Düşman hava savunmalarının bastırılması (Suppression of Enemy Air Defenses - SEAD), bir hava harekatında düşman tarafın yer tabanlı hava savunma unsurlarını etkisiz hale getirmeyi veya işlevlerini geçici de olsa azaltmayı hedefleyen faaliyetler bütünüdür. Bu kapsamda uçaksavar füze sistemleri (yerden havaya füzeler, Surface-to-Air Missiles – SAM) ve uçaksavar topçusu (AAA) gibi tehdit unsurlarının yanı sıra bunların bağlı olduğu erken uyarı radarları ve komuta-kontrol altyapıları da SEAD harekatının hedefleri arasına girer.
SEAD, hem doğrudan tahrip edici (öldürücü) saldırıları hem de karıştırma-aldatma gibi bozucu (öldürücü olmayan) yöntemleri içerir. Etkili bir SEAD uygulanamadığı takdirde, dost hava kuvvetlerinin operasyonlarında ciddi risk artışı meydana gelir ve hava üstünlüğü sağlanması güçleşir. Bu nedenle SEAD, modern hava savaşının kritik bir parçası olarak görülür ve son yarım yüzyıldır hava gücünün icrasında merkezi bir rol oynamıştır. Tarihsel olarak bazı büyük çatışmalarda toplam sorti sayısının %15-30’u gibi yüksek bir oranının SEAD görevlerine ayrılması, bu alanın operasyonel önemini ortaya koymaktadır.
SEAD - Suppression of Enemy Air Defense (Coverd Caval)
Tanım ve Kapsam
SEAD, taarruzi karşı-hava harekatı (Offensive Counter-Air – OCA) kapsamında değerlendirilen bir misyondur ve düşman hava savunma yeteneklerini bastırarak dost hava unsurlarına kabul edilebilir bir risk seviyesinde faaliyet imkanı sunmayı amaçlar. Birleşik Devletler müşterek dokümanlarına göre SEAD, “düşman yüzey konuşlu hava savunmalarını tahrip edici ve/veya bozucu vasıtalarla nötralize eden, imha eden veya geçici olarak etkisizleştiren” her türlü faaliyeti kapsar. Bu tanım, hedeflerin geçici süreyle devre dışı bırakılmasını (örneğin radarların karıştırılmasıyla) veya tamamen yok edilmesini (füze ve bombalarla imhası) aynı kavram içinde barındırır.
"Bastırma” terimi, hedef hava savunma unsurlarının etkinliğinin azaltılmasını vurgularken; düşman hava savunmalarının imhası (İng. Destruction of Enemy Air Defenses - DEAD) ise bu unsurların kalıcı şekilde ortadan kaldırılmasını ifade eden ilgili bir kavramdır. SEAD genellikle DEAD’i de içerecek şekilde, düşmanın hava savunma kabiliyetini dost unsurlar için tehdit olmaktan çıkarmaya yönelik bütüncül bir yaklaşımı temsil eder.
SEAD harekatının kapsamına, düşman entegre hava savunma sistemi (EHSS, İng. Integrated Air Defense System – IADS) içinde yer alan tüm unsurlar girer. Bu unsurlar arasında arama ve takip radarları, karadan havaya füze bataryaları, uçaksavar topçu mevzileri, bunların komuta-kontrol merkezleri ve iletişim ağları sayılabilir. Ayrıca, düşmanın elektronik harp ve erken ihbar sistemleri de SEAD kapsamında hedeflenebilir. SEAD faaliyeti, tek bir uçağın öz savunma amaçlı gerçekleştirdiği bir ani baskılama manevrasından (örneğin kendisine kilitlenen bir radar tehdidine otonom karşı tedbir uygulaması) tüm bir harekat tatbikatında entegre hava savunma ağının sistematik olarak çökertilmesine kadar farklı ölçeklerde icra edilebilir.
Rus Hava Savunma Sahası Katmanları (JAPCC)
Müşterek doktrinde bu doğrultuda SEAD genellikle üç kategoriye ayrılır:
- Geniş Alanlı SEAD, belirli bir harekat bölgesi genelinde entegre hava savunma sistemine karşı yürütülen bastırma faaliyetlerini ifade eder;
- Yerel SEAD, belli bir operasyon veya görev alanını desteklemek için o bölgedeki hava savunma unsurlarının geçici olarak bastırılmasını amaçlar;
- Fırsatçı SEAD ise önceden planlanmamış, ortaya çıkan ani tehditlere karşı (örneğin görev esnasında beklenmedik bir radar tehdidinin belirmesi halinde) uygulanan bastırma eylemlerini tanımlar.
Bu kapsam ve tanımlar, müttefik doktrinlerde de genel olarak benimsenmiştir. Örneğin NATO’nun ortak hava dokümanlarında SEAD, hava harekatının emniyetini sağlamak üzere düşman hava savunma kabiliyetinin bastırılması olarak ele alınmakta ve bu görevin müttefik kuvvetler arasında müşterek icrasının altı çizilmektedir.
SEAD’de kullanılan yöntemler, tahrip edici ve bozucu şeklinde iki ana gruba ayrılır. Tahrip edici yöntemler, düşman hava savunma unsurlarının fiziksel olarak yok edilmesini hedefler. Örneğin bir SAM bataryasının savaş uçaklarınca füze veya güdümlü bomba ile vurulması ya da özel kuvvetler tarafından bir radar tesisine yönelik imha harekatı bu kapsamdadır. Bozucu yöntemler ise düşmanın hava savunma sistemlerini aldatma, kör etme veya karıştırma yoluyla etkisiz hale getirmeyi amaçlar; örneğin radar frekanslarına elektronik karıştırma (jammer) uygulanması, sahte hedef uçuşlarının gerçekleştirilmesi veya düşman radarlarını yanlış hedeflere yönlendirecek elektromanyetik aldatma tedbirleri bu gruba girer.
Sıklıkla tahrip edici ve bozucu yöntemler birlikte kullanılarak sinerjik bir etki yaratılır: Elektronik harp vasıtaları düşman radarlarını geçici olarak kör ederken, bu süre zarfında anti-radyasyon füzeleri aynı radarları imha etmek üzere ateşlenir. SEAD faaliyetleri hava kuvvetleri platformlarınca icra edilebildiği gibi, kara ve deniz kuvvetlerinin ateş destek vasıtaları tarafından da gerçekleştirilebilir. Örneğin, karadan karaya taktik balistik füzeler veya uzun menzilli topçu atışlarıyla kritik radar tesislerinin vurulması da SEAD etkisi yaratabilir. Dolayısıyla SEAD, farklı kuvvet unsurlarının koordinasyonunu gerektiren geniş ölçekli bir misyon olarak da tanımlanabilir.
Tarihsel Evrim
Hava savunma bastırma kavramının kökenleri II. Dünya Savaşı’na kadar uzanır. Müttefik kuvvetler, Almanların geliştirdiği erken radar ağını etkisiz kılabilmek için Window adı verilen şerit folyo (şaşırtma amacıyla atılan “chaff”) kullanımı gibi ilkel elektronik karşı tedbirlere başvurmuşlardır. 1943’te gerçekleştirilen Gomorrah Operasyonu sırasında ilk kez kapsamlı chaff kullanımıyla Alman radarlarının kitlesel şekilde yanıltılması, SEAD konseptinin erken bir örneği olarak görülür. Bunu takiben, radar ve telsiz iletişimini bozma girişimleri gibi elektronik harp uygulamaları savaşın sonlarına doğru artış göstermiştir. 1950’ler ve 60’larda jet çağının başlamasıyla, Sovyet yapımı karadan havaya füze sistemlerinin ortaya çıkması, hava harekatı için yeni ve ölümcül bir tehdit oluşturmuştur. Bu gelişme, hava savunma bastırma ihtiyacını daha da belirgin hale getirmiştir.
SEAD kavramının sistematik bir harekât olarak doğuşu, genel kabul gören biçimde Vietnam Savaşı sırasında gerçekleşmiştir. 1965’ten itibaren Kuzey Vietnam, entegre bir hava savunma ağı (IADS) kurarak Sovyet yapımı SAM sistemlerini ve uçaksavar toplarını etkili bir biçimde konuşlandırmıştır. Bu tehdit karşısında ABD Hava Kuvvetleri ve Donanması, özel olarak düşman radarlarını avlamak üzere donatılmış uçaklar ve silahlar geliştirmiştir. Wild Weasel adı verilen program çerçevesinde F-100 ve sonrasında F-105G ile F-4C gibi uçaklar, radar arayıcı güdüme sahip anti-radyasyon füzeleriyle (İng. Anti-Radiation Missile – ARM) donatılmıştır. İlk anti-radyasyon füzelerinden AGM-45 Shrike, aktif radarlara kilitlenerek onları tahrip etmek üzere Vietnam’da kullanılmıştır. Ayrıca EB-66 Destroyer gibi elektronik karıştırma uçakları, düşman radarlarının algılama ve hedefleme kabiliyetini bozmak amacıyla harekatlara katılmıştır. Vietnam Savaşı, bu anlamda ilk kapsamlı SEAD kampanyasının denendiği ve “düşman hava savunmalarının bastırılması” teriminin doğuşuna vesile olan bir dönüm noktası olmuştur; savaşın zorlu tecrübeleri, etkin SEAD olmaksızın modern entegre hava savunma sistemlerine karşı hava kuvvetlerinin yüksek kayıplar verebileceğini göstermiştir.
Vietnam sonrası dönemde, gerek teknoloji gerek taktik boyutunda SEAD yetenekleri hızla gelişti. 1973 Arap-İsrail Savaşı (Yom Kippur) sırasında İsrail Hava Kuvvetleri, Mısır ve Suriye’nin konuşlandırdığı yoğun Sovyet yapımı SAM sistemleri nedeniyle başlangıçta ağır kayıplar vermiş, ancak sonradan geliştirdiği taktiklerle (örneğin insansız keşif uçakları ve yoğun elektronik karıştırma ile) bu tehditleri kısmen dengelemiştir. 1982 yılında Lübnan Bekaa Vadisi’nde İsrail tarafından icra edilen Mole Cricket 19 Operasyonu, entegre bir hava savunma şebekesinin sistematik bastırılmasına örnek teşkil etmiştir: İsrail kuvvetleri, Suriye’ye ait SAM bataryalarını elektronik harp, insansız hava araçları ve hassas güdümlü mühimmat kullanarak büyük ölçüde imha etmiştir. 1980’lerin ikinci yarısında ABD, AGM-88 HARM adlı daha gelişmiş bir anti-radyasyon füzesini envantere alarak SEAD kabiliyetini yükseltmiştir. HARM füzesi, önceki nesillere kıyasla daha yüksek hız ve hassasiyetle düşman radarlarını vurabilmekteydi. Ayrıca hava platformları da SEAD rolü düşünülerek geliştirildi; ABD Hava Kuvvetleri’nin F-4G “Wild Weasel” uçakları ve ABD Deniz Kuvvetleri’nin EA-6B Prowler elektronik harp uçakları bu dönemde hizmete girerek uzmanlaşmış SEAD platformları olarak görev yaptılar.
1980'lerde SEAD Taktikleri (Setting The Context)
1991 Körfez Savaşı, SEAD konseptinin büyük ölçekli bir harekatta başarıyla uygulanmasına önemli bir örnek teşkil etmiştir. ABD öncülüğündeki koalisyon, Irak’ın geniş ve entegre hava savunma ağını savaşın ilk günlerinde yoğun SEAD operasyonlarıyla felç etmiştir. “Desert Storm” hava harekatının açılış safhasında onlarca özel Wild Weasel ekibi, yüzlerce HARM füzesi atışı ve seyir füzeleriyle radar-irtibat merkezlerinin imhası sayesinde Irak’ın uçaksavar füze sistemlerinin büyük kısmı susturulmuştur. Bu sayede koalisyon hava kuvvetleri, çok az dost kayıpla yoğun hava taarruzlarını icra edebilmiştir. 1995’teki Deliberate Force (Bosna) ve 1999’daki Allied Force (Kosova) harekatlarında NATO müttefikleri, hareketli ve gizlenmiş SAM tehditleriyle uğraşmak zorunda kalmış, binin üzerinde anti-radyasyon füzesini düşman hedeflerine karşı kullanmıştır. Özellikle Kosova harekatı sırasında Sırp hava savunma birlikleri “radarlarını kısa süreli açıp kapama” taktiğiyle tamamen imha edilmekten kaçınmış, bu durum NATO’nun SEAD konusunda ne denli zor bir görevle karşı karşıya olduğunu göstermiştir. Nitekim bu harekat sırasında bir Amerikan F-117 Nighthawk gizli (stealth) uçağı dahi eski tip bir SA-3 SAM sistemiyle vurularak düşürülmüştür; bu olay, en ileri teknolojiye sahip uçakların bile kapsamlı bir IADS karşısında risk altında olabileceğine işaret ederek SEAD taktik ve teknolojilerinde sürekli iyileştirme gereğini ortaya koymuştur.
2000’li yıllarda, Irak ve Afganistan gibi harekat ortamlarında ileri düzey bir düşman hava savunması bulunmaması nedeniyle SEAD görevi daha az ön plana çıkmışsa da, başka bölgelerde risk devam etmiştir. 2003’teki Irak işgalinin ilk aşamasında (Operation Iraqi Freedom) koalisyonun SEAD çabaları, 1991’e kıyasla daha hızlı sonuç almış ve Saddam Hüseyin rejiminin sınırlı ölçüde yeniden inşa ettiği hava savunma ağı kısa sürede bastırılmıştır. 2011’de Libya’daki Odyssey Dawn harekatında, ABD ve NATO müttefikleri Libya’nın hava savunma sistemini devre dışı bırakmak için yoğun bir başlangıç taarruzu düzenlemiş; bu sayede Birleşmiş Milletler kararına dayanan uçuşa yasak bölge uygulaması mümkün olabilmiştir. Bu örnek, sınırlı bir “uçuşa yasak bölge” görevinin dahi fiiliyatta geniş çaplı bir SEAD kampanyasını gerektirebileceğini ortaya koymuştur. Nitekim ABD savunma yetkilileri, Libya harekatı öncesinde yaptıkları değerlendirmelerde, böyle bir harekatta önce Libya’nın hava kuvvetleri ve hava savunma sistemlerinin kapsamlı şekilde imha edilmesinin şart olduğunu belirtmiş ve bu yaklaşım siyasi kararlara da yansımıştır.
Doktriner Çerçeve
SEAD konusunda doktriner çerçeve, esasen hava üstünlüğünün tesisine yönelik karşı-hava (counter-air) konseptinin bir parçası olarak şekillenmiştir. ABD müşterek doktrinine göre SEAD ve müşterek SEAD (J-SEAD) faaliyetleri, tüm kuvvet bileşenlerinin birbiriyle destek ve işbirliği içinde yürüttüğü müşterek hava harekatının ayrılmaz bir unsurudur. Bu nedenle SEAD planlaması, harekat tasarımının en başından itibaren göz önünde bulundurulur. Müşterek harekat komutanının (JFC) planlarında, düşman entegre hava savunma sisteminin nasıl baskılanacağı kritik bir yer tutar. Doktrinler, SEAD icrasında sorumluluk ve görev paylaşımını da tanımlamıştır: Örneğin müşterek harekat planlamasında J-3 (Operasyonlar Başkanı), SEAD koordinasyonundan sorumlu kilit kişidir ve hava, kara, deniz bileşen komutanlıkları arasında SEAD ile ilgili görev bölüşümü yapılır.
ABD Deniz Piyadeleri doktrini olan MCWP 3-22.2, SEAD planlamasında “önceden planlı” ve “reaktif” SEAD ayrımı yapar. Önceden planlı SEAD, belirli bir harekat veya görev öncesinde istihbaratla tespit edilmiş düşman hava savunma unsurlarının, harekat başlamadan veya eşzamanlı olarak baskılanmasını kapsar. Reaktif SEAD ise beklenmedik bir tehdit belirdiğinde (örneğin uçuş sırasında aniden bir radar kilidi uyarısı alındığında) uygulanan anlık karşı tedbirleri ifade eder. Bu iki kavram, müşterek doktrindeki “yerel” ve “fırsatçı” SEAD kategorileriyle örtüşmektedir. Doktrin, mümkün olduğunda SEAD faaliyetlerinin önceden koordineli ve senkronize şekilde yürütülmesini, ancak beklenmedik tehditlere karşı da her birimin gerekli karşı tedbiri (öz savunma karıştırması, ani füze saldırısı vb.) alabilmesini öngörür.
NATO doktrini de benzer şekilde SEAD’ı müttefik hava harekatının planlamasında kritik bir görev olarak tanımlar. NATO’nun Müşterek Hava ve Uzay Doktrini (AJP-3.3), üye ülkelerin hava kuvvetlerinin SEAD kabiliyetlerini ortak harekâtlarda birleştirmesini teşvik eder ve “müşterek/çok uluslu SEAD” kavramını vurgular. Özellikle gelişmiş entegre hava savunma sistemlerine karşı, birden fazla müttefikin sensör, silah ve platformlarıyla koordineli şekilde bastırma yapması gerektiği doktriner olarak benimsenmiştir. NATO içinde SEAD görevi için özel eğitim ve tatbikatlar düzenlenmekte; örneğin yıllık Suppression of Enemy Air Defences (SEAD) Tatbikatı gibi etkinliklerle müttefik unsurların bu alandaki uyumu artırılmaktadır.
Doktrin belgeleri, SEAD harekatının başarı kriterleri ve dikkat edilmesi gereken hususlara da yer verir. Bunlardan biri, angajman kuralları ve harekat izinleri konusudur. SEAD, doğası gereği düşman topraklarındaki hedeflere yönelik saldırıları içerdiğinden, siyasi-askeri düzeyde angajman kurallarının net olması gerekir. Örneğin bir uçuşa yasak bölge harekatında, devriye uçaklarına ateş açan ya da kilitlenme tehdidi oluşturan hava savunma unsurlarının hemen vurulup vurulamayacağı, yoksa sadece tehdidin gerçekleşmesi halinde mi karşılık verileceği, önceden belirlenmelidir. Libya 2011 öncesi tartışmalarda görüldüğü gibi, “caydırıcı devriye” ile sınırlı bir misyon yerine, doğrudan önleyici SEAD saldırıları yapma kararı stratejik bir eşiği temsil eder. Doktrin düzeyinde bu kararların etkileri değerlendirilir ve kuvvet planlaması buna göre şekillendirilir.
Ayrıca, yıkıcı (destructive) ve bozucu (disruptive) bastırma yöntemlerinin uygun kombinasyonu doktrinde ele alınır. Düşmanın hava savunmasını tamamen ortadan kaldırmak ideal olsa da, bu her zaman mümkün veya gerekli olmayabilir; bazen tehdit sistemini belirli bir süre için devre dışı bırakmak (örneğin yoğun elektronik karıştırma ile) operasyonel hedef için yeterli olabilir. Bu nedenle planlamacılar, hedeflenen bastırma düzeyini (geçici bastırma vs. kalıcı imha) ve kullanılacak vasıtaları (füzeler, elektronik harp, siber taarruz vs.) dengeli şekilde seçer. Doktrinde yer alan bir diğer kavram da “emniyet payı”dır. SEAD operasyonları sırasında dost unsurların dost ateşi (fratricide) riski oluşabileceğinden, özellikle geniş alanlı elektronik karıştırma ve uzun menzilli anti-radyasyon füzesi kullanımı durumlarında çok sıkı koordinasyon uygulanması gerektiği vurgulanır. Örneğin, herhangi bir düşman radar yayılımı olmadan “önleyici” olarak ateşlenen bir anti-radyasyon füzesinin yanlışlıkla dost bir radara yönelme ihtimali, doktrinsel bir uyarı konusudur. Bu gibi riskler, modern anti-radyasyon mühimmatına eklenen hedef ayrımcılığı yetenekleriyle azaltılmaya çalışılmaktadır.
Özetle, doktrin bağlamında SEAD, stratejik seviyeden taktik seviyeye kadar detaylı planlama ve koordinasyon gerektiren, çok disiplinli bir harekat alanıdır. Hem insanlı hem insansız unsurların, hem konvansiyonel ateş gücünün hem elektronik ve siber vasıtaların entegre biçimde kullanılması esastır. Müttefik doktrinler, SEAD’in bir lüks değil harekat güvenliği için zorunlu bir görev olduğunu ve her yüksek yoğunluklu çatışmanın başında bu görevin icra edilmesi gerektiğini net biçimde ortaya koymaktadır.
Operasyonel Boyut
Operasyonel düzeyde SEAD, bir hava harekatının başarıyla icrası için öncelikli adımlardan biri olarak kabul edilir. Genelde büyük ölçekli harekat planlarında, “hava savunma bastırma” görevleri açılış safhasında icra edilir ve düşmanın entegre hava savunma kapasitesi nötralize edildikten sonra diğer hava operasyonları (stratejik bombardıman, yakın hava desteği, hava indirme vb.) daha emniyetli bir şekilde yürütülür. Örneğin 1991 Körfez Savaşı’nda koalisyon güçleri, geniş kapsamlı hava taarruzlarına başlamadan hemen önce “SEAD paketleri” göndererek Irak’ın radar ağını, SAM bataryalarını ve haberleşme merkezlerini hedef almıştır. Bu sayede birkaç gün içinde Irak hava savunması büyük ölçüde etkisiz hale getirilmiş ve koalisyon uçakları için nispeten güvenli bir harekat ortamı yaratılmıştır. Benzer şekilde, 2003’te Irak’ta ve 2011’de Libya’da ilk dalga taarruzlar SEAD unsurlarından oluşmuş, düşmanın kritik hava savunma siteleri susturulmuştur.
SEAD operasyonlarının planlaması, ayrıntılı bir istihbarat hazırlığı gerektirir. Düşmanın hangi hava savunma sistemlerine sahip olduğu, konuşlu mevzileri, radar kapsama alanları ve olası yedek pozisyonları önceden belirlenmeye çalışılır. Uydu görüntüleri, elektronik istihbarat (ELINT) ve sinyal istihbaratı (SIGINT) kaynakları kullanılarak bir “tehdit haritası” çıkarılır. Bu sayede SEAD görevlerinde önceliklendirilecek hedef listeleri oluşturulur (örn. uzun menzilli stratejik SAM sistemleri öncelikli, kısa menzilli taktik sistemler ikinci öncelik gibi). Operasyonel planda SEAD için ayrılan kaynaklar ve zamanlama da kritik bir karardır. Bastırma etkisinin kalıcı olmadığı durumlarda (örneğin sadece karıştırmayla geçici olarak susturulan radarlar), asıl hava taarruz dalgasının SEAD etkisi sürerken hedeflere ulaşması gerekir. Bu nedenle SEAD görevleri ile diğer görevlerin zaman-senyör (time-on-target) koordinasyonu yapılır. Örneğin bir bombardıman kolu kritik bir hedefe ulaşmadan birkaç dakika önce o bölgedeki SAM radarı HARM füzeleriyle vurulmuş ve/veya elektronik olarak karıştırılmış olmalıdır. Bu koordinasyon, “paket” harekat konseptinin de bir parçasıdır. Her bir taarruz paketi içinde SEAD unsurları, muharip bombardıman unsurları, koruma sağlayan avcı uçaklar ve gerekli tanker/keşif desteği entegre edilir.
SEAD Operasyonel Karar Alma Şeması (Researchgate)
SEAD’in operasyonel boyutunda müştereklik (jointness) ve çok ulusluluk önemli yer tutar. Özellikle NATO gibi koalisyon yapılarında, bir ülkenin hava kuvvetleri düşman hava savunmasını bastırırken diğer ülkenin taarruz uçakları hedeflerini vurmaktadır. 1999 Kosova Harekatı bunun bir örneğini sunmuştur; ABD’nin EA-6B Prowler elektronik harp uçakları ve F-16CJ Wild Weasel’ları Sırp radarlarını baskılarken, diğer müttefiklerin uçakları nispeten güvenli biçimde hedeflerine yönelebilmiştir. Müştereklik kapsamında ise örneğin bir deniz kuvvetlerine ait savaş gemisi (destroyer gibi) karadan havaya füze tehdidi yaratan bir radar tesisini tomahawk seyir füzesiyle vurabilir veya kara kuvvetlerinin bir uzun menzilli topçu roket sistemi düşman hava savunma bataryasını imha ederek hava kuvvetlerine destek olabilir. 1991 Körfez Savaşı’nda ABD Ordusu’na ait AH-64 Apache helikopterlerinin Irak sınırındaki erken uyarı radarlarını ilk açılış saatlerinde imha etmesi, müşterek SEAD koordinasyonuna klasik bir örnek sayılır. Bu sayede harekatın devamında hava koridorları açılmış ve derin taarruzlar mümkün olmuştur.
SEAD operasyonlarında komuta-kontrol (C2) yapısı da dikkatle tesis edilir. Genellikle müşterek hava operasyon merkezi (CAOC), SEAD görevlerini planlar ve gerçek zamanlı olarak koordine eder. Hava savunma bastırma faaliyetini yöneten bir “SEAD Görev Koordinatörü” (örneğin hava harekatının planlama safhasında görevlendirilen kıdemli bir subay) bulunabilir. Bu kişi, sahadaki sensörlerden (AWACS uçakları, elektronik istihbarat platformları, insansız hava araçları vb.) gelen anlık tehdit durumunu takip ederek SEAD uçaklarını uygun bölgelere sevk eder. Özellikle ani gelişen tehditlere (pop-up threats) karşı devriye gezen SEAD uçaklarının yönlendirilmesi önemlidir. Bu nedenle modern harekat merkezleri, gerçek zamanlı dijital bağlantılar ile hem SEAD platformlarına hem de diğer vurucu unsurlara anlık hedef koordinatları aktarabilmektedir.
SEAD Operasyonel Süreci (Researchgate)
Operasyonel seviyede SEAD başarısının önemli göstergelerinden biri, dost hava kayıplarının düşük tutulmasıdır. Son yıllardaki çatışmalarda bu açıdan dikkat çekici veriler elde edilmiştir. Örneğin 1991’den sonra NATO ve ABD hava harekatlarında düşman hava savunması kaynaklı uçak kayıpları oldukça azalmıştır. Bu durum kısmen karşı tarafın teknolojik zafiyetine bağlansa da, esas olarak SEAD kabiliyetlerinin etkin kullanımının bir sonucudur. Ancak yakın dönemde Rusya ile Ukrayna arasındaki savaş, etkili SEAD olmaksızın bir hava kuvvetinin beklenmedik zorluklarla karşılaşabileceğini göstermiştir.
Rusya Hava-Uzay Kuvvetleri (VKS), 2022’de başlayan Ukrayna işgalinin ilk safhasında Ukrayna hava savunmasını bastırmakta başarısız olmuş; bu nedenle Rusya, üstün sayısal ve teknolojik gücüne rağmen hava üstünlüğünü bir türlü kuramamıştır. Ukrayna’nın Sovyet döneminden kalma S-300 sistemleri ve taşınabilir hava savunma füzeleri (MANPADS) etkin kalmış, Rus uçakları alçak irtifada uçamamış ve stratejik derinlikteki hedeflere hava saldırıları sınırlı kalmıştır. Bu örnek, SEAD’in ihmal edilmesinin veya başarılı icra edilememesinin operasyonda yaratacağı stratejik etkiyi ortaya koymuştur.
Özetle, operasyonel düzeyde SEAD planlaması, hava kampanyasının başarısı için önkoşul niteliğindedir. “Hava sahasının şekillendirilmesi” olarak da adlandırılabilecek bu safhada, düşmanın gökyüzündeki “koruma şemsiyesi” delinecek veya kaldırılacaktır. Bu sağlandıktan sonra konvansiyonel hava operasyonları sürat ve emniyetle icra edilebilir. Aksi halde, güçlü bir hava savunma ağı karşısında taarruz uçaklarının etkinliği düşecek ve kayıplar kabul edilemez boyutlara ulaşabilecektir. Dolayısıyla her ciddi harekat planı, SEAD’i bir ilk görev olarak içerir ve kaynak tahsisatında bu misyona öncelik verir.
Taktik, Teknik ve Prosedürler (TTP)
SEAD görevlerinin icrasında kullanılan taktik, teknik ve prosedürler, yüksek tehditli ortamlarda hayatta kalabilmek ve hedefleri etkisiz hale getirmek üzerine odaklanır. Tarihsel olarak geliştirilmiş temel SEAD taktiklerinden biri “Wild Weasel” konseptidir. Bu konseptte, özel olarak görevlendirilmiş bir uçak veya uçak çifti, düşman radarını kasten kendine kilit atmaya provoke ederek düşmanın ateş kontrol radarını açığa çıkarır; hemen ardından eşlik eden diğer uçak ya da aynı uçağın arka koltuğundaki sistem operatörü, bu radar sinyaline anti-radyasyon füzesi kilitleyerek ateşler. Vietnam Savaşı’nda “YGBSM – You Gotta Be Shittin’ Me” (Türkçesi kabaca: “Şaka yapıyor olmalısın”) mottosuyla anılan bu tehlikeli görev, bir anlamda “avcı”nın av haline gelerek düşman hava savunmasını açık vermeye zorlamasına dayanıyordu. Günümüzde modern uçaklar ve insansız hava araçları, benzer yemleme taktiklerini daha güvenli şekillerde uygulayabilmektedir; örneğin iğne deliği büyüklüğünde radar izine sahip bir insansız hedef dronu düşman savunma bölgesine gönderilerek radarların etkin hale gelmesi sağlanabilir, ardından o radarlara yönelik saldırı başlatılır.
Anti-radyasyon füzelerinin (ARM) kullanımı, SEAD’in en karakteristik taktik unsurlarındandır. Bu füzeler, düşman radarlarının yaydığı elektromanyetik sinyalleri “homer” denen algılayıcılarla tespit edip kaynağına yönelir. SEAD uçakları tipik olarak radar ikaz alıcıları (RWR) ve özel hedefleme sistemleriyle donatılmıştır. Örneğin ABD Hava Kuvvetleri’nin SEAD görevli F-16CJ uçaklarında HARM Targeting System (HTS) adında bir sensör bulunur; bu sistem, algıladığı düşman radar sinyallerinin yönünü ve türünü belirleyerek pilotun HARM füzesini doğru yöne sevk etmesine imkân tanır. SEAD esnasında uçuş profilleri de özenle seçilir: Uçaklar, düşman radarlarının menzil alt sınırının veya kör açılarının olduğu irtifalardan yaklaşmayı tercih edebilir. Arazi maskelenmesi kullanarak (tepe ardı uçuş gibi) radarlara yaklaşmak, özellikle eski tip hava savunma sistemlerine karşı etkili bir taktiktir.
Elektronik harp ve ateş gücünün eşgüdümlü kullanımı, SEAD TTP’lerinin temel prensibidir. Bir SEAD paketi, tipik olarak şu bileşenlerden oluşur: Anti-radyasyon füze taşıyan savaş uçakları (örn. F-16CJ, Tornado ECR gibi), elektronik karıştırma uçakları veya platformları (örn. EA-18G Growler, eski Prowler veya karıştırma podları takmış F-16’lar), destek uçakları (AWACS erken uyarı, tanker, vb.) ve gerekliyse görev sahasında devriye gezen muharip avcı koruması. Görev profili genellikle, karıştırma uçaklarının düşman radarlarını tespit edip bunlara geniş bantlı elektronik taarruz başlatmasıyla açılır. Bu karıştırma, düşman radar operatörlerinin ekranlarında “gürültü” oluşturup dost uçaklarının konumunu gizler veya radarların menzilini fiilen kısaltır.
Ardından anti-radyasyon füzesi atışları yapılır; füzeler, aktif yayın yapan radarları hedef alarak yüksek hızla onlara yönelir. Bu safhada, düşman radar personeli genellikle füzeyi aldatmak için radarını kapatma yoluna gider. Klasik ARM’lar radar kapandıktan sonra hedeflerini kaybedebilmekteydi; ancak modern anti-radyasyon mühimmat (ör. AGM-88E AARGM) “hafızaya alma” moduyla radar kapanmış olsa dahi son bilinen konuma yönelmeye devam eder veya milimetre-dalga radarı gibi sekonder arayıcılarla radar sistemini fiziksel olarak bulup vurabilir. Bu kabiliyet, düşmanın “radarı kapat kurtul” taktiğine karşı geliştirilmiş kritik bir TTP iyileştirmesidir.
SEAD görevlerinde sıkça kullanılan bir başka yöntem, sahte hedef ve yem sistemleridir. Modern hava kuvvetleri, düşman hava savunmasını kandırmak ve doygunluğa uğratmak için MALD (Miniature Air-Launched Decoy) gibi araçlar kullanır. Bu küçük insansız yem füzeleri, radarlara gerçek bir savaş uçağı gibi görünerek düşmanın füzelerini israf etmesini veya radarlarını gereksiz yere açmasını sağlar. Benzer şekilde, 2020 Dağlık Karabağ Savaşı’nda Azerbaycan güçleri, eski model AN-2 uçaklarını insansız hale getirip yem olarak kullanmış; Ermeni hava savunma radarları bu aldatmacalara angaje olduğunda, Azerbaycan’ın İsrail yapımı Harop gezici mühimmatları radarlardan yayılan sinyallere kilitlenerek onları imha etmiştir.
Bu taktik, gelecekte insansız sistemlerin SEAD alanında nasıl önemli roller oynayabileceğini göstermiştir. Yine insansız hava araçları, SEAD kapsamında sadece yem değil, doğrudan taaruz unsuru olarak da kullanılmaktadır: Düşük radar kesitli, yüksek irtifada uzun süre kalabilen SİHA’lar (örn. Bayraktar TB2), tespit edilmeden düşman hava savunma sistemlerine yaklaşarak güdümlü mühimmatlarıyla bu sistemleri imha edebilmektedir. 2020’de Suriye’nin İdlib bölgesinde Türk SİHA’larının bir dizi zırhlı hava savunma aracını (Pantsir-S1 ve SA-17 Buk) imha etmesi, insansız platformların SEAD kabiliyetine çarpıcı bir örnek teşkil etmiştir.
Atış zamanı ve yöntemleri açısından, SEAD görevlerinde önleyici (preemptive) ve karşılık verici (reactive) atışlar ayrılır. Önleyici atışlar, düşman radar veya füze sistemi henüz dost uçağa kilit atmadan veya ateş etmeden yapılır. Örneğin “SAM baskılama devriyesi” yürüten bir SEAD uçağı, menzil dahilindeki bir düşman radarını tehdit oluşturmasa dahi önleyici amaçla HARM füzesiyle vurabilir. Bu tür “preemptive” taktik, düşmanı daha harekete geçmeden bastırmak bakımından etkili olsa da mühimmat sarfiyatı ve istenmeyen hasar riski doğurabilir. 1990’lar operasyonlarında bazı durumlarda, aktif yayın yapmayan ancak varlığı bilinen radar mevzilerine önleyici HARM atışları yapılmış ve bu füzeler bazen yanlış hedeflere yönelmiştir. Bu nedenle, modern kurallar genellikle anti-radyasyon füzelerinin hedef teyidi veya düşman yayın faaliyeti görmeden rastgele kullanılmamasını tavsiye eder.
Bunun yerine, elektronik destek önlemleriyle (ESM) sürekli tarama yapılarak radarlardan en ufak bir yayın alındığında anında angajman yapılması (reaktif yöntem) tercih edilir. Reaktif SEAD’da reaksiyon süresi çok önemlidir; zira hareketli bir füze bataryası, yeri tespit edildikten dakikalar sonra mevki değiştirebilir. Kosova 1999 deneyiminde NATO uçaklarının bu “görece eski teknoloji” SAM bataryalarını dahi imha etmekte zorlanmasının bir nedeni, sensörlerden gelen bilgilerle ateş destek unsurları arasındaki döngünün yavaş kalmasıydı. Bu sorunu aşmak için son yıllarda “sensör-denetleyici-vurucu” zinciri kısaltılmaya çalışılmaktadır: Örneğin bir F-35 savaş uçağı, düşman radarının yayınını tespit edip kendi konumundan veya bağlı olduğu ağ üzerinden o radara saniyeler içinde bir güdümlü füze yönlendirebilir. Böylece radarın kaçacak veya kapanacak vakti kalmadan imha edilmesi hedeflenir. TTP’ler, bu tür çok platformlu koordinasyonu sağlamak üzere veri linklerinin etkin kullanımını, ortak hedef teşhis protokollerini ve yapay zekâ destekli hızlı karar destek sistemlerini devreye sokmaktadır.
Düşmanın SEAD’e karşı geliştirdiği taktiklere de karşı-prosedürler bulunmaktadır. Örneğin bir SAM birliği, yerini sık sık değiştirerek (shoot-and-scoot taktiği) anti-radyasyon füzelerinden kaçınmaya çalışabilir. Bunu önlemek için SEAD birimleri, düşmanın olası kaçış rotalarını ve alternatif mevzilerini önceden vuracak şekilde alan tesirli mühimmat planlaması yapar. Veya düşman, sahte radar yayınları (decoy vericiler) yerleştirerek ARM füzelerini bu tuzaklara çekmeyi deneyebilir; bu durumda dost elektronik destek unsurları, yayın karakteristiklerinden gerçek radar ile yem yayınını ayırt edecek gelişmiş sensörler kullanır. Aynı şekilde, düşmanın radarlarını kapatarak saklanması durumunda, SEAD kuvvetleri alternatif arayıcı başlıklar (örneğin termal görüntüleme) veya iz sürme teknikleriyle (radar kapansa dahi balistik tahminle son bilinen konumuna atış yapma gibi) hedef takibini sürdürür.
Özetle, SEAD’in taktik boyutu sürekli bir “önlem-karşı önlem” döngüsüdür. Bir yanda hava savunma birlikleri kendi hayatta kalma tedbirlerini alırken, diğer yanda hava taarruz kuvvetleri bu tedbirleri boşa çıkaracak yeni yöntemler geliştirir. Günümüzün TTP dokümanları, SEAD görev personeline esneklik ve yaratıcılık da telkin etmektedir. Örneğin bir SEAD görevi planlandığı gibi gitmez ve beklenmedik bir tehdit ortaya çıkarsa, görevlilerin yerinde inisiyatif kullanarak farklı saldırı profil ve cephanelere geçmesi (farklı hedefe yönelme, bekleme paterni uygulama, yakıt durumu uygunsa tehdidin hareket etmesini bekleyip tekrar angaje olma vb.) gerekebilir. Bu açıdan SEAD, yüksek eğitim ve uzmanlık gerektiren bir görev alanıdır. Uçuş ekibinin yanı sıra karargah seviyesindeki SEAD planlayıcıları da çeşitli simülatörler ve harp oyunlarıyla taktik becerileri geliştirmekte, olası düşman reaksiyonlarına karşı hazır çözümler üretmektedir.
Sistemler ve Silahlar
SEAD kabiliyetini oluşturan sistemler ve silahlar, hem saldırı hem de destek unsurlarını içerir. Başlıca SEAD silah sistemi, anti-radyasyon füze (ARM) ailesidir. Bu füzeler, düşman radarlarının yayınlarını hedef alan özel güdüm sistemlerine sahiptir. İlk nesil ARM’lar Vietnam döneminde ortaya çıkan AGM-45 Shrike ve AGM-78 Standard ARM füzeleriydi. Bunu 1980’lerde ABD tarafından geliştirilen AGM-88 HARM (High-speed Anti-Radiation Missile) takip etti. HARM, 1980’lerin ortasından itibaren Amerikan F-4G, F/A-18 ve F-16CJ uçaklarının standart SEAD mühimmatı oldu.
150 km’ye varan menzili ve Mach 2+ süratiyle HARM, birçok ülkenin envanterine de girdi. İngiltere, 1991 Körfez Savaşı sonrasında ALARM adlı kendi anti-radyasyon füzesini geliştirmiş ve Tornado GR4 uçaklarında kullanmıştır. Sovyetler Birliği de benzer silahlar üretmiştir: 1970’lerde geliştirilen Kh-28 ve 1980’lerde hizmete giren Kh-58 füzeleri, Mig-25BM ve Su-24M gibi platformlardan atılabilen anti-radyasyon mühimmatıdır. Günümüzde Rusya, daha modern Kh-31P serisi süpersonik anti-radar füzelerini Sukhoi ve Mig savaş uçaklarında kullanmaktadır. Çin ise son dönemde FT-2000 gibi anti-radyasyon amaçlı SAM türevleri ve havadan atılan ARM füzeleriyle bu alana girmiştir.
Anti-radyasyon füzeler dışında, SEAD kapsamında kullanılan diğer mühimmatlar da mevcuttur. Hassas güdümlü bombalar (örn. lazer veya GPS güdümlü bombalar), eğer düşman hava savunma unsurlarının yeri tam olarak biliniyorsa, doğrudan bu hedefleri vurmak için kullanılabilir. Örneğin bir SAM bataryasının lançer ve radarları, uçaklar tarafından GPS/INS güdümlü JDAM bombalarıyla imha edilebilir. Seyir füzeleri de (Tomahawk, SCALP/Storm Shadow vb.) yüksek değerli hava savunma merkezlerini vurmada yaygınca kullanılmıştır. 2018’de Suriye’deki rejim hava savunma sistemlerine karşı ABD ve müttefikleri, gemi ve uçaklardan seyir füzeleri fırlatarak belirli SAM mevzilerini etkisizleştirmiştir.
Son dönemde gelişen bir başka mühimmat kategorisi, gezici mühimmatlar (loitering munitions) veya “kamikaze İHA”lardır. İsrail yapımı Harop bunların en bilinen örneklerindendir; bir anti-radyasyon İHA’sı olarak da tanımlanabilecek Harop, havada devriye gezip düşman radar yayılımı tespit ettiğinde dalışa geçerek kendini hedef üzerinde imha eder. Harop’lar Azerbaycan tarafından 2020’de Ermenistan’a ait S-300PS radarlarını imha etmekte kullanılmıştır. Bu tür sistemler, anti-radyasyon füzelerine göre daha uzun havada kalış süresi ve hedef arama olanağı sunduğundan, gelecekte SEAD harp başlıkları taşıyan insansız platformların sayısı artacaktır.
SEAD platformları dendiğinde, akla ilk olarak özel elektronik harp ve sinyal istihbarat uçakları gelir. ABD Deniz Kuvvetleri’nin yıllarca kullandığı dört kişilik EA-6B Prowler uçağı, düşman radarlarını karıştırma/aldatma ve HARM füzesi atma kabiliyetleriyle klasik bir SEAD platformudur. Prowler’ların yerini alan modern EA-18G Growler uçakları ise F/A-18F Super Hornet altyapısı üzerine inşa edilmiş, iki kişilik mürettebatlı gelişmiş elektronik taarruz uçaklarıdır.
Growler, dahili ALQ-218 istihbarat sistemleri ve harici AN/ALQ-99 ve yeni Nesil Gürültüleyici Podlarıyla (Next Generation Jammer) geniş bir frekans spektrumunda elektronik karıştırma yapabilir ve AGM-88 HARM/AARGM füzeleriyle donanmıştır. Benzer şekilde, NATO müttefiklerinden Almanya ve İtalya 1990’larda Tornado ECR (Elektronik Muharebe ve Keşif) varyantlarını SEAD görevlerine uyarlayarak HARM füzesi atabilen özel filolar oluşturmuştur. Fransa, Mirage 2000 ve Rafale uçaklarında ARM füzesi kullanmasa da, 2020’lerde geliştirilen SPEAR-EW ve ACLAR gibi mini seyir füzesi türevleriyle hava savunma baskılama yeteneğini artırmayı planlamaktadır.
Hava platformlarının yanı sıra, karada konuşlu elektronik harp sistemleri de SEAD’in ayrılmaz parçasıdır. Yüksek güçlü karıştırıcı ve aldatıcı sistemler, cephe gerisinden düşman radarlarına elektromanyetik taarruz yaparak koridor açabilir. Türkiye’nin geliştirdiği KORAL mobil elektronik harp sistemi buna örnektir. 150-200 km menzilli KORAL sistemi, biri dinleme/tespit diğeri karıştırma yapmaya yönelik iki alt modülden oluşur ve düşman radarlarını ve iletişimini köreltmek suretiyle SEAD harekatlarını destekler. 2016’dan itibaren Suriye, Libya ve Azerbaycan gibi çatışma bölgelerinde KORAL aktif olarak kullanılmış; özellikle İdlib 2020 operasyonunda Türk SİHA’larının başarısında önemli pay sahibi olmuştur.
KORAL, güçlü bir karıştırma ile Suriye ordusunun Rus yapımı Pantsir-S1 gibi hava savunma sistemlerini “kör etmiş”, sonrasında bu sistemler SİHA’larca imha edilmiştir. Bu, karadan konuşlu elektronik harp ile havadan vuruş unsurlarının koordinasyonunun somut bir başarısıdır. Benzeri şekilde İsrail, Kara Kuvvetleri envanterindeki SCORPION mobil karıştırıcıları ve hava kuvvetlerinin HARPY insansız “anti-radar” dronlarını entegre ederek 2000’lerden bu yana Suriye hava savunmasına karşı etkinlik sağlamıştır.
Günümüzde birçok ülke, hava savunma baskılama kabiliyetini artırmak için özgün projelere yönelmektedir. Örneğin Japonya, Çin’in A2/AD kabiliyetine karşı stand-off (uzun menzilli) anti-radyasyon füzeleri geliştirme kararı almıştır. Hindistan, Rusya ile ortak geliştirdiği NGARM/Rudram anti-radyasyon füzesini 2020’de test ederek envantere sokmuştur. Türkiye ise mevcut ABD yapımı HARM füzelerinin yerini almak üzere AKBABA adını verdiği milli anti-radar füzesini bir proje olarak yürütmektedir. Türk Hava Kuvvetleri envanterinde yaklaşık 100 adet AGM-88 HARM füzesi bulunduğu ve bunların 151. Filo tarafından kullanıldığı bilinmektedir. AKBABA’nın bu füzelerin yerini alması ve özellikle 2030’larda hizmete girmesi planlanan milli muharip uçak TFX’de de entegre edilmesi hedeflenmektedir.
SEAD ile ilişkili destek sistemleri arasında, hava platformlarına takılan kendini koruma sistemleri de önemlidir. Modern savaş uçakları, radar ikaz alıcılar (RWR), elektronik karşı tedbir (ECM) yayıcılar ve flare/chaff atıcılarıyla donatılır. Her ne kadar bunlar aslen uçağın öz savunması için olsa da, örneğin bir RWR sayesinde pilot hangi radar tarafından ne mesafede takip edildiğini görüp SEAD angajmanına karar verebilir. Otomatik karıştırıcı sistemler, uçağa kilitlenen bir radarı tespit ederek anında sinyal bozma yayını yapabilir. Bu tip donanımlar, SEAD uçaklarının çatışma bölgesinde hayatta kalma şansını artırır.
Genel olarak SEAD’in sistem ve silah envanteri oldukça geniş bir yelpazeye yayılır: Stratejik seviyede elektronik istihbarat uydularından tutun, cephe hattında dolaşan minyatür drone’lara kadar çok farklı unsurlar bu göreve katkı sağlayabilir. Mühimmat cephesinde de klasik anlamda bomba ve füzelere ek olarak siber silahlar (düşman radarlarının yazılımını bozmak için malware saldırıları gibi) dahi bir SEAD “silahı” sayılabilir. Örneğin 2007’de İsrail’in Suriye’de bir nükleer tesis olduğu iddia edilen hedefe düzenlediği hava saldırısı öncesinde, Suriye radarlarının bir siber saldırı ile devre dışı bırakıldığı öne sürülmüştür (bu operasyon gayriresmi olarak “Orchard Operasyonu” diye anılır). Bu tarz yeni nesil “silahlar”, resmi olarak teyit edilmese de, geleceğin SEAD konseptinde yer alması muhtemel unsurlardır.
Türkiye Perspektifi
Türkiye, hava savunma bastırma kabiliyetini büyük ölçüde NATO ittifakı içindeki rolüyle paralel olarak geliştirmiştir. 1990’lardan itibaren Türk Hava Kuvvetleri envanterine giren F-16C/D Blok 50 uçakları, AGM-88 HARM anti-radyasyon füzesi atma kapasitesine sahip olmasıyla Türkiye’ye ilk gerçek SEAD imkanını kazandırmıştır. Özellikle 151. Filo (“Tunç” Filo) bu alanda uzmanlaşmış; bu filoya bağlı F-16C uçakları HARM füzeleri ile donatılarak gerektiğinde düşman radarı avına yönelik eğitimler icra etmiştir. 1991 Körfez Savaşı sonrasında Türkiye’nin olası bir sınır ötesi harekatta (örneğin Kuzey Irak uçuşa yasak bölge faaliyetleri esnasında) bu kabiliyete sahip olması önemli görülmüş ve ABD ile işbirliğiyle HARM mühimmatları temin edilmiştir. HARM füzelerinin ve genel olarak SEAD tecrübesinin Türk Hava Kuvvetleri tarafından ilk muhtemel kullanımı, 1999 yılında Sırbistan/Kosova krizinde NATO harekatına katılım sırasında olmuştur. O dönemde Türk F-16’ları Balkanlar’da devriye uçuşları yaparken olası bir Sırp hava savunma tehdidine karşı HARM taşıdıkları iddia edilmiştir. Yine 2006 sonrasında Türk F-16’ları Kuzey Irak’ta PKK hedeflerine düzenlenen sınır ötesi hava harekatlarında, bölgede konuşlu eski tip Irak/Saddam döneminden kalan radar ve füze sistemlerine karşı tedbir olarak SEAD yüküyle uçmuştur.
2010’lu yıllarda Türk savunma sanayii, SEAD alanında yerli çözümler üretmeye yönelmiştir. ASELSAN firması tarafından geliştirilip 2016’da Türk Silahlı Kuvvetleri envanterine alınan KORAL mobil elektronik harp sistemi, Türkiye’yi dünyada stratejik seviyede elektronik taarruz yapabilen sayılı ülkeler arasına sokmuştur. KORAL, bir 8×8 taktik araç üzerine entegre edilmiş karıştırma ve elektronik destek modüllerinden oluşmakta olup menzili yaklaşık 200 kilometre civarındadır. Bu sistem, 2016’dan itibaren Suriye sınırında konuşlandırılmış ve Suriye rejiminin radar ile füze tehditlerine karşı kullanılmıştır. Özellikle Şubat–Mart 2020 döneminde İdlib bölgesinde icra edilen Bahar Kalkanı Harekâtı sırasında, KORAL’ın yoğun elektronik taarruzuyla Suriye’ye ait hava savunma ağının bastırıldığı, akabinde Türk SİHA ve F-16’larının çok sayıda hedefi imha ettiği gözlemlenmiştir.
Açık kaynaklara yansıyan görüntülerde, aktif radar modunda bekleme yapan Rus yapımı Pantsir-S1 alçak/orta irtifa HSS sistemlerinin, yaklaşan Türk Bayraktar TB2 SİHA’larını tespit edip angaje olamadığı, akabinde TB2’ler tarafından imha edildikleri görülmüştür. Uzman değerlendirmelerine göre, TB2’lerin bu denli yakın mesafeden Pantsir sistemlerini vurabilmesi, KORAL sistemi sayesinde Pantsir radarlarının “kör” edilmesiyle mümkün olmuştur. Bu harekat neticesinde Suriye ordusuna ait en az 8 hava savunma sistemi unsuru (Pantsir-S1, SA-17 Buk ve SA-6 Kub gibi) imha edilmiş; bu durum Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) entegre SEAD kapasitesinin çarpıcı bir başarısı olarak kayda geçmiştir.
Türkiye ayrıca 2020’de Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ savaşında, müttefik ülke Azerbaycan’a sağladığı SİHA ve muhtemelen elektronik harp kapasitesiyle dolaylı bir SEAD etkisi yaratmıştır. Azerbaycan ordusu, Türk yapımı Bayraktar TB2 SİHA’lar ve İsrail yapımı Harop loitering mühimmatları kullanarak Ermenistan’ın Sovyet dönemi OSA-AKM, Strela-10, Kub ve S-300PS hava savunma sistemlerini büyük ölçüde saf dışı bırakmıştır. Bu savaş, Türkiye’nin konsept olarak benimsediği insansız sistemler ve elektronik harbin entegre kullanım modelinin bir yansıması olarak dünya tarafından dikkatle izlenmiştir. Nitekim pek çok ülkenin askeri yetkilileri, “Türk tarzı” SİHA-ESH entegrasyonunun geleneksel hava savunma paradigmalarını sarstığını vurgulamıştır.
Türk Hava Kuvvetleri, mevcut platformlarında SEAD kapasitesini arttırmaya yönelik modernizasyonlar yapmaktadır. F-16 Blok 30/40 uçaklarına uygulanan ÖZGÜR modernizasyon programı ile elektronik harp karşı tedbirleri ve yeni nesil mühimmat entegrasyonu kabiliyetleri geliştirilmektedir. Özellikle milli olarak geliştirilen Akbaba anti-radyasyon füzesi, 2020’lerin sonunda envantere girdiğinde Türkiye’nin dışa bağımlılığını azaltması beklenmektedir. Halen elde bulunan ~100 adet AGM-88 HARM füzesinin belirli bir raf ömrü bulunduğu için, Akbaba projesi önem kazanmaktadır. Akbaba’nın muhtemelen 150+ km menzilli, çift bant arayıcı başlıklı ve TFX ile F-16’larda kullanılabilir bir sistem olacağı öngörülmektedir. Bunun yanı sıra, ASELSAN tarafından savaş uçakları için geliştirilen EH Pod elektronik harp podları, F-16’ların öz savunma ve SEAD yeteneğini artırmıştır.
TSK envanterindeki diğer bazı sistemler de dolaylı SEAD kabiliyeti sunar. Roketsan’ın TRG-230-IHA adlı İHA’lar tarafından lazerle işaretlenen hedeflere uzun menzilli atış yapabilen füze sistemi veya Kasırga/ÇNRA (çok namlulu roketatar) sistemleri, tespit edilmiş düşman hava savunma mevzilerine karadan ateş imkanı sağlayarak hava uçaklarına destek olabilir. Ayrıca, yakın gelecekte hizmete girecek olan Milli Muharip Uçak (MMU/TFX) projesinde, uçağın dahili silah yuvalarında taşınacak stand-off menzilli SEAD mühimmatlarının (Akbaba füzesinin türevleri gibi) planlandığı bazı beyanlarda dile getirilmiştir. Bu, Türkiye’nin beşinci nesil bir savaş uçağıyla birlikte güncel SEAD tehditlerine karşı modern bir çözüm paketi oluşturma niyetini gösterir.
Diplomatik açıdan, Türkiye’nin SEAD kapasitesi NATO içerisinde de önemli bir rol oynar. Özellikle Türkiye’nin coğrafi konumu gereği, komşu bölgelerde ortaya çıkabilecek krizlerde (Suriye, Irak, Doğu Akdeniz vb.) Türk hava kuvvetlerinin bölgesel hava savunma bastırma görevi üstlenmesi beklenebilir. 2012’de Suriye’nin bir Türk keşif uçağını düşürmesiyle (RF-4E) patlak veren gerginlik, TSK’nin sınır hattında yoğun elektronik harp ve SEAD önlemleri almasına yol açmıştır. Yine Suriye iç savaşında muhaliflerin kontrolündeki bölgede uçuşa yasak benzeri bir etki yaratmak için Türkiye’nin 2020 başlarında KORAL konuşlandırdığı ve Suriye uçaklarına karşı engelleme yaptığı bilinmektedir. Bu durumlar, Türkiye’nin gerektiğinde milli çıkarları doğrultusunda tek taraflı SEAD icra edebileceğini göstermiştir.
Sonuç olarak Türkiye, SEAD alanındaki kabiliyetlerini hem ithal sistemler (HARM füzeleri, F-16 tabanlı çözümler) hem de yerli geliştirmelerle (KORAL, Akbaba füzesi, SİHA teknolojileri) önemli ölçüde ilerletmiştir. İlerleyen dönemde hava savunma tehditlerinin artan karmaşıklığına karşı, Türkiye’nin de karşı-SEAD tedbirleri (örneğin F-35 projesine dahil olamaması nedeniyle ortaya çıkan açığı kapatmak üzere alternatif elektronik harp uçakları veya insansız jetler geliştirme gibi) gündeme gelebilir. Halihazırda, Türk savunma sanayii KORAL’ın yeni nesil versiyonu ve hava platformlarından karıştırma yapacak SOJ (Stand-Off Jammer) uçakları üzerinde çalışmaktadır.
Güncel Tehditler ve Gelecek Eğilimler
Günümüzde hava savunma bastırma misyonu, geçmişe kıyasla çok daha büyük tehditlerle karşı karşıyadır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından tek süper güç olarak kalan ABD ve müttefikleri, 1990’lar ve 2000’lerde Irak, Sırbistan gibi nispeten zayıf entegre hava savunma sistemlerine sahip ülkelere karşı SEAD icra etmiş ve genellikle düşük kayıplarla bu harekatları tamamlamıştır. Ancak 2020’lere gelindiğinde Rusya ve Çin gibi büyük güçlerin geliştirdiği ileri düzey hava savunma sistemleri, SEAD görevine yönelik ciddi meydan okumalardır. Örneğin Rus yapımı S-400 Triumf (NATO kodu: SA-21) uzun menzilli hava savunma sistemi, 400 km’ye varan angajman menzili, aynı anda onlarca hedefe güdümlü füzelerle saldırabilme kapasitesi ve gelişmiş çok bantlı radarlarıyla, geleneksel SEAD platformlarını daha menzile girmeden tehdit edebilmektedir.
Bu durum, “karşı erişim/alan menfi (Anti-Access/Area Denial – A2/AD)” olarak anılan savunma stratejilerinin bel kemiğini oluşturmaktadır. Yani güçlü bir IADS, düşmana ait hava platformlarının belirli bir bölgeye yaklaşmasını engelleyerek o bölgeyi koruma altına alır. Bu stratejiye karşı SEAD uygulamak, artık sadece birkaç özel uçak ve füzeyle yapılabilecek bir görev olmaktan çıkıp, topyekün bir ortak kuvvet meselesi haline gelmektedir. Nitekim NATO raporlarında ve savunma analizlerinde, Rusya’nın Baltık bölgesi ve Doğu Avrupa’da kurduğu çok katmanlı hava savunma şemsiyesini (Kaliningrad A2/AD “kabarcığı” gibi) delmek için NATO müttefiklerinin kayda değer yatırıma ihtiyaç duyduğu vurgulanmaktadır.
Modern entegre hava savunma sistemlerinin özelliklerinden biri, elektronik karşı-karşı tedbirler (ECCM) ile donatılmış olmalarıdır. Yeni nesil radarlar, sayısal huzme yönlendirme (AESA teknolojisi), frekans atlama/yayılım spektrumu ve gelişmiş sinyal işleme teknikleri sayesinde geleneksel elektronik karıştırmayı zorlaştırmaktadır. Örneğin Rus yapımı Nebo-SVU VHF band radar sistemi, faz dizinli anteni ve rastgele frekans değiştirme kabiliyeti ile bilinir; bu radar S-300/400 bataryalarına entegre olabilir ve alçak görünürlüklü (stealth) uçakları dahi tespit etme iddiasındadır. Nebo-SVU gibi sistemler, dışarıdan uygulanan elektronik karıştırmayı büyük ölçüde filtreleyip bastırabilir; dolayısıyla böyle bir radarı etkisiz hale getirmenin yolu, fiziksel imhadır. Bu durum, SEAD görevlerinde “öldürücü” yöntemlerin yeniden ön plana çıkabileceğine işaret eder. Gelecekte, düşman hava savunması elektronik harbe tamamen dayanıklı hale gelirse, SEAD ekiplerinin bu sistemleri doğrudan kinetik saldırılarla yok etmesi gerekecektir. Bu da daha uzun menzilli, daha hızlı ve isabetli mühimmat ihtiyacını artırır.
ABD’nin geliştirmekte olduğu AGM-88G AARGM-ER füzesi bu kapsamda değerlendirilebilir. Selefi HARM’dan çok daha yüksek hızla (yüksek süpersonik) ve stealth formda tasarlanan AARGM-ER, özellikle S-400 gibi sistemlerin “onlar vurmadan vurulabilmesi” için tasarlanmıştır. Ancak bu füzeler 2020’lerin ortasında operasyonel hale gelirken, pek çok müttefik ülke henüz bunları envantere almamıştır. Avrupa ülkelerinin çoğu, Tornado ECR gibi eski SEAD platformlarını emekliye ayırdığından şu an için sınırlı SEAD kapasitesine sahiptir; hiçbir Avrupa ülkesinin elinde EA-18G Growler benzeri bir elektronik taarruz uçağı bulunmadığı gibi, en gelişmiş anti-radyasyon füze olarak da halen AGM-88 HARM’ın türevleri kullanılmaktadır. Bu bağlamda, güncel tehditler karşısında SEAD’de ABD dışındaki müttefiklerin nispeten hazırlıksız olduğu değerlendirilmektedir.
Güncel tehditlere bir diğer örnek, güdümlü siber ve uzay tabanlı tehditlerdir. Düşman taraf, kendi hava savunma ağını korumak için siber uzayda karşı önlemler alabilir. SEAD harekatı sırasında elektronik harp uçaklarının veya mühimmatlarının kullandığı frekanslar, konum verileri vb. siber istihbarat yoluyla takip edilip bu sistemlere karşı siber saldırılar düzenlenebilir. Aynı şekilde düşman, GPS karıştırması veya sahte GPS sinyali yaymasıyla (spoofing) SEAD mühimmatının hedef bulmasını engelleyebilir. Bu nedenle modern SEAD konsepti, sadece fiziksel ve elektromanyetik değil, siber boyutu da dikkate almak zorundadır. Dost kuvvetler, düşmanın IADS ağını siber saldırılarla felç etmeye çalışırken, kendi silah sistemlerinin de siber korunmasını sağlamak durumundadır.
İnsansız ve otonom sistemler, gelecekte SEAD’in gidişatını en çok değiştirmesi beklenen unsurlardır. Halihazırda İHA/SİHA’lar, görece zayıf hava savunmalarına karşı etkinliklerini kanıtlamış durumdadır. Ancak ilerleyen teknolojiler, sürü drone konseptleri ve yapay zekâ destekli otonom taarruzlar ile daha da karmaşıklaşacaktır. Örneğin düzinelerce otonom küçük İHA, bir bölgedeki hava savunma sistemini bunaltıp radarlarını sürekli meşgul edebilir, bu arada daha büyük ve silahlı platformlar açığa çıkan tehditleri yok edebilir. Bu “sürü taktiği”, sayısal üstünlükle savunmayı yenmeyi amaçladığı için, geleneksel füze-savunma dengesini değiştirebilir. ABD Hava Kuvvetleri’nin yaptığı bazı deneylerde, yapay zekâ algoritmalarının bir SEAD senaryosunda en uygun görev dağılımını planlayabildiği ve bir jammer İHA ile bir taarruz İHA’nın işbirliği içinde düşman SAM bataryasını etkisiz hale getirdiği görülmüştür. Bu gelişmeler, ileride insan müdahalesi çok az olan SEAD misyonlarının mümkün olabileceğini göstermektedir.
Geleceğe dönük bir diğer eğilim, yüksek güçlü mikrodalga (HPM) ve lazer silahları gibi yönlendirilmiş enerji silahlarının SEAD kapsamında kullanımıdır. Yüksek güçlü mikrodalga sistemler, bir bölgeye yoğun elektromanyetik darbeler göndererek elektronik cihazları yakabilir veya devre dışı bırakabilir. Bu teknoloji, “radar katili” bir füzede harp başlığı olarak kullanılabilir. Nitekim ABD, CHAMP adlı bir proje ile seyir füzesi üzerinde mikrodalga jeneratörü test etmiş ve sonuçta elektronik hedeflerin başarıyla etkisiz hale getirildiğini açıklamıştır. Eğer HPM silahları sahada güvenilir hale gelirse, bir füze bataryasını patlayıcı kullanmadan da saf dışı bırakmak mümkün olabilecektir. Lazer silahları ise halihazırda daha çok kısa menzilli hava savunma tarafında gelişiyor olsa da, ileride anti-radyasyon rolünde de düşünülebilir (örneğin bir insansız platform, tespit ettiği radar antenine güçlü bir lazer ışını tutarak alıcı elemanlarını yakabilir).
Karşı-SEAD tedbirler de bir diğer trenddir. Yani hava savunma tarafının, bastırılmaya karşı direncini artırmaya yönelik teknolojiler. Bunlara örnek olarak sayısal ağ mimarileri (her radarın sürekli yer değiştirmesi yerine, birden fazla pasif sensörle birleşik bir resim oluşturarak tek bir radara bağımlı olmama), kamuflaj ve sahte hedefler (inflatable maket SAM bataryaları gibi, SEAD mühimmatını boşa harcatan tuzaklar) ve entegre hava-savunma/taarruz kombinasyonu (yani düşmanın, SEAD uçaklarına uzun menzilden karşılık vermek için kendi avcı uçaklarını ve havadan havaya füzelerini entegre kullanması) sayılabilir. Özellikle Rus doktrini, kendi hava savunmasını baskılamaya gelen düşman uçaklarını havadan avlamak üzere MIG-31 veya Su-35 gibi uzun menzilli avcıları kullanma taktiklerini içermektedir. Bu durumda SEAD uçaklarının sadece yerden değil havadan da tehdit altında kalması söz konusu olmaktadır. Bu nedenle ABD, F-16CJ gibi tek rol SEAD uçakları yerine F-35A gibi çok rollü ve hava muharebesinde de yetenekli platformlara geçiş yapmaktadır; böylece SEAD misyonunda iken aynı zamanda hava-hava savunma yapabilen uçaklar, karşı-SEAD avcılarına karşı kendini koruyabilir.
Avrupa özelinde bakılırsa, 2022 Ukrayna savaşıyla birlikte NATO müttefiklerinin SEAD yatırımlarını arttırmaya yöneldiği gözlenmektedir. Almanya, uzun süre planladığı EA-18G Growler alımını iptal edip Eurofighter Typhoon uçaklarının ECR/SEAD konfigürasyonunu geliştirmeye karar vermiştir. Bu kapsamda pod sistemleri ve yeni nesil anti-radyasyon füzeleri üzerinde durulmaktadır. İtalya, elindeki AGM-88 stoklarını AARGM versiyonuna yükseltme yoluna gitmiştir. Polonya gibi doğu kanat ülkeleri ise ABD’den F-16 ve F-35 tedarikleriyle birlikte bu uçaklara entegre SEAD mühimmatlarını da alarak Rusya’ya karşı caydırıcılık sağlamak istemektedir.
Sonuç olarak, gelecekte SEAD görevlerinin hem daha kritik hem de daha zor olması beklenmektedir. Bir yanda yükselen tehdit seviyesi (uzun menzilli, çok katmanlı, akıllı hava savunma ağları), diğer yanda gelişen teknolojiler (otonom drone sürüleri, yapay zekâ, yeni nesil mühimmatlar) SEAD’in doğasını değiştirmektedir. Ancak temel amaç değişmemektedir: Hava sahasında operasyonel serbestî elde etmek için düşmanın “uçuşa yasak bölge” yaratma kapasitesini kırmak. Bu uğurda ülkeler hem doktrin hem de teknolojik açıdan hazırlıklarını sürdürmektedir. Büyük güçlerin muhtemel çatışmalarında (örneğin ABD-Çin Pasifik senaryoları veya NATO-Rusya Avrupa senaryoları), SEAD mücadelesi muhtemelen ilk hamleyi ve belki de savaşın seyrini belirleyecek kadar stratejik bir rol oynayacaktır.
Diplomatik ve Stratejik Boyut
SEAD, teknik bir askeri görev olmanın ötesinde, diplomatik ve stratejik boyutları da olan bir konudur. Çünkü düşman hava savunma sistemlerine yönelik bir saldırı, çoğu durumda çatışmanın tırmanmasına yol açabilecek kritik bir eylemdir. Bu nedenle, SEAD operasyonlarının gerçekleştirilmesi veya gerçekleştirilmemesi kararı, siyasi liderlik tarafından hassasiyetle değerlendirilir. Örneğin bir kriz sırasında “uçuşa yasak bölge” ilan etmek diplomatik bir baskı aracı olabilir; ancak bunun uygulanabilmesi için fiiliyatta o ülkenin hava savunma unsurlarının önceden vurulması gerekir ki bu da bir savaş ilanı anlamına gelebilir. 2011 Libya krizi sırasında, bazı ülkeler başlangıçta uçuşa yasak bölgeye karşı çıkarken ABD’li ve NATO’lu askeri yetkililerin “önleyici SEAD yapılmadan böyle bir bölge uygulanamaz” görüşünü dile getirmesi, diplomatik tartışmaları etkilemiştir. Sonuçta NATO müdahalesi başladığında Libya’nın hava savunma altyapısı kapsamlı biçimde vurulmuş ve bu adım, müdahaleyi sınırlı bir hava polisliği operasyonu olmaktan çıkartıp rejim değişikliğine katkı sunan geniş bir harekata dönüştürmüştür.
SEAD’in diplomatik boyutunu gösteren bir diğer örnek, İsrail ve Suriye arasındaki etkileşimdir. İsrail, Suriye’deki hedeflere saldırırken Suriye’nin Rusya tarafından kurulan hava savunma sistemlerini aşmak zorundadır. Ancak Rusya’nın bölgedeki varlığı nedeniyle İsrail ile Rusya arasında örtülü bir mutabakat oluşmuş; İsrail genellikle Rus personelin bulunmadığı sistemleri (ör. Suriye ordusunun kendi işlettiği eski Sovyet SAM’leri) vurmuş, Rus yapımı S-300 bataryalarına dokunmamıştır. Bu tür örtülü anlaşmalar, SEAD’in jeopolitik boyutunu yansıtır. Keza Türkiye’nin 2015’te Rus yapımı S-400 sistemi satın alması, NATO ittifakı içinde çeşitli endişelere yol açmıştır; zira bir NATO ülkesinde konuşlu bu gelişmiş sistemin, olası bir NATO-Rusya krizinde ne şekilde ele alınacağı belirsizlik yaratmaktadır. SEAD perspektifinden bakılırsa, NATO hava kuvvetlerinin bir Rus yapımı sistemi (S-400) “düşman” olarak ele alıp bastırma planları yapması, ancak bu sistemin sahibi ülkenin NATO müttefiki olması gibi paradoksal durumlar ortaya çıkmıştır. Bu tür vakalar, savunma tedarikinin stratejik sonuçlarının SEAD açısından önemini gösterir.
Bir diğer stratejik boyut, ittifak içi yük paylaşımı meselesidir. Gelişmiş SEAD kabiliyeti, yüksek teknoloji, eğitim ve maliyet gerektirdiği için her müttefik tarafından eşit düzeyde sağlanamaz. Bu nedenle NATO içinde uzun süre ABD, SEAD’in ana yüklenicisi olmuştur; Avrupa müttefikleri ise daha sınırlı katkılar sunmuştur. Ancak Rusya tehdidinin yeniden belirginleşmesiyle, NATO diplomatik platformlarında Avrupa ülkelerine “hava egemenliği etkinlikleri” için daha fazla sorumluluk alma çağrıları yapılmıştır. 2023 Vilnius Zirvesi bildirisinde müttefiklerin “kritik yetenek açıklarını kapatmak için yatırımlarını arttırması” vurgulanırken, zımnen SEAD/DEAD kabiliyetine de işaret edildiği uzmanlarca belirtilmiştir. Nitekim Almanya’nın 2022’de ilan ettiği Zeitgeist yatırım paketi içinde elektronik harp uçaklarının tedariki de bulunmaktaydı. Eğer müttefikler bu alanda ortak programlar (örneğin insansız SEAD platformları veya ortak mühimmat geliştirme) yapmazsa, ileride ABD’nin başka bölgelerde meşgul olduğu senaryolarda Avrupa’nın bağımsız bir yüksek yoğunluklu hava harekâtı yürütmesi zorlaşabilir. Bu durum, stratejik özerklik tartışmalarının bir parçasıdır.
SEAD’in stratejik boyutunda değerlendirilen konulardan biri de caydırıcılık etkisidir. Bir ülkenin gelişmiş SEAD kapasitesi, potansiyel rakiplerine “hava savunmanızı hızla yok edebilirim, bana karşı hava alanını kapatamazsınız” mesajı verir. Bu da o rakibin hesaplarını etkiler. Örneğin İsrail’in uzun menzilli havadan karaya füzeleri, elektronik harp uçakları ve balistik füze imha kabiliyeti, İran’ın S-300 sistemlerine güvenerek bir çatışmada hava sahasını kapatamayacağını bilmesini sağlar. Bu da caydırıcılığın bir parçasıdır. Keza ABD’nin B-2 ve F-35 gibi düşük görünürlüklü uçakları ve onları destekleyen geniş elektronik harp ekosistemi, olası bir rakip ülkede (örneğin Kuzey Kore) “ilk saldırıda hava savunmam zarar görür” düşüncesini uyandırabilir. Bu bağlamda SEAD, sadece icra edildiğinde değil, icra edilebileceğinin bilinmesiyle de stratejik etki gösterir.
Öte yandan, SEAD harekatlarının içerdiği riskler de stratejik tartışma konusudur. Yüksek değerli bir SEAD platformunun (örneğin elektronik harp uçağının) düşman tarafından vurulması veya dost topraklara düşmesi, ciddi krizlere yol açabilir. 2001 yılında Çin üzerinde gerçekleşen EP-3 keşif uçağı hadisesi (her ne kadar SEAD ile direkt ilgili olmasa da, bir elektronik istihbarat uçağının yabancı topraklara inmek zorunda kalması) sonrasında ABD-Çin ilişkilerinde gerginlik yaşanmıştır. Benzer şekilde, bir SEAD görevinde kullanılan füze veya karıştırma, yanlışlıkla sivil bir uçuş sistemini etkileyebilir. 2015’te Türkiye’nin, Suriye sınırında Rus Su-24 uçağını düşürmesi ardından Rusya’nın S-400 sistemi konuşlandırması ve elektronik harp önlemleri alması, bölgede sivil havacılığı dahi etkileyecek geçici tedbirler gerektirmiştir. Bu gibi olaylar, SEAD ve hava savunma hamlelerinin çevre ülkelere ve uluslararası sivil trafiğe de yansımaları olabileceğini göstermektedir.
Diplomatik açıdan bir başka boyut, uluslararası hukuk ve angajman rejimleriyle ilgilidir. Hava savunma sistemleri çoğunlukla ülke topraklarında konuşlu olduğundan, bunlara yönelik saldırı, o ülkenin egemenlik ihlali anlamına gelir. Bu nedenle barış zamanı yapılan provokatif SEAD girişimleri (örneğin bir ülkenin savaş uçağının diğerinin hava sahası sınırında karşı tarafın radarlarını kasten taciz etmesi gibi) ciddi diplomatik protestolara yol açabilir. Soğuk Savaş döneminde Sovyet radarlarına yönelik elektronik karıştırma denemeleri ve Sovyet pilotların da NATO uçaklarına benzer tacizleri olmuş, bunlar genelde kapalı kapılar ardında uyarılarla çözülmeye çalışılmıştır. Bugün de örneğin Doğu Akdeniz’de farklı donanmaların elektronik harp denemeleri, karşı taraflarca dikkatle izlenmekte ve gerektiğinde nota iletilmektedir.
Son olarak, SEAD kavramının stratejik düşüncede yarattığı bazı soru işaretleri de tartışılmaktadır. Örneğin, eğer iki nükleer güç karşı karşıya gelirse, birinin diğerinin hava savunmasını tamamen çökertmesi, karşı tarafı nükleer opsiyonu kullanmaya kışkırtır mı? Bu, stratejik dengeyi etkileyen bir sorudur. Teorik olarak, nükleer silahlara sahip bir ülke, konvansiyonel kabiliyetlerinin (hava savunması dahil) imha edilmesi halinde caydırıcılığının zayıflayacağını düşünerek daha erken aşamada nükleer tepki verebilir. Bu nedenle büyük güçler arasında doğrudan çatışma çıkmamasına çalışılır; ancak dolaylı karşılaşmalarda (vekalet savaşları vb.) SEAD yine de uygulanır. Örneğin Suriye’de Rusya ve ABD, kendi sistemlerini doğrudan hedef almaktan kaçınırken, vekil aktörlerin veya ev sahibi ülkenin sistemleri baskılanmaktadır.
Özetlemek gerekirse, SEAD’in diplomatik-stratejik boyutu, askeri harekat planlamasının ötesinde, kriz yönetimi, ittifak politikaları, uluslararası hukuk ve caydırıcılık hesaplarıyla iç içe geçmiştir. Bu alandaki kabiliyetlerin elde edilmesi veya kullanılmasının zamanlaması, çoğu kez en üst düzey siyasi karar mercilerince tartılır. İttifaklar içinde görev paylaşımı, hasım devletlerin tepkileri ve olası tırmanma riskleri her zaman gündemdedir. Son tahlilde, SEAD kabiliyetine sahip olmak bir ülkeye büyük avantaj sağlasa da, bunu ne zaman ve nasıl kullanacağı meselesi satrançtaki kritik hamleler gibi hesaplanmak durumundadır.