İklim göçmenleri, iklim değişikliğinin neden olduğu ani veya yavaş gelişen çevresel bozulmalar yüzünden yaşadıkları bölgeleri geçici ya da kalıcı olarak terk etmek zorunda kalan kişi veya topluluklardır. Bu olgu, fırtına, sel gibi ani gelişen afetlerin yanı sıra kuraklık, çölleşme ve deniz seviyesinin yükselmesi gibi yavaş ilerleyen süreçler sonucunda ortaya çıkmaktadır. Literatürde bu kişiler için "iklim mültecileri" veya "çevre mültecileri" gibi çeşitli terimler de kullanılmakta, ancak "iklim göçmeni" kavramı, uluslararası hukukta bu kişilere tanınan özel bir mülteci statüsü olmamasından kaynaklanan hukuki boşluğu vurgulamak amacıyla da tercih edilmektedir. İklim değişikliğinin etkilerinin giderek artmasıyla, iklim kaynaklı göç, 21. yüzyılın en önemli küresel sorunlarından biri olarak kabul edilmektedir.
İklim Göçünün Nedenleri ve Türleri
İklim göçü, karmaşık ve çok boyutlu faktörlere dayanan bir olgudur. Göçe neden olan temel etkenler, iklim değişikliğinin doğrudan ve dolaylı sonuçları olarak ikiye ayrılabilir.
Ani Gelişen Olaylar: Kasırgalar, seller, su baskınları ve kontrol edilemeyen orman yangınları gibi doğal afetler bu kategoriye girer. Bu tür olaylar altyapıda, mülkiyette ciddi hasarlara ve can kaybına yol açarak nüfusun olaydan önce kaçmasına veya olay sırasında/sonrasında yerlerini boşaltmasına neden olabilir.
Yavaş Gelişen Olaylar: Kuraklık, tarımsal verimliliğin düşmesi, temiz suya erişimin zorlaşması, çölleşme ve deniz seviyesinin yükselmesi gibi uzun vadeli değişikliklerdir. Bu durumlarda nüfusun ilk uyum adımı genellikle kalıcı yer değiştirme şeklinde olmayıp, kısa vadeli değişiklikler yapma yoluna gidilir.
Dolaylı Tetikleyiciler: Uluslararası Göç Örgütü (IOM), iklim temelli göçü tetikleyen dört ana unsurdan bahsetmektedir: Artan nüfus ve doğal koşullardaki bozulma . Gıda ve suya erişimin olumsuz etkilenmesiyle ortaya çıkan kaynak yetersizliği. Su seviyesindeki yükselmenin özellikle ada ülkelerindeki yaşam alanlarını tehdit etmesi. Doğal kaynakların azalmasının yol açtığı rekabet ortamı, zamanla toplumsal çatışmalara evrilerek göçü tetikleyen bir başka faktör haline gelebilir. İklim göçü, gerçekleştiği coğrafi alana ve süresine göre farklı şekillerde sınıflandırılabilir.
İç ve Sınır Aşan (Dış) Göç: İklim göçlerinin büyük bir çoğunluğu, ülke sınırları içinde gerçekleşen yerinden edilmeler şeklindedir. İnsanlar genellikle yaşadıkları bölgeye yakın ve daha güvenli başka bir alana taşınmayı tercih ederler. Ancak, özellikle küçük ada devletleri gibi ülkelerin tamamının sular altında kalma riskiyle karşı karşıya olduğu durumlarda veya ülke içindeki güvenli alanların yetersiz kalması halinde sınır aşan göç hareketleri de yaşanmaktadır.
Geçici ve Kalıcı Göç: Göçün süresi, tetikleyici olayın niteliğine bağlıdır. Sel veya fırtına gibi ani bir afet sonrası insanlar geçici olarak yer değiştirip, koşullar düzeldiğinde geri dönebilirler. Ancak kuraklık veya deniz seviyesinin yükselmesi gibi nedenlerle yaşam alanlarının kalıcı olarak yaşanmaz hale gelmesi, insanların geri dönmemek üzere göç etmesine (kalıcı göç) yol açar.
Küresel Veriler ve Projeksiyonlar
İklim değişikliğine bağlı insan hareketliliği, küresel ölçekte endişe verici boyutlara ulaşmıştır.
Uluslararası Göç Örgütü'nün (IOM) verilerine göre, son on yıllık dönemde her yıl ortalama 21,6 milyon kişi, iklim değişikliği kaynaklı hava olayları nedeniyle ülke içinde yerinden edilmiştir.Sadece 2022 yılında bu tür felaketler nedeniyle 32,6 milyon yeni ülke içi yerinden edilme vakası kaydedilmiştir. Bu rakam, o yılki toplam ülke içi yerinden edilmelerin %53'ünü oluşturmaktadır. 2008 ile 2016 yılları arasında 227,6 milyon insanın afetler nedeniyle yerinden edildiği düşünülmektedir. 2020 yılında ise afetler nedeniyle 30,7 milyon yeni yerinden edilme kaydedilmiş olup, bu rakamın %98'inden fazlası fırtına ve sel gibi hava ile ilgili tehlikelerden kaynaklanmaktadır.
Geleceğe yönelik projeksiyonlar, sorunun daha da büyüyeceğini göstermektedir Dünya Bankası'nın "Groundswell" raporuna göre, iklim değişikliğinin su kaynakları, tarımsal verimlilik ve deniz seviyesi üzerindeki etkileri nedeniyle 2050 yılına kadar altı ana coğrafi bölgede 216 milyon insanın kendi ülkeleri içinde göç etmek zorunda kalacağı öngörülmektedir. IOM ise 2050 yılına kadar küresel ısınmanın derecesi ve nüfus artış hızına bağlı olarak, iyimser senaryoda 44 milyon, iklim krizinin daha şiddetli yaşandığı kötümser senaryoda ise 216 milyon kişinin iklim göçmeni olabileceğini tahmin etmektedir. Projeksiyonlara göre 2050'ye kadar en fazla insan hareketliliğinin yaşanması beklenen bölgeler sırasıyla Sahra Altı Afrika, Doğu Asya ve Pasifik ile Güney Asya'dır. Örneğin, Bangladeş'te deniz seviyesinin 2 metre yükselmesi halinde 2100 yılına kadar 2,1 milyon kişinin iklim göçmeni olabileceği hesaplanmaktadır. Tarihsel bir örnek olarak, 2005 yılında ABD'de meydana gelen Katrina Kasırgası, yaklaşık 1,5 milyon insanın geçici olarak yer değiştirmesine yol açmıştır.
Hukuki Statü ve Uluslararası Hukuk
İklim göçmenlerinin karşılaştığı en temel sorunlardan biri, uluslararası hukukta tanınan bir hukuki statülerinin bulunmamasıdır. Günümüzdeki uluslararası koruma rejiminin temelini oluşturan 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi, "mülteci" tanımını "ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korkan" kişilerle sınırlandırmaktadır.
Bu tanım, iklim değişikliği veya doğal afetler gibi çevresel nedenlerle yerinden edilen kişileri kapsamamaktadır. Bunun nedeni, Cenevre Sözleşmesi'nin kaçınılan zulmün insandan kaynaklı bir durum olması gerekliliğidir; iklim değişikliği ise insan edimlerinin bir sonucu olsa da insan üstü bir fenomen olarak kabul edilmektedir. Bu hukuki boşluk, iklim göçmenlerinin mültecilere tanınan haklardan ve koruma mekanizmalarından yararlanamamasına neden olmaktadır.
Bu durumun en somut örneklerinden biri, Kiribati vatandaşı Ioane Teitiota'nın deniz seviyesinin yükselmesi nedeniyle ülkesinin yaşanmaz hale geldiği gerekçesiyle Yeni Zelanda'ya yaptığı sığınma başvurusunun reddedilmesidir. Bununla birlikte, uluslararası insan hakları hukuku alanında iklim göçmenlerine koruma sağlayabilecek yeni yorumlar gelişmektedir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi, 2020 yılında verdiği Teitiota kararında, bir kişinin iklim değişikliğinin etkileri nedeniyle yaşam hakkının ciddi ve onarılamaz bir zarar görme riskiyle karşı karşıya kalacağı bir ülkeye geri gönderilmesinin, "geri gönderme yasağı" (non-refoulement) ilkesini ihlal edebileceğine hükmetmiştir.
Bu karar, iklim göçmenlerinin uluslararası koruma talep etmeleri için önemli bir emsal teşkil etse de, henüz yerleşik bir hukuki çerçeve yoktur. Türkiye'nin de aralarında bulunduğu birçok ülkenin ulusal mevzuatında da iklim göçmenlerine yönelik özel bir koruma statüsü bulunmamaktadır. Bazı ülkeler (örn. Avustralya, Kanada, ABD) geçici koruma statüleri sunsa da, bu durumlar sınırlıdır ve hukuki hakları net değildir.
İklim Göçünün Hayati Boyutları
İklim kaynaklı göçler, hem göç eden topluluklar hem de göç edilen bölgeler için derin sosyal, ekonomik ve güvenlik sorunları yaratmaktadır.
Güvenlik Boyutu: Kitlesel ve kontrolsüz göç hareketleri, ev sahibi ülkelerde bir "tehdit" olarak algılanabilmektedir. Güvenlik teorileri, göçmenlerin toplumsal kimliği, yapıyı ve gelenekleri değiştireceği yönündeki endişelerin, göçmen karşıtı politikaları ve sınırların militarizasyonu gibi uygulamaları beraberinde getirebildiğini belirtmektedir. İklim krizinden en çok sorumlu ülkelerin, sorunun kaynağı ile mücadele etmektense kaynaklarını göçmenleri uzak tutmak için sınırlarını silahlandırmaya harcadığı görülmektedir.
Ekonomik Boyut: İklim değişikliği insanların temel geçim kaynaklarını yok etmektedir. Örneğin, Çad Gölü Havzası'nda gölün kuraklık nedeniyle %90'dan fazla küçülmesi, bölgedeki balıkçılık ve tarım faaliyetlerini bitirerek büyük bir ekonomik kriz ve göç dalgası yaratmıştır. Göç edilen bölgelerde ise artan nüfus, altyapı, sağlık ve eğitim hizmetleri üzerinde baskı oluşturmaktadır. Tarımsal üretimin azalması gıda kıtlığına ve fiyat artışlarına yol açabilmektedir.
Sosyal Boyut: İklim göçmenleri yoksulluk döngüsü, eğitimden kopma, cinsiyet eşitsizliğinin derinleşmesi ve özellikle yaşlılar ile çocuklarda ciddi psikolojik sorunlar gibi risklerle karşı karşıya kalmaktadır. Ayrıca, geride bırakılan topraklara ait kültürel ve manevi mirasın zamanla kaybolması da önemli bir sosyal kayıptır.
Uluslararası Politikalar ve Çözüm Arayışları
İklim göçü sorununa yönelik uluslararası çabalar, henüz yetersiz kalsa da giderek artmaktadır.
Kyoto Protokolü ve Paris Anlaşması gibi temel iklim sözleşmeleri, sera gazı emisyonlarını azaltarak iklim değişikliğinin temel nedenleriyle mücadele etmeyi hedeflerken, göç olgusunu doğrudan ele almamaktadır. Ancak, iklim değişikliğine "uyum" politikalarının önemi giderek daha fazla anlaşılmaktadır. Dünya Bankası'na göre, sera gazı emisyonlarının azaltılması ve riskleri dikkate alan doğru planlama (uyum politikaları) ile iklim kaynaklı iç göçlerin sayısı %80 oranında azaltılabilir.
Son yıllardaki Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferanslarında (COP) gündeme gelen "Kayıp ve Hasar Fonu", iklim krizinin etkilerine karşı en savunmasız ülkelerin zararlarını telafi etmeyi amaçlayan önemli bir adımdır. Ancak bu fonun finansmanının nasıl sağlanacağı konusu belirsizliğini korumaktadır.
Çözüm önerileri arasında, uluslararası düzeyde uygulanacak bir karbon vergisinden elde edilecek gelirin, uyum politikalarını hayata geçirmeleri için kırılgan ülkelere aktarılması da bulunmaktadır. Bu yardımların sadece finansal destekle sınırlı kalmayıp, teknoloji transferi, uzman desteği ve kurumsal kapasite geliştirme gibi unsurları da içermesi gerektiği vurgulanmaktadır.
İklim göçünün küresel bir sorun ve küresel bir sorumluluk olarak görülmesi gerektiği belirtilmektedir. Mevzuat eksikliğinin giderilmesi ve uluslararası antlaşmaların yapılması gerekmektedir. Ayrıca, uluslararası koruma kanallarının genişletilerek çevresel faktörler yüzünden yaşadıkları ülke veya şehirlerden ayrılmak zorunda kalan insanların yolunun açılması önem taşımaktadır. Gelişmiş ülkeler, iklim finansmanını artırarak göç etmek durumunda kalacak ülkelerin kendi bulundukları ülkede kalma süresinin uzatılmasına çalışmalıdır. Ancak uyumun yeterli olmayacağı, tamamen yok olacak ada ülkeleri için bir göç planı yapılması zorunludur.
İklim Adaleti
İklim adaleti kavramı, iklim değişikliğinden en az sorumlu olanların, bu değişikliğin neden olacağı felaketlerden en çok etkilenecek olanlar olması durumunun ortaya çıkardığı adaletsizliği dile getirmek için kullanılmaktadır. Tarihi emisyonları en yüksek olan ülkeler sınırlarını güçlendirirken, en düşük olanlar iklim değişikliğinin neden olduğu felaketler yüzünden göç etmek durumunda kalmaktadır. Gelişmiş ülkeler ve büyük şirketler, bir yandan kirletmeye devam ederken, diğer yandan küresel iklim değişikliğinden olumsuz etkilendiği için yerlerinden edilmiş insanlarla aralarına her geçen gün daha fazla silahlandırılmış duvarlar örmektedir.
İklim mültecileri, iklimsel değişkenlerin ürünü olmanın ötesinde, güç ve refahın en kırılgan grupların pahasına üretildiği bir sistemin görünümleridir. İklim değişikliğinin nedenleri insan-doğa arasındaki ilişkilerin girift doğasında aranmalı, çevresel bozulma güç ilişkileri, toplumsal tabakalaşma örüntüleri, ekonomik eşitsizlikler, sömürgecilik mirası, siyasi örgütlenme biçimleri ve toplumsal cinsiyet tabakalaşması dahil birçok faktörle ilişkisi çerçevesinde bir sosyal süreç olarak düşünülmelidir.
Bazı araştırmacılar, iklim mülteciliğini "kapitalizmin ürünleri olarak ele almakta ve iklim mültecilerini kapitalizm mültecileri olarak yeniden düşünmeyi önermektedir. Bu yaklaşım, mevcut krizin doğal süreçlerle gerekçelendirilmesi ve sorumluluğun üstlenilmemesini ideolojik bir refleks olarak anlamlandırmaktadır. Neoliberalleşme, bireyin kendi imkanları ile hareket ettiği ve sorumluluğun bireyselleştiği bir düzlemi işaret etmektedir. Bu durumda, iklim göçü söylemi, toplumsal ilişkilerden soyutlandığında mülksüzleştirme ve yerinden edilme hususunda sorumluluğun kimde olduğu ve kimin tazmin etmesi gerektiği gibi konular belirsizleşmektedir.