Ahkam-ı Şahsiye, kişilerin medeni halleri, ehliyetleri, aile ilişkileri ve miras gibi özel hukuk statülerini düzenleyen hukuki kaideler bütünü olarak tanımlanmaktadır. Bu kavram, özellikle milletlerarası özel hukuk (Devletler Hususi Hukuku) disiplini içerisinde, farklı hukuk sistemlerine mensup kişiler arasındaki özel hukuk ilişkilerinin tabi olacağı yetkili mahkeme ve uygulanacak kanunun belirlenmesi noktasında merkezi bir öneme sahiptir. Türk hukuk tarihinde Ahkam-ı Şahsiye, Osmanlı İmparatorluğu döneminden itibaren çeşitli düzenlemelerle ele alınmıştır.
Özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında Kapitülasyonların tek taraflı olarak ilgasının ardından yürürlüğe giren 23 Şubat 1330 (1915) tarihli "Memâlik-i Osmaniyede Bulunan Ecnebilerin Hukuk ve Vezaifi Hakkında Muvakkat Kanun", kanunlar ihtilafını genel bir çerçevede düzenleyen ilk önemli metinlerden biri olmuştur. Bu kanun, yabancıların hal, ehliyet, aile hukuku ve menkul miras meselelerine ilişkin Türk mahkemelerinin yetkisine dair hükümler içermekteydi. Cumhuriyetin ilk yıllarında da Ahkam-ı Şahsiye Komisyonu gibi yapılar aracılığıyla, özellikle aile hukuku alanında önemli yasama çalışmaları yürütülmüş, bu süreç Türk Medeni Kanunu'nun kabulüyle yeni bir boyut kazanmıştır. Bu bağlamda, Ahkam-ı Şahsiye hem ulusal hem de uluslararası hukuki münasebetlerde kişilerin hak ve statülerinin istikrarını sağlama amacını taşımaktadır.
Türk Hukukunda Ahkam-ı Şahsiye'nin Gelişimi
Türk hukukunda Ahkam-ı Şahsiye'nin gelişimi, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinden Cumhuriyet'in kuruluşuna ve modern Medeni Kanun'un kabulüne uzanan çok katmanlı bir süreci ifade eder. Bu süreç, uluslararası ilişkiler, iç hukuk reformları ve toplumsal değişimlerle şekillenmiştir.
Erken Cumhuriyet Dönemi: Ahkam-ı Şahsiye Komisyonu
Cumhuriyet'in ilk yıllarında, Türk Medeni Kanunu'nun yürürlüğe girmesinden önce, aile hukukunun ve dolayısıyla Ahkam-ı Şahsiye'ye dair esasların şekillendirilmesi amacıyla önemli yasama girişimleri olmuştur. Bu kapsamda, 1923 yılında Ahkam-ı Şahsiye Komisyonu kurulmuştur. Bu komisyon, selefi olan Hukuk-ı Aile Komisyonu'nun çalışmalarını devralarak faaliyete geçmiştir. Hukuk-ı Aile Komisyonu tarafından hazırlanan ve 1917 yılında yürürlüğe giren Hukuk-ı Aile Kararnamesi, o dönemin toplumsal yapısına ve özellikle Mecelle'deki aile hukuku hükümlerine yabancı bulunması, çok eşliliği ve tek taraflı boşanmayı yasaklaması gibi nedenlerle tepki çekmiş ve 1919 yılında yürürlükten kaldırılmıştır.
Ahkam-ı Şahsiye Komisyonu'nun çalışma alanı oldukça geniş olup, nişanlanma, nişanın bozulması, evlenme, boşanma, nesep, nafaka, velayet gibi aile hukukunun temel konularının yanı sıra, miras hukuku, vakıflar, evlat edinme ve küçüğün reşit sayılması (rüşt) gibi ahkam-ı şahsiye ile ilgili esasların tedvini için çaba sarf etmiştir. Komisyon, bir aile kanunu tasarısı ile nafaka kanunu tasarısı gibi metinler hazırlamıştır. Ancak, bu tasarılar kanunlaşamamıştır. Komisyonun çalışmaları, Türk Kanun-ı Medenisi'nin (İsviçre Medeni Kanunu'nun resepsiyonu) Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilmesiyle sona ermiştir. Adliye Vekâleti'nin 1 Mart 1926 tarihli telgrafnamesiyle Ahkam-ı Şahsiye Komisyonu'nun vazifesinin nihayete erdiği bildirilmiştir.
Yabancıların Hak ve Vazifelerine Dair Kanun-u Muvakkat (1915/1330)
Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kapitülasyonların tek taraflı olarak ilgasının ardından, yabancıların hukuki durumlarını düzenlemek amacıyla 23 Şubat 1330 (1915) tarihli "Memâlik-i Osmaniyede Bulunan Ecnebilerin Hukuk ve Vezaifi Hakkında Muvakkat Kanun" yürürlüğe girmiştir. Bu kanun, özellikle 4. maddesiyle yabancılara ait ahkam-ı şahsiye ve menkul miras davalarında Türk mahkemelerinin yetkisini düzenlemiştir. Kanunun 4. maddesi uyarınca, gayrimüslim yabancı uyrukluların akit ve feshi nikah, tefriki ebdan, übüvvet, nesep, tebenni gibi aile hukukuna, rüşt, mezuniyet, hacir, vesayet gibi ehliyete ve menkul mallara ilişkin davaları Türk mahkemelerinde "birrıza müracaat" şartıyla görülebilmiştir.
"Birrıza müracaat" şartı, tarafların Türk mahkemesine rızalarıyla başvurmasını ifade etmekte olup, uygulamada ve doktrinde farklı yorumlara tabi tutulmuştur. Bu şart, belirli türdeki davaların bir Türk mahkemesinde görülebilmesi için kanun tarafından konulmuş özel bir dava şartı niteliğindedir ve hakimin bu şartın yerine getirilip getirilmediğini re'sen dikkate alması gerekmektedir.
Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu
Türk hukukunda Ahkam-ı Şahsiye davalarında mahkemelerin yetkisini düzenleyen bir diğer önemli kaynak da Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'dur. Özellikle 18. madde, Türkiye'de ikametgahı bulunmayan Türk vatandaşlarının ahkam-ı şahsiye davalarında Türk mahkemelerinin yetkisine ilişkin özel düzenlemeler içermektedir.
Uluslararası Anlaşmaların ve Sözleşmelerin Etkisi
Ahkam-ı Şahsiye alanında Türk mahkemelerinin yetkisi ve uygulanacak hukuk, uluslararası anlaşmalar ve sözleşmelerle de şekillenmiştir. Lozan Antlaşması'nın yanı sıra, yabancıların ikameti ve kazai salahiyeti anlaşmaları ile konsolosluk anlaşmaları gibi ikili ve çok taraflı metinler, Ahkam-ı Şahsiye davalarında yetki ve yargılama usullerine dair önemli hükümler içermektedir.
Türk Medeni Kanunu'na Geçiş (İsviçre Medeni Kanunu'nun Resepsiyonu)
Türk hukukunda Ahkam-ı Şahsiye'nin gelişimindeki en önemli dönüm noktası, 1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu'nun esas alınarak Türk Medeni Kanunu'nun kabul edilmesi olmuştur. Bu resepsiyon, Türk aile hukukunda ve genel olarak kişilerin medeni hukuk statüsünde köklü değişiklikler getirmiş, laik ve modern bir hukuk yapısının temelini atmıştır. Ahkam-ı Şahsiye Komisyonu'nun tasarılarının kanunlaşmamasında, bu kapsamlı ve modern kanunlaştırma sürecine duyulan ihtiyaç ve yönelim etkili olmuştur. Yeni Türk Medeni Kanunu, kişilerin hukuki ehliyetlerinden aile birliğine, miras hukukuna kadar geniş bir yelpazede Ahkam-ı Şahsiye'ye ilişkin hükümleri sistematik bir şekilde düzenlemiştir.
Ahkam-ı Şahsiye Davalarında Yetki
Ahkam-ı Şahsiye davalarında mahkemelerin yetkisi, Türk Devletler Hususi Hukuku'nun temel meselelerinden birini teşkil etmektedir. Bu bağlamda, "teşri-i selahiyet" (yasama yetkisi) ve "kaza-i selahiyet" (yargı yetkisi) kavramları arasındaki ayrım ve bu yetkilerin kullanımı merkezi bir öneme sahiptir. Teşrii selahiyet, bir devletin kendi topraklarında veya vatandaşları üzerinde yasa çıkarma gücünü ifade ederken, kaza-i selahiyet, mahkemelerin belirli davaları görme ve karara bağlama yetkisidir. Bu iki selahiyet arasındaki ihtilaflar, özellikle kanunlar ihtilafı alanında büyük önem arz eder.
Türk Vatandaşlarının Davalarında Yetki
Türk vatandaşlarına ilişkin Ahkam-ı Şahsiye davalarında Türk mahkemelerinin yetkisi esastır. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 18. maddesi, Türkiye'de ikametgahı bulunmayan Türk vatandaşlarının Ahkam-ı Şahsiye davalarında Türk mahkemelerinin yetkili olabileceği hallere ilişkin özel düzenlemeler içermektedir. Türk tebaası hakkında kural olarak kendi millî kanunları tatbik edilir ve bu tür davalarda Türk mahkemelerinin münhasır yetkisi kabul edilmektedir. Bu durum, Türk vatandaşlarının hukuki statülerinde istikrarı sağlamayı ve münhasıran milli hukuklarına tabi olmalarını güvence altına almayı hedefler.
Yabancıların Davalarında Yetki
Yabancılara ait Ahkam-ı Şahsiye davalarında Türk mahkemelerinin yetkisi konusunda ise genel bir yetkisizlik prensibi geçerlidir. Ancak bu prensibin istisnaları mevcuttur. 23 Şubat 1330 (1915) tarihli "Memâlik-i Osmaniyede Bulunan Ecnebilerin Hukuk ve Vezaifi Hakkında Muvakkat Kanun"un 4. maddesi, bu istisnai yetki hallerini düzenlemiştir. Buna göre, yabancılara ait hal, ehliyet, aile hukuku ve menkul miras meselelerine ilişkin davalarda Türk mahkemeleri istisnaen yetkili olabilmektedir.
En önemli yetki şartlarından biri, "tarafların Türk mahkemesine birrıza müracaat" şartıdır. Bu şart, dava taraflarının Türk mahkemesine rızalarıyla başvurmuş olmalarını ifade eder. Doktrin ve uygulamada genişçe tartışılan bu şart, belirli türdeki Ahkam-ı Şahsiye davalarının Türk mahkemelerinde görülebilmesi için kanun tarafından konulmuş özel bir dava şartı niteliğindedir. Hakim, bu şartın yerine getirilip getirilmediğini re'sen (kendiliğinden) dikkate almak zorundadır. "Birrıza müracaat" şartının yorumu, tarafların iradi başvurusunu, mahkemeye yönelmiş açık bir irade beyanını gerektirse de, bunun tek başına yetkiyi kurup kurmayacağı veya diğer koşulların da aranıp aranmayacağı hususunda farklı yaklaşımlar bulunmaktadır.
Yabancıların Ahkam-ı Şahsiye davalarında Türk mahkemelerinin yetki kazanabileceği diğer durumlar arasında, Türk mahkemesinin vereceği kararın yabancı devlette tanınacağı kesinleşirse veya yabancının kendi ülkesinde davasını açamaması ya da açsa bile Türk hukukunca geçerli kabul edilmeyecek olması gibi haller yer almaktadır.
Ayrıca, "kamu düzeni" (amme intizamı) ilkesi, yabancıların Ahkam-ı Şahsiye davalarında Türk mahkemelerinin yetkisini etkileyen önemli bir istisnadır. Bazı durumlarda, yabancı hukukun uygulanması kamu düzenine açıkça aykırılık teşkil ettiğinde, Türk mahkemeleri bu davalara bakmak ve kendi hukuk kurallarını uygulamak zorunda kalabilmektedir. Bu, özellikle temel hak ve özgürlükleri, ahlak kurallarını veya Türkiye'nin temel değerlerini ihlal eden durumları kapsar. Dolayısıyla, Türk mahkemeleri yabancıların şahıs hallerine müteallik davalarına, ilgili tarafın millî kanunları dairesinde bakabilmekle birlikte, belirli şartlar altında ve kamu düzeni istisnası dâhilinde yetki kullanma imkânına sahiptirler. Türk hukukunda Ahkam-ı Şahsiye, kişilerin statülerine ilişkin hukuki düzenlemelerin evrimini yansıtmaktadır. Osmanlı dönemindeki kapitülasyonlardan ve 1915 tarihli Muvakkat Kanun’dan başlayan süreç, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Ahkam-ı Şahsiye Komisyonu’nun çabalarıyla devam etmiştir.