Dil ve İşgal, gazeteci-yazar Taha Kılınç’ın 2024 yılında yayımlanan ve dilin kültürel bir hâkimiyet aracı olarak nasıl kullanıldığını tarihsel ve sosyolojik düzlemlerde irdeleyen deneme türündeki kitabıdır. Yazar, modern dönemde dilin yalnızca iletişim değil, aynı zamanda bir zihin işgali yöntemi olarak işlev gördüğünü savunur. Kitap, özellikle modern İbranicenin doğuş süreci ve bu sürecin baş aktörü Eliezer Ben Yehuda’nın çabaları üzerinden bir dilin nasıl yeniden inşa edilebileceğini somut bir örnekle sunar.
Kitabın Yapısı ve Temel Yönelimleri
Kitap, 22 bölümden oluşmakta ve her bölümde farklı bir coğrafya, dönem ya da vaka ele alınmaktadır. Bu yapı sayesinde yazar, dilin küresel düzeyde nasıl bir sömürgeleştirme aracına dönüştüğünü, dil-medeniyet ilişkisi üzerinden örneklerle açıklar. Kılınç’a göre, bir toplumu hâkimiyet altına almanın en kalıcı yolu, onun dilini dönüştürmekten geçer. Bu doğrultuda kitap, hem Batı sömürgeciliğinin hem de yerli toplumların bu süreçteki edilgenliğinin eleştirisini içerir.
Eliezer Ben Yehuda ve Modern İbranicenin Yeniden Doğuşu
Kitabın en dikkat çekici ve detaylı bölümlerinden biri Eliezer Ben Yehuda’nın biyografisine ve modern İbranicenin doğuş sürecine ayrılmıştır. Ben Yehuda, 19. yüzyılda Filistin'e göç ederek klasik İbraniceyi günlük yaşamda konuşulan modern bir dile dönüştürmeyi hedeflemiş, bu doğrultuda kapsamlı sözlük çalışmaları, yayın faaliyetleri ve dil reformları gerçekleştirmiştir. Kılınç, Ben Yehuda’nın bu çabasını ulusal kimlik inşası bağlamında değerlendirir ve onun faaliyetlerini şu cümleyle özetler: “Yeni bir ulus yaratmak için yeni bir dile ihtiyaç vardı; bu dil de modern İbraniceydi”.
Yehuda’nın çabaları yalnızca dil düzeyinde kalmamış, aynı zamanda siyasi bir amaç taşımıştır: İbranicenin canlandırılmasıyla birlikte Yahudi halkının ortak bir kimlik ve ulus bilinci oluşturması hedeflenmiştir. Bu bağlamda dil, bir direniş ve varoluş stratejisine dönüşmüştür. Kılınç, bu örneği, Müslüman toplumların kendi dillerine olan mesafesiyle karşılaştırarak, benzer bir zihinsel seferberliğin İslam dünyasında yaşanmadığını vurgular.
Dilin Sömürgeleştirilmesi: Tarihsel Örnekler
Kılınç, farklı coğrafyalardan örneklerle dilin nasıl bir işgal aracı hâline getirildiğini açıklar. Fas’ta Fransızcanın, Lübnan’da İngilizcenin, Hindistan’da ise İngilizcenin eğitim ve kamu hayatında baskın hâle gelmesi, Batı’nın kültürel egemenliğinin tezahürleri olarak değerlendirilir. Bu dilsel egemenlik, yalnızca kelime dağarcığının değil, düşünme biçimlerinin de dönüştürülmesine neden olur. Yazar, bu süreci “kavramsal işgal” olarak adlandırır ve dilin anlam dünyasını belirleyen bir üst sistem olduğunu belirtir.
Dil, Hafıza ve Kimlik İlişkisi
Kitapta dilin yalnızca iletişim değil, aynı zamanda bir kimlik taşıyıcısı ve hafıza deposu olduğu sıkça vurgulanır. Kılınç, dilin yok edilmesinin ya da dönüştürülmesinin, toplumsal hafızanın silinmesi anlamına geldiğini belirtir. Bu bağlamda, Osmanlıca’nın eğitimden çıkarılması ve yerine Batılı dillerin geçmesi, kolektif bilinçte bir kopuş yaratmıştır. Kitap, bu kopuşun yalnızca entelektüel değil, aynı zamanda kültürel bir travmaya yol açtığını savunur.
Eğitim, Medya ve Bürokrasi Üzerinden İşgal
Kılınç’a göre modern eğitim sistemleri ve medya aygıtları, Batı'nın dilsel hâkimiyetini sürdüren en güçlü araçlardır. Özellikle sömürge sonrası dönemde bağımsızlıklarını kazanan ülkelerin, dil konusunda eski sömürge dillerini korumaları, hâlen süregiden bir zihinsel işgalin göstergesidir. Arap ülkelerinde Fransızca ve İngilizcenin resmi belgelerde, diplomasi dilinde ve üniversitelerde tercih edilmesi bu duruma örnek olarak gösterilir.