeleri ve darbe döneminde çıkarılan işlem–kararların yargısal denetim dışında tutulması, siyasal yasakların on yıl süreyle uygulanması ve kapatılan partilerin devamı sayılabilecek oluşumlara getirilen engeller, bu geçici rejimin kalıcılığını pekiştirmiştir. Danışma Meclisi ve MGK eliyle çıkarılmış normların yargı yoluna kapalı tutulması, hukuk devleti ve denge–denetim ilkelerini zayıflatmıştır.
Uygulama ve sonuçlar bakımından, 1982 Anayasası 6 Kasım 1983 seçimleriyle sivil hükümete geçişe eşlik etmiş; ancak yürütme ağırlıklı mimari, MGK’nın kurumsal etkisi, siyasî yasaklar ve olağanüstü yargı kanalları yoluyla darbe sonrası benzer düzen sürdürülmüştür. 1990’larda yapılan çok sayıdaki kısmi değişikliğe rağmen, 1982 Anayasası’nın kurucu mantığı uzun süre Türkiye’nin siyasal–kurumsal hayatını belirlemiştir.
İnsan Hakları ve Cezaevleri
Gözaltılar, İşkence İddiaları
12 Eylül sonrasında gözaltı, soruşturma ve tutuklama süreçleri olağan hukukun dışına taşan istisnaî bir rejim hâline gelmiştir. Ülke çapında geniş operasyonlarla on binlerce kişi gözaltına alınmış; yalnızca Genelkurmay Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu’nun verdiği resmî sayıya göre 12 Eylül 1980–23 Temmuz 1982 arasında 18.134 kişi tutuklanmıştır. Dönemin genel tablosu, geniş kapsamlı gözaltı uygulamalarının 650.000 kişiye ulaştığını göstermiş; 1.683.000 kişi hakkında kayıt tutulduğu ileri sürülmüştür.
Bu göstergeler, darbe döneminde toplu gözaltı ve yaygın soruşturma pratiklerinin sistematik bir araç olarak işletildiğini ortaya koymuştur. 22 Eylül 1980 tarihinde yürürlüğe giren düzenlemeyle gözaltı süresi 30 güne çıkarılmış, bu sürenin üç kez uzatılabilmesi öngörülmüştür; uygulamada gözaltının 45 ve 90 güne ulaştığına dair çok sayıda örnek kayda geçmiştir.
Operasyonlar çoğu kez baskın şeklinde yürütülmüş; arama ve el koyma işlemleri, hâkim kararına bağlılık ilkesinden uzaklaştırılarak emir-komuta çizgisiyle yapılır hâle gelmiştir. Kanuna aykırı elde edilen delilin delil sayılamayacağı ilkesi pratikte askıya alınmış; kolluk kuvvetleriyle yapılan işlemler karakol, amirlik ve müdürlüklerde yoğunlaşmıştır.
12 Eylül Sürecinin Sonuçlarına Dair (32. Gün)
Savunma hakları kısıtlanmıştır. Müdafi yardımından yararlanma, çoğu yerde ancak gözaltının tutukluluğa dönüşmesinden sonra mümkün kılınmış; müdafilerin iddianameye erişimi güçleşmiştir. Sanık–müdafi özel görüşmeleri daraltılmış; sanıkların mahkemede yaşananları anlatmaları hâlinde yeniden işkenceye maruz kalacakları yönünde tehditler kayda geçmiştir. Ayrıca redd-i hâkim başvuruları daraltılmış, toplu suçlarda gözaltı süreleri uzatılmış ve kimi zaman sanıksız duruşma yapılabileceği yolunda düzenlemeler getirilmiştir. Bu tablo, yargılamanın bağımsızlığı ve adil yargılanma güvencelerini zedelemiştir.
İşkence iddiaları da yaygınlaşmıştır. Soruşturmalarda fiziksel ve psikolojik şiddet yöntemlerinin sistematik biçimde kullanıldığına dair anlatımlar çoğalmış; “itiraf” baskısı altında alınan ifadeler delil kabul edilmiştir. Hatta Ankara 1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin eski bir kararında “Şu halde iddia edildiği gibi, işkence yapılmış ise, gerçeğe aykırı bilgi edinilmemiş, gerçeğe uygun bilgi edinilmiştir.” yönündeki gerekçe, işkenceyle elde edilen ifadelerin hukukî geçerliliğine kapı aralamıştır.【18】
Gözaltında ölüm ve kaybolma iddiaları, resmî açıklamalarda çoğu kez “intihar”, “kaçmaya teşebbüs” veya “doğal ölüm” olarak nitelenmiştir; ancak olayların koşulları, caydırma ve sindirme odaklı bir politikanın izlendiği kanaatini güçlendirmiştir. Poliste sorgu sürecinde meydana gelen ölümler kamuya yansımış; haklarında askerî savcılık işlemi yapılan kolluk görevlisi örnekleri görülmüşse de, soruşturmaların caydırıcı bir sonuç üretmediği eleştirileri sürmüştür.
Cezaevi aşamasına geçenlerde de kötü muamelenin sürdüğü görülmektedir. 12 Eylül döneminin sembolik üç cezaevi olarak Mamak Askerî Cezaevi, Metris ve Diyarbakır öne çıkmıştır; saçların topluca kesilmesi, askerî talim dayatmaları, tek tip elbise, tecrit/hücre ve duruşmalara götürülürken dayak/tehdit gibi uygulamalar sıklıkla rapor edilmiştir. Mamak’ta komuta zincirindeki uygulamalara ilişkin tanıklıklar ve itiraflar kamuoyuna yansımış; kötü muamelenin “kurum kültürü”ne dönüştüğünü savunan değerlendirmeler sıklaşmıştır.
Diyarbakır Cezaevi Örneği
Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi, darbe sonrasında sıkıyönetim zincirine eklemlenmiş ve 1980’lerin ilk yarısında ağır hak ihlalleriyle anılan bir kurum hâline gelmiştir. Cezaevi yönetimi askerî otoriteye bağlanmış; denetim ve disiplin düzeni, sıkıyönetim emirlerine dayanan merkezî ve sert bir rejim içinde işletilmiştir. Kurumun mimarisi, tecrit–gözetim–nizamiye hatlarında kesintisiz kontrol üretmeye elverişli bir düzenle kurgulanmış; koğuş içi idare de sıkı bir iç hiyerarşi ve “disiplin sorumluları” üzerinden sağlanmıştır.
Gündelik Rejim ve Disiplin
Tutuklu ve hükümlülere tek tip elbise dayatması yapılmış; tekmil–içtima–nizam gibi askeri ritüeller günlük rutinin asli unsuru hâline getirilmiştir. Ziyaret, mektup ve telefon hakları ön denetim ve kısıtlama usulleriyle daraltılmış; mektuplar sansüre tabi tutulmuş, kimi dönemlerde avukat görüşmeleri dahi gözetim altında yapılmıştır. Revir ve sağlık hizmetlerine erişim sıklıkla izne bağlanmış; sağlık raporları ve adlî muayeneler, idarenin onay süreçlerinden geçmek zorunda kalmıştır.
Soruşturma ve Sorgu Pratiği
Gözaltıdan cezaevine geçişte ve cezaevi içi disiplin süreçlerinde itiraf odaklı bir yaklaşım belirginleşmiş; fiziksel ve psikolojik şiddet iddiaları yaygın ve sistematik nitelik kazanmıştır. Tecrit/hücre, zorla ayakta bekletme, uyku yoksunluğu, soğuk–sıcak şoku, dayak, askı, elektrik ve cinsel onur kırıcı uygulamalar gibi yöntemler tanıklıklarda yoğun biçimde aktarılmıştır. Bu ortamda korku ve itaat kültürü üretilmiş; koğuş içi hiyerarşi ve “nizamı bozan”a yönelik kolektif yaptırımlar, bireysel hak arama eğilimlerini bastırmıştır.
Hukuki Güvencelerin Aşınması
Müdafi ile gizli görüşme hakkı fiilen daraltılmış; iddianame ve dosyaya erişim geciktirilmiş, itiraz–şikâyet kanalları işlememiştir. Disiplin cezaları (hücre, görüş–mektup yasağı vb.) geniş ve belirsiz formüllerle uygulanmış; bu cezaların yargısal denetimi etkisiz kalmıştır. Cezaevinden mahkeme–revir–hastane sevklerinde kelepçe–süründürme–tek sıra gibi aşağılayıcı muamele iddiaları ısrarlı biçimde rapor edilmiştir.
Ölüm, İntihar ve Kalıcı Hasar İddiaları
Cezaevinde ölüm ve intihar vakalarına ilişkin kayıt–anlatı uyumsuzlukları görülmüş; resmî açıklamalar ile tanıklıklar arasında çelişkiler oluşmuştur. Kötü muamelenin kalıcı bedensel–psikolojik hasarlara yol açtığı; tahliye sonrası rehabilitasyon ihtiyacının karşılanamadığı sıklıkla vurgulanmıştır. Olaylara dair idarî–adli soruşturmalar başlatılmış olsa da, bu süreçlerin caydırıcı sonuçlar üretmediği yönünde güçlü bir kanaat oluşmuştur.
Genel çerçevede, Diyarbakır Cezaevi örneği, insan onurunu zedeleyen uygulamalarla anılmıştır. Bu örnek, ceza infaz sisteminin sivil yönetim ve demokrasi temelli bir zeminden uzaklaştırıldığında, yargısal güvencelerin ne ölçüde kırılganlaştığını ve sorumluluk–şeffaflık mekanizmalarının nasıl işlevsizleştiğini göstermiştir.
Uluslararası İnsan Hakları Raporları
12 Eylül sonrasında işkence ve kötü muamele iddiaları, darbenin ilk günlerinden itibaren yalnızca Türkiye kamuoyunun değil, uluslararası çevrelerin de gündemine girmiştir. Avrupa Konseyi’nde konu tartışma başlığı hâline gelmiş, Brüksel merkezli Demokratik Hukukçular Beynelmilel Derneği ile Uluslararası Af Örgütü Türkiye’ye temsilciler göndermiş ve yaptıkları incelemeleri uluslararası basında (özellikle Le Monde’da) yayımlamışlardır. Bu süreç, iddiaların ülke sınırlarını aşarak belgelenmiş ve görünür kılınmış olduğunu göstermiştir.
Sıkıyönetim makamları, artan uluslararası ilgiyi de besleyen işkence haberlerini engelleme yönünde hareket etmiş ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı “20 numaralı bildiri” ile işkenceye dair haber ve röportajların yayımlanmasını açıkça yasaklamıştır. Bu düzenleme, bilgi akışını kısıtlama yoluyla ihlâl iddialarının kamuoyundaki yansımalarını denetim altına alma amacı güttüğünü göstermiştir.
Emek ve sendikal haklar alanında ise uluslararası denetim mekanizmaları hızla devreye girmiştir. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) nezdinde Türkiye aleyhine çok sayıda şikâyet dosyası açılmış; 997, 999 ve 1029 sayılı davalar çerçevesinde ILO heyeti 12–22 Temmuz 1982 tarihlerinde Türkiye’ye gelerek yerinde incelemeler yapmıştır. İncelemeler, 12 Eylül sonrasında sendikal örgütlenme ve faaliyetlere yönelik yasaklama ile kısıtlamaların uluslararası standartlar bakımından sorunlu bulunduğunu ortaya koymuştur.
12 Eylül Hapishanelerine Dair Belgesel (BBC Türkçe)
Aynı dönemde uluslararası ve yabancı basın raporları, gözaltı sürelerinin olağanüstü biçimde uzatılmış olduğunu ve kolluk yetkilerinin genişletildiğini not etmiş; bu uygulamaların kötü muamele riskini artırdığı vurgulanmıştır. 12 Eylül 1980 sonrasında yeni Sıkıyönetim Yasası ile gözaltı süresi 30 güne çıkarılmış ve bu sürenin üç kez uzatılabilmesi, eleştirilerin odak noktalarından biri hâline gelmiştir. Bu çerçevede, işkence ve kötü muamelenin yaygınlığına ilişkin tespitlerin insan hakları belgelerine yansıdığı görülmüştür.
İhlâl iddialarının çapını ve bağlamını göstermek üzere uluslararası kuruluşların raporlarında, darbe dönemi yargılamaları ve toplu tutuklamalar önemli bir gösterge olarak yer almıştır. Genelkurmay kaynaklı resmî verilere göre 12 Eylül 1980–23 Temmuz 1982 arasında 18.134 kişi tutuklanmış; bu tablo, raportörlerin “yaygın baskı ortamı” değerlendirmelerini güçlendirmiştir. Ayrıca binlerce kişinin siyasi nedenlerle ülkeyi terk etmiş olduğu kaydedilmiştir; bu hareketlilik, sığınma başvurularının arttığına dair uluslararası istatistiklerle de örtüşmüştür.
Ulusal insan hakları kayıtlarının (özellikle Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın 12 Eylül 1980–12 Eylül 1994 dönemini kapsayan “İşkence Dosyası” çalışmasının) uluslararası raporlarca sıkça referans alındığı görülmüştür. Söz konusu derlemeler, gözaltında veya cezaevlerinde yaşamını yitirenlerin belgelendiği vakaları bir araya getirmiş, Türkiye’deki insan hakları tartışmalarını küresel izleme ağlarının verileriyle ilişkilendirmiştir. Bu veri temeli, dış raporların nicel bulgularını destekleyen yerel kanıt seti işlevi görmüştür.
Dönemin hukuki tartışmaları, uluslararası insan hakları hukukunun (özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi sistemi ve adil yargılanma–işkence yasağı ekseninin) Türkiye bağlamında nasıl uygulanması gerektiğine yoğunlaşmıştır. Bu tartışmalar, akademik literatürde ayrıntılandırılmış ve iç hukuk–uluslararası hukuk ilişkisine dair ölçü normu tartışmalarını gündeme taşımıştır. Bu birikim, uluslararası raporlamanın yalnız belgelemeyle sınırlı kalmayıp normatif değerlendirmeler üretmiş olduğunu da göstermiştir.
Siyaset ve İdeoloji
Darbe sonrası merkezi devlet ideolojisinin oluşmasında özellikle Aydınlar Ocağı etkili olmuştur. Aydınlar Ocağı, 14 Mayıs 1970’te kurulmuş olup kökleri 1960’lardaki Aydınlar Kulübü’ne kadar uzanmaktadır. 1967’de I. Milliyetçiler Kurultayı ve 1969’da II. Milliyetçiler Kurultayı ile ideolojik hat belirginleşmiş; 1970’lerde “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız” sloganıyla ortaya çıkan milliyetçi-mukaddesatçı söylem, 12 Eylül sonrasında devlet ideolojisiyle temas eden bir çerçeveye dönüşmüştür. Ocak, sağ-sol çekişmesinde radikal uçlara doğru dağılmış olan görüşeleri dengeleyen ve yeniden merkeze doğru yaklaştıran bir “kültür politikası” üretmeyi amaçlamış ve Türk-İslam Sentezi kavramsallaştırmasını bu zemin üzerinde olgunlaştırmıştır.
Kurumsal yapı, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu başkanlığında şekillenmiş; Altan Deliorman, Muharrem Ergin, Süleyman Yalçın ve Ahmet Kabaklı gibi isimler öne çıkmıştır. Üyelik profili çoğunlukla akademisyen ve siyasetçilerden oluşmuş; Ocak görüşleri kamu politikalarına referans veren bir “kültürel milliyetçilik” dili üretmiştir.
Darbe Sonrası Resmi İdeolojiye Dair Açıklama (Uğur Ersinadım)【19】
Danışma Meclisi Anayasa Komisyonu’nda Şener Akyol ve Yılmaz Altuğ gibi Ocak çevresinden isimler yer almış; Ocak başkanının ifadesiyle Türk-İslam “terkibi” 1980’den sonra “devlet katında kabul ve itibar görmüştür.” 10 Mayıs 1981’de düzenlenen “Millî Eğitim ve Din Eğitimi” semineri, zorunlu din eğitiminin laikliğe aykırı olmadığı kanaatine varmıştır.
Bu hattın devlet politikalarına eklemlenmesi, 26 Haziran 1986’da Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu toplantısında daha da görünür hâle gelmiştir. Toplantıya Cumhurbaşkanı Kenan Evren ve Başbakan Turgut Özal katılmış; burada Türk-İslam Sentezi, “devletin temel kültür politikası/ resmî ideoloji” olarak benimsenmiştir. Bu kabul, 12 Eylül ile başlayan çizginin ANAP döneminde de süreklilik kazandığını göstermiştir.
İslam ve Cumhuriyet (Şerife Şimşek)【20】
Müfredat ve ders kitaplarında Atatürkçülük, millî tarih ve İslâm medeniyetine vurgular artmış; tarih programları “millî-dinî değerler” ile bütünleştirilecek şekilde yeniden düzenlenmiştir. Bu içerik, 1970’lerde başlayan yönelimi darbe sonrasında merkezîleştirmiş; söylem eğitim alanında sürdürülebilir bir idari çerçeveye kavuşmuştur.
Söylemin devlet katındaki kabulü, aynı zamanda eleştirileri de büyütmüştür. Ocak çevresinin üniversiteler ve kamu kurumlarında kadrolaştığı, 1402 sayılı sıkıyönetim kanunu ile uzaklaştırılan akademisyenlerin yerlerine bu görüşe yakın isimlerin getirildiği iddia edilmiştir.
Ekonomi Politikaları
24 Ocak Kararlarının Uygulanması
24 Ocak 1980’de ilan edilen istikrar ve yapısal uyum programı, döviz kurunda yaklaşık yüzde 40’a varan ani bir düzeltme, çoklu kur rejiminin tasfiyesi, faiz kontrollerinin gevşetilmesi, KİT fiyatlarında idari ayarlamalar ve sübvansiyonların daraltılması gibi bileşenlerle tasarlanmış, karar seti 12 Eylül sonrasında darbe yönetiminin sağladığı merkezî idare imkânlarıyla daha tutarlı bir takvime oturtulmuştur.
24 Ocak Kararları (32. Gün)
İhracata kur ve vergi iadesi temelli teşvikler genişletilmiş, döviz tahsisi ve ithalat lisanslaması kademeli olarak sadeleştirilmiş, dış finansman erişimi için stand-by düzeni ve alacaklı ülkeler nezdindeki yeniden yapılandırma kanalları kullanılmıştır. Ücret–fiyat sarmalını kırmak amacıyla gelirler politikası sertleştirilmiş, kamu kesimi ücretleri ve KİT istihdamı üzerinde sıkı kısıtlar uygulanmıştır. Uygulama evresinde kur sürünmeli ayarlamalarla yönetilmiş, ithal girdi erişimi kolaylaştırılmış ve ihracata dayalı büyüme hedefi, gümrük–vergi düzenekleri ile desteklenmiştir.
Özal ve Ekonomi Yönetiminin Dönüşümü
Programın mimarisi ve icrasında Turgut Özal belirleyici bir koordinatör konumuna gelmiştir. 24 Ocak kararlarının hazırlık safhasında teknik liderlik üstlenmiş, darbe sonrasında kurulan Bülend Ulusu hükümetinde ekonomiden sorumlu görevle uygulamayı yönlendirmiştir. Politika seti, piyasa fiyatlarına geçiş, dışa açıklık, serbestleşen faiz ve kur uyarlamaları üzerinden tanımlanmış; para–maliye–dış ticaret üçlüsünde eşgüdüm hedeflenmiştir.
1980–1982 döneminde kamu maliyesi disipline edilmeye çalışılmış, KİT’lerde maliyet esaslı fiyatlama benimsenmiş, kambiyo ve dış ticaret mevzuatında idari sadeleşme yapılmıştır. 1982’deki banker krizi finansal kırılganlıkları görünür kılmış olsa da, 1983 seçimleri ertesinde Özal liderliğinde ihracat odaklı çizgi sivil siyaset altında devam ettirilmiştir. Bu dönüşüm, büyüme stratejisinin eksenini iç pazarı koruyan yapıdan dış rekabetle verimliliği artıran yapıya çevirmeyi amaçlamıştır.
Sendikaların Kapatılması ve İşçi Hareketi Üzerindeki Etkiler
12 Eylül’ün ilk günlerinde grev ve lokavtlar durdurulmuş, sendikal faaliyet askıya alınmış ve DİSK başta olmak üzere çok sayıda sendikal yapı hakkında toplu soruşturma ve dava süreçleri başlatılmıştır. 1980–1983 arasında toplu pazarlık mekanizması Yüksek Hakem Kurulu üzerinden işletilmiş, ücret artışları idari tavanlar ve gelirler politikası kararları ile sınırlandırılmış, işten çıkarma–rotasyon ve disiplin uygulamaları çalışma yaşamında tek taraflı bir denge yaratmıştır.
Tüm Grevlerin Yasaklandığına Dair (Ezgi Gürses)【21】
1983’te yürürlüğe giren 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu, tek işkolu–tek sendika ilkesine yaklaşan yüksek barajlar, yetki ve üyelik şartları, grev yasakları ve erteleme hükümleriyle sendikal alanı daraltıcı bir çerçeve getirmiştir. Bu rejim altında reel ücretler baskılanmış, işçi hareketinin örgütlenme kapasitesi zayıflamış ve endüstri ilişkileri merkezileşmiş idari denetim altında yeniden düzenlenmiştir. Bu sonuçlar, 24 Ocak programının maliyet dağılımını işçi lehine telafi edecek kurumsal kanalların sınırlanmasına ve ücretlerin disinflasyon hedefleri doğrultusunda kontrol aracına dönüşmesine yol açmıştır.
Eğitim ve Kültür Politikaları
YÖK’ün Kuruluşu ve Üniversitelerde Dönüşüm
6 Kasım 1981’de 2547 sayılı Kanun Resmî Gazete’de yayımlanmış ve Yükseköğretim Kurulu (YÖK) resmen teşkil edilmiştir; tasarı 4 Kasım 1981’de MGK tarafından kabul edilmiş, başkanlığa Prof. Dr. İhsan Doğramacı getirilmiştir. Kanun, yükseköğretimin amacını “öğrencileri Atatürk inkılâpları ve ilkeleri doğrultusunda, Atatürk milliyetçiliğine bağlı” yurttaşlar olarak yetiştirmek şeklinde tanımlamış ve “Ana İlkeler” arasında bu bağlılığın öğrenciye kazandırılmasını açıkça hükme bağlamıştır.
YÖK, kuruluşunun hemen ardından üniversitelerde Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi derslerini zorunlu hâle getirmiş ve dersin dört yıla yayılmasını kararlaştırmıştır. 1981’de kabul edilen T.C. İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük Programı ile müfredat çerçevesi belirlenmiş; 20 Temmuz 1982 tarihli düzenleme ile üniversitelerde Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitülerinin kurulması öngörülmüş ve bu dersleri okutacak öğretim elemanlarının yetiştirilmesi amaçlanmıştır.
Yönetim modelinde seçim yerine atama esaslı bir hiyerarşi benimsenmiş, rektör ve dekanlar atanır hâle getirilmiştir. Bu dönüşüm, üniversite özerkliğini daraltıcı bir yöneliş olarak eleştirilmiş; kimi çevrelerde “kışla zihniyeti” benzetmesi yapılmıştır. Öte yandan, bir kısım yöneticinin “hiyerarşi üniversite yönetimi için isabetlidir” görüşünü savunduğu da görülmüştür. Böylece aynı düzenleme, akademi içinde karşıt değerlendirmeleri tetiklemiş ve üniversite–devlet ilişkisini yeniden tanımlamıştır.
Yasanın tanıtımı için televizyon açık oturumları yapılmış; hemen akabinde Ankara Üniversitesi 24 Kasım 1981’de toplanarak uygulamaya dair sakıncaları içeren bir yazıyı Genelkurmay Sıkıyönetim Koordinasyon Başkanlığı’na göndermiş ve uzun vadede idari–bilimsel özerkliğin zedeleneceğini bildirmiştir. İstanbul’dan 1447 öğretim üyesi de yasaya karşı çıkmış; basında eleştirel yazılar yayımlanmıştır. Bu tepkiler, YÖK modelinin üniversite camiasında geniş bir itiraz dalgası doğurduğunu göstermiştir.
Merkezîleştirme, geçici 1. madde üzerinden somutlaştırılmış ve mevcut rektörlerin görev süreleri 31 Temmuz 1982 itibarıyla sona erdirilmiştir; böylece yeni hiyerarşiye tam uyumlu bir yönetim kadrosu oluşturulmak istenmiştir. YÖK, ayrıca kılık–kıyafet düzenlemeleri ile zorunlu spor dersleri gibi uygulamalarla kampüs disiplinini standartlaştırmaya yönelmiş ve eğitim–öğrenci hayatını “düzen ve asayiş” ekseninde yeniden kurgulamıştır.
Personel rejiminde, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nda 21 Eylül 1980 tarihli değişiklikle sıkıyönetim komutanlarına “asayiş veya kamu düzeni açısından sakıncalı görülen” kamu personelinin görevden uzaklaştırılması yönünde doğrudan istem yetkisi verilmiştir.
Üniversitelerdeki tasfiyeler bu zeminde yürütülmüş ve literatürde “1402’likler” olarak adlandırılan süreç üç kanaldan işlemiştir: doğrudan 1402’ye dayalı uzaklaştırmalar; YÖK yasasının sağladığı idari takdirle dekan/rektörlerin dışlamaları; YÖK rejimine tepki olarak istifaya zorlanan veya istifa eden öğretim elemanları. 1983 başında sıkıyönetim birimlerine iletilen isim listeleri üzerinden görevden almalar hızlandırılmıştır. Son kertede, YÖK düzeni yükseköğretimi tek merkezden koordine eder bir yapıya büründürmüş, müfredat–yönetim–disiplin merkezinde üniversite alanı merkezî idare lehine yeniden düzenlenmiştir.
Ders kitapları ve Müfredat
12 Eylül sonrasında müfredat, “Atatürkçülük-Milliyetçilik-Türk-İslam Sentezi” ekseninde merkezîleştirilmiş ve din öğretimi zorunlu ders statüsüne yerleştirilmiştir. Böylece din eğitimi devletin gözetim ve denetimi altına alınmış, dersin içeriği “din kültürü” çerçevesinde tanımlanmıştır.
Talim ve Terbiye Kurulu 1981 sonbaharında T.C. İnkılâp Tarihi dersinin kapsam ve dağılımını yeniden düzenlemiştir; 28.8.1981 tarih ve 149 sayılı karar ile okutma esasları genişletilmiş, 14.9.1981 tarih ve 153 sayılı karar ile “ders dağılım çizelgesi” güncellenmiştir. Aynı yıl 19.11.1981 tarih ve 320/10110-81 sayılı kararla “Atatürk İnkılâp ve İlkelerinin Öğretim Esasları Yönergesi” kabul edilmiş ve temel eğitim–ortaöğretimde Atatürkçü yurttaş yetiştirme hedefi ayrıntılandırılmıştır.
OSANOR (Okul–Sanayi Ortaklaşa Eğitim) uygulayan okullar için haftalık saat yükleri ayrıca belirlenmiş ve İmam Hatip, Teknik, Sağlık Meslek gibi okul türlerine göre dersin statüsü netleştirilmiştir. Bu kararlar, tarih öğretiminin örgün eğitimde “davranışa dönüşecek” bir Atatürkçülük vurgusuyla yürütülmesini amaçlamıştır.
19.11.1982 tarihli bir genelge (1982/172) ile Tarih ve Coğrafya programları “Türk tarihine, Türkiye coğrafyasına ve uygarlık tarihine ağırlık” verecek şekilde geçici müfredat olarak yeniden düzenlenmiş, genelgenin bilgi kısmında Başbakanlık, Genelkurmay, MGK Genel Sekreterliği ve bakanlıklar sayılmıştır.
Aynı doğrultudaki TTK 156 sayılı karar, programın amaçlarını “Türk milletinin dünya tarihindeki yeri ve payı” vurgusuyla tanımlamıştır. Öğretmenlerden uygulama raporu istenmiş, program okullara ulaşır ulaşmaz yürürlüğe konulmuştur. Böylece tarih öğretimi, içerik ve hedeflerde millî-kültürel vurgu artacak biçimde yeniden şekillenmiştir.
Ders kitapları 1981’den itibaren yeniden yazdırılmış ve hızla uygulamaya sokulmuştur. 4.1.1982 tarihli kararla ortaokul ve lise için yeni Türkiye Cumhuriyeti İnkılâp Tarihi kitapları listelenmiş, 1982–1983 ve 1983–1984’te liselerde M. Kâmil Su–Ahmet Mumcu'nun kitabı okutulagelmiştir; 1984–1985’te başlık “Türkiye Cumhuriyeti İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük” olarak genişletilmiştir.
Ortaokul için İsmet Parmaksızoğlu’nun kitabı tek kitap olarak kabul edilmiş, yükseköğretimde Anadolu Üniversitesi Açıköğretim’in dört ciltlik “Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi I–IV” setiyle ders dört yıla yayılmıştır. Emniyet Genel Müdürlüğü (1985) gibi kurum yayınlarında da Atatürk ilke ve inkılâplarını öne alan ders kitapları hazırlanmıştır.
Program–metin tutarlılığı, 1976 tarihli önceki programla kıyaslandığında da izlenebilmiştir. 1976 programında “Türk-İslâm sentezi”ne açık atıflar yer almışken, askeri yönetim döneminde hazırlanan programda ilk Türk-İslâm devletleri konusu lise I’e çekilmiştir. İnkılâp Tarihi’nin kapsamı 1938 ile sınırlandırılmış ve tarih anlatısında Türklerin dünya uygarlığına katkısı sürekli vurgulanmıştır. Özetle, 1981–1983 aralığında TTK kararları, genelgeler ve yeni ders kitapları eşzamanlı devreye sokulmuş; tarih ve din öğretimi, Atatürkçülük ve “millî kültür” vurgusuyla yeniden şekillenmiştir.
Basın, Sansür ve Medya Kontrolü
12 Eylül darbesiyle birlikte basın-yayın alanı derhâl sıkıyönetim rejimine tâbi kılınmıştır. 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nun 16. maddesi, “kamunun telâş ve heyecanını doğuracak şekilde asılsız, mübalağalı haber yayan veya nakledenler” için hapis ve para cezalarını öngörmüş, fiil basın-yayın organlarınca işlenmişse cezalar iki katına çıkarılmıştır. Böylece haber–yorum üretimi, hukuki tehdit altında önleyici oto-sansüre zorlanmıştır. 1982 sonunda yapılan değişikliklerle sıkıyönetim işlemlerine karşı iptal davası açılamayacağı hükme bağlanmış, denetim yolları daha da daraltılmıştır.
Mavi Referandumda "Hayır" Oyunu Temsil Ediyor (Ezgi Gürses)【22】
Duyuru ve iletişim altyapısı daha 11 Eylül akşamından itibaren kontrol altına alınmıştır. TRT Genel Müdürü Doğan Kasaroğlu 11 Eylül 1980 saat 17.30’da, PTT Genel Müdürü Fikri Çağlar ise kısa süre sonra Genelkurmay’a götürülmüş; TRT spikeri Mesut Mertcan bildirileri okumak üzere görevlendirilmiştir. Bu adımlar, darbenin sabaha karşı ilanına kadar radyo–televizyon yayın akışını tam denetim altına almıştır.
TRT yayın politikası 14 Eylül 1980 tarihli bir emirle ayrıntılı biçimde kısıtlanmıştır: “Aleyhimize olmayan dış haberler verilebilir”, “anarşiye ait haberler verilmeyecektir”, “MGK bildirileri günde üç, sıkıyönetim bildirileri iki defa yayımlanacaktır” gibi hükümler, tek kanallı yayıncılıkta kamuoyunun gündem ve dil çerçevesini daraltmıştır. Bu çerçeve, MGK ve sıkıyönetim makamlarını eleştiren içeriklerin sistematik biçimde dışlanması sonucunu doğurmuştur.
Yazılı basın geniş ölçekli yaptırımlarla karşılaşmıştır. 12 Eylül 1980–12 Mart 1984 arasında gazetelere çok sayıda yayın durdurma uygulanmış; örneğin Milli Gazete dört kez toplam 72 gün, Cumhuriyet dört kez 41 gün, Tercüman iki kez 29 gün, Günaydın iki kez 17 gün, Güneş bir kez 10 gün, Tan bir kez 9 gün, Hürriyet iki kez 7 gün kapatılmıştır. Aynı dönemde gazetecilere açılan soruşturma–kovuşturma sayıları da yüksektir: Cumhuriyet 28, Tercüman 27, Hürriyet 14, Milliyet 14 vb. Bu tablo, basın üzerinde idari–adli bir baskı rejiminin kurulduğunu göstermiştir.
Ay Yıldızın Bir Araya Gelmesi Bir İşaret Olarak Yorumlanıyor (Ezgi Gürses)【23】
Saha uygulamasında sansür ve oto-sansür birlikte işlemiştir. Gazetelerde özellikle siyasi davalar darbe yönetiminin istediği ölçüde ve çoğu kez gecikmeli yayımlanmış; aksi hâlde gazete kapatmalar ve gazeteci gözaltıları devreye girmiştir. Bu ortamda yazarlar, haber ve köşelerde çok katı oto-sansür uygulamak zorunda kalmıştır.
Görsel-işitsel ve sinema alanı da sert biçimde etkilenmiştir. 12 Eylül sonrasında Yılmaz Güney’in filmleri, kitapları, afişleri ve negatifleri toplatılmış; vatandaşlıktan çıkarma dâhil ağır yaptırımlar uygulanmıştır. Yavuz Özkan ve Korhan Yurtsever benzer baskılarla karşılaşmış; Ali Özgentürk montaj hâlindeki At filmi sürecinde gözaltına alınmıştır. Halit Refiğ’in Yorgun Savaşçı dizisi yakılmış, TRT’de ancak 1993’te gösterilebilmiştir.
1985’te TRT’de “205 kelimelik dil yasağı” uygulaması başlamış, yayın dilinin sınırları idari düzenleyle daraltılmıştır. Bu örnekler, kültürel üretimin idari müdahale ve cezalandırma yoluyla kontrol edildiğini göstermiştir. 1983’e gelindiğinde de kapatmalar sürmüştür; örneğin Hürriyet 1 Aralık 1983’te durdurulmuş, 7 Aralık’ta yeniden yayına izin verilmiştir. Bu süreklilik, darbenin ilk dönemini aşan ve sivil yönetime geçişe rağmen idari kontrolün devam ettiğini göstermiştir.
Toplumsal Alanlar
Sendikalar ve İşçi Örgütlenmelerinin Durumu
12 Eylül sonrasında sendikal alan derhal askıya alınmıştır. MGK’nın 7 No’lu bildirisiyle DİSK ve MİSK dâhil olmak üzere sendikaların faaliyetleri durdurulmuş, siyasi parti ve dernek etkinlikleriyle birlikte sendikal örgütlenme fiilen bloke edilmiştir. Darbenin hemen ardından yayımlanan 15 No’lu bildiriyle tüm grev ve lokavtlar ertelenmiş, devam eden toplu pazarlıklarda ise ücretlere “%70 zam” ilan edilmiştir; böylece grev hakkı pratikte ortadan kaldırılmıştır.
Uygulama düzeyinde sıkıyönetim makamları, grev dışı “iş yavaşlatma” ve benzeri eylemleri de yasak kapsamına almıştır; İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 51 No’lu bildirisi, çalışma özgürlüğünü kısıtlayan her tür eylemin cezalandırılacağını duyurmuştur. Darbenin ilk günlerinde memurlar ve işçi statüsündekilerin işten çıkarılmaları da “ikinci bir emre kadar” durdurulmuş, işçilerin derhal işbaşı yapması istenmiştir; bu çerçeve, üretimin kesintisiz sürdürülmesini hedeflemiştir.
Sendikal hareketin kurumsal hedefi özellikle DİSK olmuştur. DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk ve Yürütme Kurulu üyeleri gözaltına alınmış, ilk bir buçuk ayda tutuklanan yönetici sayısı 306’ya yükselmiştir; DİSK’e bağlı işçilerden 1.477 kişi de 2 No’lu Askerî Mahkeme’de hâkim karşısına çıkarılmıştır. 1981’de başlayan DİSK davası 23 Aralık 1986’ya kadar sürmüş, bazı sanıklar 10 yıl hapse mahkûm edilirken 1.166 kişi beraat etmiş, 274 kişi ceza almıştır; kararlar arasında DİSK’in kapatılması da yer almış ve Konfederasyon 11 yıl kapalı kalmıştır.
Buna karşılık Türk-İş, darbe yönetimince “benimsenen” bir konfederasyon olarak faaliyetini sürdürebilmiştir; Kenan Evren, Türk-İş’in 12 Eylül öncesi ve sonrasında “millî menfaatler istikametinde” davrandığını açıkça ifade etmiştir. DİSK ve MİSK’in birlikte yasaklanmış olması, görünürde “tarafsızlık” izlenimi yaratmışsa da sendikal alanın fiilî daralması esas olarak grev hakkının ve toplu pazarlık süreçlerinin askıya alınmasından doğmuştur.
Veriler, darbe öncesi sendikal hareketin ölçeğini ve ertelenen grevlerin çapını göstermiştir. Eylül 1980 itibarıyla grevde ya da greve çıkacak 178 işyerinde 53.788 işçi (bunun 46.849’u DİSK üyesi) bulunmuştur; grevde geçen toplam işgünü 6.427.011 olarak kaydedilmiştir. TİSK’in değerlendirmesine göre, 12 Eylül gerçekleşmemiş olsaydı bu grev dalgası işverenleri ciddi biçimde zorlayacaktı; darbe sonrası üç yıllık dönemde işveren talepleri eksiksiz karşılanmış sayılmıştır.
Toplu sözleşme düzeni, grevlerin askıya alınmasıyla Yüksek Hakem Kurulu (YHK) üzerinden işletilmiştir; MGK dönemi, grev ve grev dışı eylemleri sınırlayan mevzuat ve YHK uygulamalarıyla iş uyuşmazlıklarını idari kanallara yönlendirmiştir. Bu dönem aynı zamanda, 24 Ocak hattında şekillenen ekonomi-siyaset denkleminde çalışma hayatının işveren lehine yeniden tertiplendiği bir evreye tekabül etmiştir.
Son kertede, sendikalar ve işçi örgütlenmeleri darbe sürecinde ağır bir baskı rejimiyle karşılaşmıştır: faaliyetler durdurulmuş, grev-lokavt hakkı ertelenmiş, toplu pazarlık YHK’ya devredilmiş, DİSK kapatılmış ve binlerce sendikacı ile işçi ceza kovuşturmalarıyla yüz yüze bırakılmıştır.
Kadın Hareketleri ve Toplumsal Cinsiyet Bağlamı
12 Eylül darbesi siyasal alanı bastırmış, 1970’lerde oluşmuş kadın örgütlenmeleri ve sol çevrelerdeki kadın aktivizmini kesintiye uğratmıştır; ancak sürgün deneyimi, özellikle Batı Avrupa’daki kadın kurtuluş hareketleriyle temas yoluyla 1980’lerin sonu–1990’larda yeni bir feminist dalganın fikrî zemininin güçlenmesine katkı yapmıştır.
1980’ler boyunca kültür alanında “kadın” teması belirginleşmiş, sinemada kadınların cinsel nesne değil özne olarak kurulduğu anlatılar yaygınlaşmıştır. Müjde Ar’ın temsil ettiği çizgi ve 12 Eylül’ün bastırma/depolitizasyon iklimiyle iç içe seyreden “kadın filmleri” bu dönüşümün göstergesi olmuştur. Aynı dönemde toplumsal sahnede bir yandan baskı ve sansür artmış, öte yandan feminist söylem başta olmak üzere yeni toplumsal hareketlerin kanalları açılmıştır.
Darbe koşullarında tutukluların ailelerinin etrafında örgütlenen girişimler de kamusal görünürlük kazanmıştır; dönemin temsillerinde “tutuklu yakınları dernekleri” için imza kampanyaları gibi dayanışma pratikleri öne çıkmıştır. 12 Eylül’ün otoriter kurumsal çerçevesi sürerken, 1980’lerin ikinci yarısında feministler başta olmak üzere yeni toplumsal muhalefet hatları kamusal alanda söz hakkına sahip olmuştur.
Göç ve Diasporadaki Yansımalar
Darbe sonrasında Türkiye’den Avrupa’ya doğru belirgin bir “politik göç” dalgası yaşanmıştır. Bu dalga, 1960–70’lerin işgücü göçünden farklı olarak iltica ve siyasal nedenlerle şekillenmiştir. İngiltere özelinde, Kıbrıslı Türkler ve sınırlı bireysel gelişler dışarıda tutulduğunda, Türkiye kökenli ilk büyük topluluk 12 Eylül sonrasında iltica edenlerden oluşmuştur; bu nedenle 1980’lerde İngiltere’deki Türkiye kökenli nüfus diğer Avrupa ülkelerine kıyasla daha küçük ama daha homojen bir görünüm arz etmiştir.
Saha verilerine göre bu göçmenlerin büyük kısmı 1980–1989 arasında gelmiş, yerleşim Londra merkezli yoğunlaşmıştır; örneklem dağılımında Londra %75 ile açık ara önde görünmüştür. Aynı dönemde göçün cinsiyet kompozisyonu erkek ağırlıklı seyretmiş, katılımcıların yaklaşık üçte ikisi erkeklerden oluşmuştur.
Sürgünün bireysel/kollektif hafızadaki karşılığı, edebiyat ve düşün yaşamında güçlü biçimde iz bırakmıştır. 12 Eylül’ü işleyen romanlar sürgünü merkezi bir izleğe dönüştürmüş, “çifte bilinç”, dil ve aidiyet yarılmaları sıkça işlenmiştir; Zülfü Livaneli’nin metinlerinde görülen sürgün deneyimi, köklerden kopuşun ve yabancı bir kültürel bağlama yerleştirilişin yarattığı varoluşsal gerilimi ifade etmiştir. Bu temalar, darbe-sonrası politik zorun ve yurtdışına yönelişin kültürel izdüşümü olarak kalıcı bir yer edinmiştir.
Dış Politika Boyutu
ABD İle İlişkiler ve Soğuk Savaş Bağlamı
1974 Kıbrıs Harekâtı sonrasında ABD Kongresi’nin 93-559 sayılı kararıyla Türkiye’ye uygulanan silah ambargosu, ikili ilişkileri sert biçimde geriletmiş; hükümet, 25 Temmuz 1975’te Savunma İşbirliği Anlaşması’nı feshettiğini bildirip İncirlik dışındaki ABD üslerinin faaliyetini durdurmuş ve ambargo ancak 1978’de kaldırılabilmiştir. Bu dönem, Türk-Amerikan ilişkilerinde “milât” addedilen bir kırılma olarak kayda geçmiş ve Türkiye’nin tepkisi, üs rejimi ile savunma işbirliği mimarisinde kalıcı tortular bırakmıştır.
1979 İran Devrimi ve Sovyetler’in Afganistan’ı işgali ile Ortadoğu–Kafkasya hattında ABD’nin dayanakları sarsılmış; Washington açısından Türkiye’nin jeostratejik önemi belirgin biçimde artmıştır. Bu bağlamda Çevik Kuvvet/Rapid Deployment Force konsepti gündeme gelmiş; Türkiye’den ikmal-geçiş/konuşlanma beklentileri doğmuş, Ankara ise “Türkiye’deki üslerin Türkiye’nin izni dışında kullanılamayacağı” yönünde sert çekinceler koymuştur.
Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına dönüşü de aynı Soğuk Savaş ortamında, Ege’deki komuta-kontrol düzeni ve Rogers Planı üzerinden pazarlık konusu yapılmıştır. 1970’lerde Türkiye, FIR/hava sahası ve Ege’deki yetki paylaşımı giderilmeden dönüşe onay vermemiş; 12 Eylül döneminde ise dönüş bir imza ile gerçekleşmiştir. Süreçte ABD’nin etkin rol oynadığı belirtilmiş; karar, Türkiye’nin askerî yönetim altında Batı blokuyla uyumlu dosyaları hızlandırdığı kanaatini beslemiştir.
Aynı dönemde ikili ilişkiler, Kıbrıs sonrası oluşan siyasal atmosfer ve ASALA saldırıları gibi güvenlik başlıklarının gölgesinde seyretmiştir. Ambargonun yarattığı güvensizlik kalıcı bir iz bırakmış; ASALA’nın 1970’lerin ortasından itibaren yoğunlaşan eylemleri, Türkiye’nin dış temsilcilikleri ve personeline dönük güvenlik işbirliği gündemini büyütmüştür.
12 Eylül’ün uluslararası yankısında “Your boys have done it” (Paul Henze’ye atfedilen) ifadesi, ABD’nin darbeye en azından önceden haberdar olduğu iddiasını dünya basınında simgeselleştirmiştir; bunun doğruluğu tartışmalı kalmışsa da, söylem Soğuk Savaş konjonktüründe Türkiye’nin konumuna ilişkin algıları etkilemiştir. Türkiye’de de, İran ve Afganistan gelişmeleriyle artan jeopolitik önem bağlamında ABD etkisinin rolü hakkında farklı görüşler dile getirilmiştir.
NATO ve Batı Dünyasının Yaklaşımı
12 Eylül darbesine Batı başkentlerinde genel hatlarıyla “temkinli kabulleniş” ve “kamuoyu hassasiyeti” birlikte eşlik etmiştir. Nitekim Avrupa Konseyi zemininde, Fransa–Hollanda–Danimarka–İsveç–Norveç’ten oluşan “Beşli”nin 1 Temmuz’da Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na yaptığı başvuru Türkiye’nin üyeliğinin askıya alınmasına yol açmamış; Londra, Ankara’ya ihtiyat tavsiye etmiş ve Türk makamları dört ay ek süre talep ederek yanıt sürecini uzatmıştır.
Aynı dosya Avrupa Konseyi Meclisi ile Avrupa Parlamentosu’na taşınmış, tartışmaların sürtüşmeyi artıracağı öngörülmüştür. Buna karşılık, Türk makamları “Batı ideallerine bağlılık” ve parlamenter sisteme dönüş sonrasında Avrupa Topluluğu’na başvurma niyetini koruduklarını bildirmişlerdir. İngiliz diplomatik raporları 1982 Anayasası’nın “titiz ellerde” demokratik gelişmeye imkân verebileceğini, “vicdansız ellerde” ise kolayca manipüle edilebileceğini not etmiştir.
İngiliz Gazetesinde 12 Eylül'e Dair Haber Metni (Uğur Ersinadım)【24】
NATO çerçevesinde, Yunanistan’ın 1974’te ayrıldığı askerî kanada dönüşü 12 Eylül döneminde hızla sonuçlanmıştır. Türkiye’nin Ege’de FIR/hava sahası ve komuta-sorumluluk alanları netleşmeden veto kartını kaldırmamayı tercih ettiği sivil dönemden farklı olarak, askerî yönetim Rogers Planı ile dönüşe onay vermiş ve sorunların sonradan görüşülmesi kabul edilmiştir; bu adım “NATO öncelikleri”nin üye-üyeye ikili dosyaların önüne geçirilmesi olarak okunmuştur. Batı ittifakı ve özellikle ABD, bu dosyada etkin rol oynamıştır.
Özetle, NATO ve Batı dünyası 12 Eylül sonrasında Türkiye’ye güvenlik eksenli bir fayda-maliyet hesabıyla yaklaşmıştır: İttifak içi dosyalar (özellikle Yunanistan’ın dönüşü) hızlandırılmış, Türkiye’nin Avrupa kurumlarıyla bağları ise “koparmadan eleştirme” ekseninde yönetilmiştir.
Kültürel ve Sanatsal Yansımalar
Edebiyat ve Romanlarda 12 Eylül
1980’ler boyunca roman alanı, 12 Eylül darbesinin açtığı siyasî-toplumsal kırılmanın etkisiyle yön değiştirmiştir; ideolojik eksenli anlatılar geri çekilmiş, “hesaplaşma” ve “tarihe yönelme” gibi eğilimler öne çıkmıştır. Gürsel Aytaç, bu dönemde bir hattın 1980 öncesi politik eylemlerle eleştirel bir yüzleşmeyi, bir diğer hattın ise tarihe dönük kurguları temsil ettiğini belirtmiştir. Aynı çerçevede Berna Moran, darbenin “yeni bir insan” yaratma iddiasının ve değer değişiminin roman estetiğini dönüştürmüş olduğunu, postmodern anlatı tekniklerine meyli artırdığını saptamıştır. Bu bağlamda Orhan Pamuk, Latife Tekin, Nazlı Eray, Bilge Karasu ve Pınar Kür gibi yazarların eserleri dönemin yeni anlatım arayışlarıyla anılmıştır.
Darbe sonrası roman üretimi nicel olarak artmıştır; yüzü aşkın romanda 12 Eylül doğrudan konu edilmiştir. Bu külliyatın bir kısmı 1970’lerin örgütsel şiddet ve hatalarını eleştirel bir dille sorgulamış, bir kısmı ise insani perspektiften gözaltı, işkence, tecrit ve hapishane deneyimini odak almıştır. Eleştiri yazınında bu akımın yer yer “işkence/hapishane edebiyatı”na indirgenme riski tartışılmış; buna karşı, şiddeti yalnız tasvir etmeyip mekanizmasını çözümler biçimde işleyen metinler de görülmüştür. Mehmet Eroğlu’nun Yüz: 1981, Naci Bostancı’nın Işığın Gölgesi, Bilge Karasu’nun Gece, İbrahim Yıldırım’ın Yaralı Kalmak ve Bıçkın ve Orta Halli, Ayşegül Devecioğlu’nun Kuş Diline Öykünen romanları bu çözümleyici hattın örnekleri arasında anılmıştır.
Tematik eksen genişlemiştir. İşkence, hapis hayatı, devletle birey arasındaki asimetrik güç ilişkileri, örgüt yapılarının iç işleyişi, toplumsal ve bireysel bellek yitimi, değer erozyonu, ideolojik çözülme, psikolojik-fizyolojik sakatlanma, kaçış ve umutsuzluk başat başlıklar hâline gelmiştir. Bu çerçevede “mankurtlaşma” ve “bölünmüş benlik” gibi motifler, darbe baskısının öznenin hakikatinden kopuşu nasıl tetiklediğini açıklamak üzere kullanılmıştır.
Romanlarda darbe öncesi şiddet iklimi de sıklıkla resmedilmiş, günlük ölüm sayıları ve örgüt şiddeti eleştirel bir dille işlenmiştir; ancak bu anlatılar darbe için “geçerli bir sebep” izlenimi üretmeyi hedeflememiştir. Gözaltı ve sorguda işkencenin “kaçınılmaz bir gerçeklik” olarak algılatıldığı sahneler, karakterlerin cezaevini işkenceden “daha katlanılır” saydığı ifadelere kadar varan yoğunlukta tasvir edilmiştir.
Zamanlama bakımından 12 Eylül’ü işleyen önemli bir bölüm, “sıcağı sıcağına” değil, kısa bir mesafe koyduktan sonra yazılmıştır; bu ara, temaların nostalji/hesaplaşma ekseninde şeffaflaşmasına imkân vermiştir. Yazarlar ve eleştirmenler, 12 Eylül’ün romanda önceki darbelerden daha fazla iz bıraktığını, fakat bu izin doğrudan ideolojik savunudan ziyade deneyim, travma ve bellek etrafında yoğunlaştığını kaydetmiştir.
Eser örnekleri, tematik çeşitlenmenin genişliğini göstermiştir: Latife Tekin’in Gece Dersleri, Orhan Pamuk’un Sessiz Ev, Zülfü Livaneli’nin Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm, İsmet Kür’ün Onuncu Sigara, Gürsel Korat’ın Ay Şarkısı, Hasan Öztoprak’ın Devamı Hayat ve Hakikatin Ölümü, İbrahim Yıldırım’ın Bıçkın ve Orta Halli ile Yaralı Kalmak bu başlıkta anılan romanlar arasındadır. Bu liste, darbe-sonrası bireysel ve toplumsal çözülmeleri farklı anlatı teknikleriyle açığa çıkaran bir çeşitliliğe işaret etmiştir.
Sinemada Darbe Temsilleri
12 Eylül’ün sinemadaki izdüşümü 1980’lerin ortasından itibaren belirginleşmiş, üretim koşulları sert sansür ve baskı altında şekillenmiştir. Dönemi çalışan sinema yazınında 12 Eylül temalı filmler; darbenin öncesini/sonrasını konu edenler, tutuklanan ya da cezaevine giren karakterlerin anlatıları, cezaevinde olmayan karakterlerin yaşamları ve cezaevinden çıkanların yüzleşmeleri şeklinde gruplandırılagelmiştir; bu çerçeve, anlatıların ortak eksenini “kayıp” ve “yas/melankoli” duygusunun taşıdığını göstermiştir.
Sansür ve Üretim Ortamı
12 Eylül döneminde sinema alanı ağır bir sansür rejimiyle karşılaşmıştır. Yılmaz Güney’in filmleri, kitapları, afişleri ve hatta negatifleri toplatılmış; kendisi vatandaşlıktan çıkarılmış ve yapıtlarının gösterimi yasaklanmıştır. Benzer biçimde Yavuz Özkan ve Korhan Yurtsever baskı görmüş; Ali Özgentürk At filminin montajı sırasında gözaltına alınmıştır. Halit Refiğ’in Yorgun Savaşçı dizisi yakılmış, TRT’de ancak 1993’te gösterilebilmiştir. Bu tablo, 12 Eylül’ün sinemaya “doğrudan etkisi”nin en görünür kanıtı olarak kayda geçmiştir.
1980’lerin Örnekleri ve Temalar
1986’da Şerif Gören’in Sen Türkülerini Söyle’si, cezaevi sonrası hayata tutunmaya çalışan bir eski mahkûmun yabancılaşmasını işlemiştir; aynı yıl Zeki Ökten’in Ses’i işkence görmüş bir gencin travma ve yüzleşmesini merkezine almıştır. Zeki Alasya’nın Dikenli Yol’u (1986), Ali Özgentürk’ün Su da Yanar’ı (1986), Erden Kıral’ın Av Zamanı (1987) ve Zülfü Livaneli’nin Sis’i (1988) dönemin hafıza, şiddet ve çözülme temalarını farklı üsluplarla kurmuştur.
Tunç Başaran’ın Uçurtmayı Vurmasınlar’ı (1989) sıklıkla listeye dâhil edilmişse de bazı çalışmalarda filmin 12 Eylül’ü doğrudan işlemediği, daha çok “cezaevi anlatısı” olarak konumlandığı belirtilmiştir. Bu çeşitlenme, darbe-sonrası kültürel iklimin sinemada hem politik hem de psikososyal düzlemde işlenebilmiş olduğunu göstermiştir.
1990’lar ve 2000’lerde Hafızanın Yeniden İşlenişi
1990’lar boyunca Yavuz Özkan’ın Bir Sonbahar Hikâyesi (1993), Yusuf Kurçenli’nin Çözülmeler’i (1993) ve Bilge Olgaç’ın Bir Yanımız Bahar Bahçe’si (1994) gibi filmler, siyasal-toplumsal çözülmeyi özel hayat ve etik ikilemler üzerinden işlemiştir. Canan Evcimen İçöz’ün Hoşçakal Umut’u (1993) ve daha sonra Ömer Uğur’un Eve Dönüş’ü (2006) cezaevi/işkence tecrübesinin bireysel yıkımını görünür kılmıştır.
Sırrı Süreyya Önder – Muammer Gülmez imzalı Beynelmilel (2006) ise 1982 Adıyamanında askeri rejimin yerel sosyal hayatı düzene sokma girişimini trajikomik bir dil ve antimilitarist bir tavırla temsil etmiştir. Bu dönemde 12 Eylül anlatıları, doğrudan tanıklıklardan dolaylı hafıza estetiğine doğru genişlemiştir.
Kayıp, Melankoli ve Yüzleşme
12 Eylül filmlerinde “kayıp ideal” ve melankolik tepki sık rastlanan bir omurga oluşturmuştur. Çalışmalar, Ses (1986), Bekle Dedim Gölgeye (1990) ve Bütün Kapılar Kapalıydı (1990) gibi örneklerde kaybın duygusal izinin anlatı yapısında nasıl inşa edildiğini göstermiştir. Bu çözümlemeler, bireysel travma ile otoriter rejimin kurduğu baskı düzeni arasındaki ilişkinin sinemada “içsel çöküş–dışsal şiddet” ekseninde kurulduğunu ortaya koymuştur.
Sektörel Dönüşüm ve Televizyon Etkisi
1980’ler sonundan itibaren televizyonun “ön satış” yöntemleri ve Eurimages desteği, bağımsız–yazar sinemasını beslemiş; bazı 12 Eylül temalı ya da o iklimi taşıyan filmler televizyon kanallarının katkısıyla üretilmiştir. Seyircinin sinema salonlarından televizyona yönelmesi, yapımcıların finansman stratejilerini dönüştürmüştür. Bu altyapı, darbe-sonrası hafızanın ekran ve perde arasında çoğul mecralarda sürdürülmesine imkân vermiştir.
Toplumsal Bellek ve Anma
Milli Hafızada 12 Eylül
12 Eylül, kuşakların kolektif hafızasında kurucu bir kırılma olarak yer etmiş, “geçmiş–şimdi–gelecek” arasında anlam köprüleri kuran bir bellek meselesi hâline gelmiştir. Kolektif bellek, bireysel hatırlamadan farklı olarak toplumsal ilişkiler içinde inşa edilmekte ve aktarılmaktadır; bu yönüyle dönem, ideolojik bir konum da kazanmış, kuşaklara kimlik ve aidiyet çerçevesi sunmuştur.
Darbe yönetimi, 12 Eylül öncesine ait siyasal-toplumsal anlam haritalarının bir kısmını silmek ve yerine yeni değerler yerleştirmekle sonuçlanmış siyaset gütmüştür. Toplumsal belleğin omurgasını oluşturan kavram ve sembollerin bir kısmı anlam yitimine uğramış, yeni simge ve figürler etrafında farklı bir düzen kurulduğu görülmüştür. Bu süreç, darbe sonrası kuşakların 1970’ler mirasını dolaylı kanallardan tanımak zorunda kalmasına yol açmıştır.
Kuşaklar arası aktarımın taşıyıcıları dört ana bellek türü üzerinden işlemiştir. Mimetik/davranışlar belleği, nesneler–mekânlar belleği, iletişim belleği ve bunların kurumsal düzeyde kültürel belleğe bağlanışı. Bu yapı içinde ritüeller, jestler, marşlar ve sloganlar kuşaklara örüntü ve dil kazandırmış; nesne ve mekânlar anımsatıcı rol üstlenmiştir. Kültürel bellek ise bu unsurları kurumsallaştırarak gelecek nesillere anlam aktarımı işlevini yüklenmiştir.
Ritüeller kuşak hafızasının en görünür taşıyıcıları olmuştur. Cenazeler, ölüm yıldönümleri ve “anma günleri” kolektif hatırlamada tekrarlayıcı bir kalıp sağlamış; hem aidiyeti güçlendiren hem de hafızayı kuşaktan kuşağa yenileyen pratikler sunmuştur. Hattâ resmî makamların “özel gün”lerde güvenlik önlemlerini artırdığına dair temsiller, ritüelin siyasal denetimle nasıl çatışmış olduğunu göstermiştir.
Ayrıca darbenin yarattığı “büyük karartma”, iletişim kanallarını kesmiş; gözaltı, sorgu, sıkıyönetim ve hapishane düzeniyle kamusal dolaşım tıkanmış; mektup ve görüşme kanalları işlemez hâle gelmiştir. Bu kesinti, deneyimin doğrudan aktarımını zayıflatmış, yazı ve edebiyat, kültürel belleğin modern taşıyıcıları olarak kuşak aktarımını üstlenmiştir. Eski toplumlarda din adamları ve ozanların gördüğü bu işlevi, modern dönemde yazarlar ve kitaplar devralmış; darbe sonrası kuşaklar 12 Eylül deneyimini romanlar, anlatılar ve eleştirel metinler aracılığıyla öğrenebilmiştir.
Akademik ve Edebi Tartışmalar
12 Eylül üzerine akademik literatürde bellek odaklı bir çerçeve belirginleşmiştir. Edebiyat tarihi ve eleştirisi kanadında Gürsel Aytaç, 1980’lerdeki yönelişleri “hesaplaşma” ve “tarihe yönelme” diye iki akım halinde tasnif etmiş, Ahmet Altan, Adalet Ağaoğlu, Mehmet Eroğlu; ayrıca Ayla Kutlu, Attila İlhan, Tarık Buğra ve Sevinç Çokum gibi adların bu çizgileri temsil etmiş olduğunu belirtmiştir. Berna Moran, 12 Eylül’ün “solu tasfiye edip yeni bir insan inşa etme” hedefiyle birlikte değer algısını değiştirdiğini ve bunun postmodern eğilimleri güçlendirdiğini söylemiştir.
A. Ömer Türkeş, 80 sonrası romanı “bireyselleşme–hesaplaşma–haz” ekseninde okumuş ve yüzü aşkın örneğe rağmen yekpare bir “12 Eylül Romanı külliyatı”ndan söz edilemeyeceğini ileri sürmüştür. Bu tartışma hattı, edebiyatın ideolojiyi doğrudan savunmaktan çok travma ve deneyimi dolaylı kiplerle işlediğini kaydetmiştir.
Edebî temsillerin konu–duygu haritası da tartışmaların merkezinde yer almıştır. Eleştiri yazınında işkence, hapis hayatı, devlet–birey asimetrisi, örgütsel yapıların iç işleyişi, toplumsal/bireysel bellek yitimi, ideolojik çözülme, psikolojik ve fizyolojik sakatlanma, kaçış ve umutsuzluk gibi temaların baskınlaştığı saptanmıştır.
Roman çözümlemelerinde mekân–bellek ilişkisi özel bir tartışma başlığına dönüşmüştür. 12 Eylül romanlarında mekânın “seçme” yoluyla kurulduğu, salt fiziki değil aynı zamanda belleği oluşturan mekân olarak iş gördüğü, dolayısıyla sembolik alanların ve gündelik göstergelerin anımsatıcı işlev üstlendiği ileri sürülmüştür. Bu yöneliş, anlatılardaki mekânsal tercihlerle hafıza siyaseti arasındaki bağı görünür kılmıştır.
Son kertede, 12 Eylül’ün antidemokratik niteliği akademik ve edebî tartışmalarda geniş bir mutabakat alanı oluşturmuştur. Edebiyatın temel işlevi, darbeyi meşrulaştırmak değil; bellek–travma–yüzleşme üçgeninde tarihsel deneyimi kayıt altına almak ve kültürel belleğin kurumsal taşıyıcısı olmak şeklinde konumlanmıştır.
Darbe Sonrası Siyasette 12 Eylül
12 Eylül’ün kurduğu kurumsal çerçeve ve 1982 Anayasası, sonraki on yıllarda siyasal tartışmaların ana referansı hâline gelmiştir. Yürütmeyi güçlendiren hükümler ile temel hak ve özgürlükler üzerindeki kısıtlar “vesayet”, anayasanın kendisi ise “darbe anayasası” isimlendirmesiyle güncel siyasetin diline yerleşmiştir. Anayasa yargısının kapsamının daraltılması, KHK denetiminin sınırlandırılması ve başvuru yollarının kısıtlanması, yürütme lehine bozulan denge tartışmalarında başlıca dayanaklar olarak anılmıştır.
Darbe-sonrası dönemde “siyasetten arındırılmış toplum” hedefinin açıklandığı ve anayasa mimarisinin “yönetenleri başat kılan” bir mantıkla kurulduğu tespitleri, 1980’ler ve 1990’larda reform taleplerine zemin oluşturmuştur; anayasa değişikliklerini güçleştiren yüksek çoğunluk şartları ve merkezîleşmeyi pekiştiren tercihler, siyasetin güncel gündeminde sürekli yer tutmuştur.
Bu mirasın güncel siyasete en görünür yansımalarından biri, 6 Eylül 1987’deki siyasal yasaklar referandumu olmuştur. Turgut Özal, geçici 4. maddenin kaldırılmasına karşı açık bir “hayır” kampanyası yürütmüş; bakanlarının “hayır” yazılı tişörtlerle sahaya çıktığı bir propaganda dili tercih edilmiştir. Buna karşın referandum %50,16 “evet” ile kabul edilmiş, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş gibi yasaklı liderler aktif siyasete dönebilecek bir alan bulmuştur. Bu süreç, 12 Eylül’ün koyduğu siyasal yasakların toplumsal meşruiyet alanında tartışma konusu olmaya devam ettiğini göstermiştir.
Geçici 15. madde üzerinden darbe döneminin hukuksal dokunulmazlıklarının kaldırılması ve darbecilerin yargılanması tartışmaları da güncel siyasetin başlıklarından biri hâline gelmiştir. Metnin lafzının, 12 Eylül sürecindeki karar ve işlemler hakkında cezaî, malî ve hukukî sorumluluk iddialarını dışarıda bıraktığı vurgulanmış; maddenin kaldırılmasıyla yargılama meselesinin gündeme gelmiş olduğu belirtilmiştir. Bu tartışma, darbe mirasıyla yüzleşme ve hesap sorma siyasetinin meşruiyet zeminini güçlendirmiştir.
2010 anayasa referandumu sürecinde yönetim, 1982 Anayasası’nı “darbe anayasası” olarak nitelemiş ve paketi “askerî vesayetle mücadele”nin bir eşiği olarak çerçevelemiştir. Bu bağlamda yeni anayasa hedefi, 2011–2012 tartışmalarında reel politik bir değişken olarak işlev görmüştür. Böylece 12 Eylül referansı, güncel siyasette hem demokratikleşme iddiasını gerekçelendiren hem de meşruiyet mücadelesinde sembolik bir kaynak olarak kullanılan bir çatı anlatı olarak varlığını sürdürmüştür.
Son kertede, 12 Eylül’ün antidemokratik niteliği, güncel siyasal söylemde iki yönlü bir işlev görmüştür. Bir yandan “darbe anayasası” ve “vesayet” adlarıyla reform taleplerini gündeme getiren bir karşı-hafıza üretmiş; öte yandan darbe döneminin kısıtlayıcı kuralları üzerindeki tartışmalar, referandum ve yasa değişiklikleri aracılığıyla siyasal rekabetin temel eksenlerinden biri hâline gelmiştir. Bu eksen, hem 1987’deki yasaklar referandumunda hem de 2010 paketinde somutlaşmış; 12 Eylül mirası güncel siyasetin dilini, araçlarını ve iddialarını belirleyen sürekli bir referans noktası olarak varlığını sürdürmüştür.