KÜRE LogoKÜRE Logo
BlogGeçmiş
Blog
Avatar
Ana YazarEdanur Karakoç11 Kasım 2025 19:57

Bir Felaketi Felaket Yapan Nedir?

fav gif
Kaydet
kure star outline

Bir deprem, bir salgın ya da bir sel kendi başına yalnızca doğanın bir hareketidir. Bu hareketler insanın kurduğu düzenin içinde anlam kazanır ve bizim felaket dediğimiz şey, aslında doğadan çok insanla ilgilidir. Toplumlar nasıl örgütleniyorsa, kimleri koruyup kimleri savunmasız bırakıyorsa, hangi eşitsizlikleri içinde barındırıyorsa, felaket de tam o yapının içinde şekillenir. Yani afetler doğaldır ama felaketler ve onların sonuçları asla doğal değildir.


Lizbon depreminin temsili bir görseli. (Görsel yapay zeka tarafından oluşturulmuştur.)

Bu fark bugün bize çok açık geliyor olabilir ama bunu ilk kez bu kadar net biçimde dile getirenlerden biri Jean-Jacques Rousseau’ydu. 1755’te Lizbon’da meydana gelen büyük deprem, Avrupa’nın inanç sistemini ve düşünce dünyasını kökten sarstı. On binlerce insan öldü, şehir tamamen yandı. Fakirler de rahipler de soylular da yaşamını yitirdi. O dönemin Avrupa’sında herkes aynı soruyu sormaya başladı: “Tanrı neden buna izin verdi?”


O yıllarda yaygın inanış, felaketlerin Tanrı’nın insanları cezalandırma biçimi olduğuydu. Bu düşünce çok tanıdık geldi değil mi? Kilise, Lizbon’daki depremin insanların günahlarının bir sonucu olduğunu söyledi ama yıkım o kadar büyüktü ki, bu açıklama kimseyi tatmin etmedi. Çünkü rahipler de ölmüştü, kiliseler de yıkılmıştı. Eğer bu bir ceza ise, kim içindi? Tanrı kime öfkelenmişti?


Rousseau tam da bu noktada olaya çok farklı bir noktadan baktı. Herkes Tanrı’nın adaletini sorgularken o, insanın kendisini sorgulamaya başladı. Felaketin sadece nedenini değil, anlamını da düşündü. Lizbon’daki yıkımı anlatırken insanların şehirleri nasıl inşa ettiğine, serveti nasıl paylaştığına baktı. Ona göre, şehir planı daha dengeli olsaydı, herkes aynı kalitede evlerde yaşasaydı, kayıplar çok daha az olurdu. Lizbon’daki deprem herkesi etkilemişti tabi ama yoksullar bu depremde en çok zarar görendi. Yardım önce yoksula değil soyluya ulaşmıştı. Yoksulun değil rahibin cenazesi aranmıştı.


Rousseau’ya göre doğal bir olay kimleri yok ediyor, kimleri koruyorsa, kim daha hızlı toparlanıyorsa, bu toplumun sınıf yapısıyla doğrudan ilişkiliydi. Yani felaket, bir bakıma toplumsal eşitsizliklerin aynasıydı. 


Bugün modern sosyolojide Rousseau’nun bu yaklaşımına “vulnerability”, yani “kırılganlık” deniyor. Bir toplumda kimlerin daha kırılgan olduğunu anlamadan bir felaketi gerçekten açıklamak mümkün değil. Aynı deprem, farklı sınıflar için farklı sonuçlar doğurur. Rousseau aslında bunu yüzyıllar önce fark etmişti. Doğa herkese aynı davranmaz, çünkü toplum herkese aynı imkanları sunmaz.


Rousseau’ya göre bir olayın “felaket” sayılması bile sınıfsal bir tercihti. Lizbon’daki deprem Avrupa’nın gündemine girdi çünkü yıkılan yerler soyluların, rahiplerin, tüccarların yaşadığı mahallelerdi. Eğer ölenler sadece yoksullar olsaydı, olay “doğal afet” olarak anılacak ve unutulacaktı.


Yüzyıllar geçti ama Rousseau’nun o farkı bugün hala geçerli. Mesela COVID-19 salgını bunun en yakın örneklerinden biri. Salgın herkesi etkiledi ama aynı ölçüde değil. Bazı insanlar evlerinden çalışabildi, beyaz yakalılar evlerinde güvenle kalabildi. Diğer yanda mavi yakalılar, market çalışanları, fabrikadakiler, sağlıkçılar her gün risk altındaydı. Virüs herkese bulaşabiliyordu ama herkesin korunma imkanı aynı değildi. Rousseau’nun sözünü ettiği o kırılganlık, iki yüz elli yıl sonra bile belirleyici olmaya devam etti.


Benzer bir şey Kahramanmaraş depremlerinde de vardı. Aynı büyüklükteki sarsıntı milyonlarca insanı etkiledi ama sonuçlar herkes için aynı olmadı. Bazı binalar sağlam kaldı, bazıları saniyeler içinde yıkıldı. Yardım bazı yerlere hemen ulaştı, bazıları günlerce bekledi. Aynı deprem Türkiye’yi başka, Suriye’yi başka şekilde etkiledi. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler en kırılgan gruplar oldu.


Rousseau’nun söylediği tam da buydu. Doğal olaylar, toplumların gizlediği adaletsizlikleri açığa çıkarır. Deprem, salgın ya da sel fark etmez, toplumda zaten var olan eşitsizlikler afetlerle büyür, bastırılmış kırılganlıklar gün yüzüne çıkar. Biz çoğu zaman felaketin kendisini konuşuruz ama felaketi yaratan düzeni değil. Oysa esas mesele budur.


Bugün “dirençli şehirler” kavramını sıkça duyuyoruz ama bir toplumun dayanıklılığı sadece binaların sağlamlığıyla ölçülmez. Gerçek dayanıklılık, kaynakların adil paylaşımıyla, sosyal politikalarla, herkesin aynı oranda korunabildiği bir düzenle ilgilidir. Aynı büyüklükteki deprem, eşit olmayan bir toplumda farklı sonuçlar doğurur. Yoksul mahalleler daha çok yıkılır, kadınlar daha geç kurtarılır, bebekler çalınır, göçmenlerin çadırı daha uzağa kurulur. Bu farkların hiçbiri doğadan kaynaklanmaz, hepsi insan yapımıdır.


Rousseau’nun yüzyıllar önce söylediği gibi, toplumların nasıl örgütlendiği, kimlerin korunmaya değer görüldüğü, kimlerin unutulabileceği felaketin boyutunu belirler. Bir felaketi felaket yapan şey, yerin ne kadar sallandığı ya da virüsün ne kadar yayıldığı değildir. Kimin hayatta kaldığı, kimin umursandığı, kimin yeniden başlayabildiğidir. Ve bu farkı yaratan şey de insanın ta kendisidir.

Kaynakça

Alexander, David. “Models of Social Vulnerability to Disasters.” RCCS Annual Review 4, no. 4 (2012). Centro de Estudos Sociais da Universidade de Coimbra. Erişim 11 Kasım 2025. https://doi.org/10.4000/rccsar.412


Dynes, Russell R. "The Dialogue Between Voltaire and Rousseau on the Lisbon Earthquake: The Emergence of a Social Science View". Preliminary Paper No. 293. Disaster Research Center, University of Delaware, 1999. Erişim 11 Kasım 2025. https://udspace.udel.edu/server/api/core/bitstreams/34022716-7977-40e2-9f4d-8b3d6d6b4bff/content

Sen de Değerlendir!

0 Değerlendirme

Blog İşlemleri

KÜRE'ye Sor