Yazın gelişiyle birlikte, uzun süredir içimde biriken gezme ve görme arzusu beni harekete geçirdi. Macerama ilk olarak bir ekiple Azerbaycan ziyaretiyle başladım; yedi gün süren bu Kafkas deneyiminin ardından rotamı Avrupa'ya çevirdim. Sırasıyla Hırvatistan, Slovenya ve son durak İtalya olmak üzere toplam dokuz günlük bir seyahat gerçekleştirdim. Bu yolculuktan paha biçilmez tecrübeler edindim. Azerbaycan'da sadece başkentle yetinmeyip pek çok kenti görme imkânı buldum ve bu deneyimi bir ekiple paylaşmak gerçekten çok keyifliydi. Avrupa ayağında ise yola tek başıma devam etmek, bambaşka bir tecrübe oldu. Azerbaycan'da yaşadıklarım gerçekten eşsizdi, ancak onları daha sonra detaylıca aktaracağım; şimdilik sözü Avrupa serüvenime bırakıyorum çünkü burada tanıştığım bazı kişileri ve yaşadığım küçük olayları kayıt altına almak istiyorum. Burada metinin yazılış amacı bir yerin tanıtımını yapmak veya okuyucuya haz vermek değildir, bazı olayları kayıt altına almak ve günün birinde tekrar okuyup evet bunu da yapmıştım demek için yazılmıştır...
Zagreb'in Hayal Kırıklığı ve Ljubljana'nın Büyüsü
İlk durağım olan Zagreb'e inişimde kendimi oldukça bitkin hissediyordum. Şehir merkezine nasıl ulaşacağıma dair önceden plan yapmamıştım. Havaalanında, Türkiye'den gelen bir Erasmus öğrencisi olan Dicle ile tanıştım. Şehre Uber'le ilerlerken büyük bir hata yaptım: Onun indiği yerde ben de indim. Oysa haritada çok yakın görünen merkez ile aramızda neredeyse bir saatlik bir mesafe vardı. Hemen bir tramvaya atladım ve merkeze gitmeden önce Zagreb'in mimarisine hayran kaldığım bir camiyi ziyaret ettim. Ne yazık ki cami görevlisinin kaba tavrı biraz moralimi bozdu. Ardından şehir merkezine geçerek Türk Konsolosluğu'nu görmek istedim, ancak orası da kapalıydı. Gezmek istediğim yerlerin listesini kontrol ettiğimde, hem hafta sonu olması hem de yoğun restorasyonlar nedeniyle sadece bir-iki noktayı ziyaret edebildim. Açıkçası, ilk günüm tam bir hüsran oldu. Akşam saatlerine doğru meydanda yürüdüm, birkaç hatıra eşyası aldım ve Kravat Müzesini gezdim. Müzedeki kadın görevlinin yardımseverliği ise günün en güzel anıydı. Kapanışa son on dakika kala bile bana her şeyi anlatmaya çalıştı. Oradan bir kravat almak istedim ama keşke fiyatına daha önce bakmış olsaydım! Birçok yer kapalı olduğu için Zagreb'de daha fazla kalmaya gönlüm razı gelmedi ve o akşam şehirden ayrılmaya karar verdim.
Aldığım ilk biletle kendimi Ljubljana yolunda buldum. Sabah şehrin sokaklarında dolanmaya başladığımda gerçekten huzur dolu hissettim. Modern yapılaşmanın baskın olmadığı, belli bir merkez etrafında kurulmuş, eski bir yerdi. Yeni binalar olsa da merkez bölge, bana ihtişamlı gelen eski bir dokuya sahipti: pembe bir kilise, ortasından akan bir nehir, Arnavut kaldırımları... Her şey o kadar doğal ve uyumluydu ki. Sadece şehir merkezindeki yapay yağmur gösterisi bu büyüyü bozuyordu. Kenti tamamen yürüyerek keşfe çıktım. İnsanlar bisikletle geziyordu, ben de denemek istedim ama mobil uygulama ile uğraşmak istemedim. Gittiğim gün her yerde pazar kurulmuştu. İlk tezgâhtan alışverişimi yaptım ve diğerlerine bakmadım; bu da bir hataydı, çünkü sonraki tezgâhlarda göze hitap eden daha çok ürün vardı. Şehri enine boyuna yürüdükten sonra tepedeki kaleye tırmandım. Manzara güzeldi ama çıkış biraz yorucuydu. Kalede iki saat geçirdikten sonra merkeze geri indim. Üç saat kadar sadece etraftaki insanları izlemekle vakit geçirdim. İnsanların neşesi bir süre sonra aklıma "Bu insanların hiç mi derdi yok?" sorusunu getirdi. Bu düşünceyle aynı yerde defalarca turladım, görmem gereken yerleri fotoğrafladım. Tek bir gün, bu şirin kent için yeterliydi. Sıradaki durağım Venedik olsa da burası beni fazlasıyla etkilemişti. Ancak görülecek çok fazla yer kalmadığı için Venedik seyahatime başladım.
Venedik ve Milano
Venedik için planım hazırdı: Sabah erkenden kalkıp sessiz manzaraları yakalayacak, ilk gün adaları gezecektim. İkinci gün ise Venedik'i keşfedecek, gerekirse üçüncü bir gün daha ayıracaktım. Sabah vardığımda bambaşka bir atmosfere geldiğimi hissettim. Öğlene kadar rastgele sokaklarda gezindim, ardından Murano ve Burano adalarını ziyaret ettim. Önce Kolombiyalılar, sonra da iki Polonyalı arkadaşla yolum kesişti. Akşama kadar adalarda yürüdüm, bu sırada bir-iki Türk'le de karşılaştım. Akşam çok halsizdim. Otel, karşı adada olduğu için vapura binip odama yerleştim. İçimden bir Türk'le karşılaşma dileği geçerken, orada bir Türk akademisyen ile tanışınca büyük bir mutluluk duydum. Birlikte dışarı çıktık, bir banka oturup karşı kıyıyı seyrettik. Yanımızda bir de Japon hanımefendi vardı. Onunla uzun uzun sohbet etmek isterdim lakin karşıya geçip yürümeyi tercih ettik. Japon hanımefendi bana, "Şu ana kadar hangi şehir seni en çok etkiledi?" diye sordu. "Viyana ya da Budapeşte olabilir," dediğimde ise gülümsedi ve "İstanbul varken gerçekten o şehirler mi?" dedi. Akademisyen ağabeyimizle bir-iki saat yürüdük, şehri inceledik, pizza yedik ve mimari detaylara baktık.
Otele dönerken Almanya'da akademisyenlik yapan iyi kalpli Türk bir çiftle karşılaştık, onlarla da kısa bir sohbet edip odalarımıza çekildik. Sabah ben Venedik'i gezecektim, akademisyen ağabeyimiz ise Napoli'ye doğru yola çıkacaktı. Sabah kahvaltısını birlikte yapıp vedalaştık. Ben şehri adım adım gezdim, girilmedik sokak bırakmadım. Çok yorulunca bir merdivenin başına oturdum ve yine çok tanıdık bir ses duydum. (Türkçe) İki genç arkadaş gezmeye gelmişti, onlarla biraz sohbet ettim. Ardından çeşitli kilise ve tarihi yapıları ziyaret ettim. Gerçekten de çok yürüdüğüm bir gündü. Akşama doğru, sabah manzarasına hayran kaldığım Rialto Köprüsü'ne geri döndüm. Herkes burada fotoğraf çektirmek istediği için ben de bol bol fotoğraf çektim. Orada Singapurlu bir arkadaşla tanıştım ve akşam yemeği için sözleştik. Helal olup olmadığını bilemediğim için ben sadece kahve içtim. Kanalın hemen başındaki bir restoranda güzel vakit geçirdikten sonra Milano'ya gitmek üzere yola çıkacaktım. İki gün Venedik için yeterli olmuştu ama Venedik'e varınca, Milano yerine burada kalmayı tercih edebileceğimi fark ettim.

Burano (Yahya Beyan Keskin)
Eşyalarımı otelden alıp Mestre Tren İstasyonu'na geldim ve otobüsümü beklemeye başladım. Mestre bölgesinde görülecek hiçbir şey yoktu aslında. Bir kafede beklemeyi düşünsem de beklediğim gibi olmadı, çoğu yer kapalıydı. En sonunda açık bulduğum bir kafeye tam girecekken yine iki Türk öğrenciyle karşılaştım. Onlarla aynı otobüse binecektik ama farklı yerlere gidecektik. ODTÜ'lü bu arkadaşlar, gezilerini tamamlamış, dönüş hazırlığındaydılar sadece belli başlı iki küçük şehri görüp geri döneceklerdi. Keyifli bir sohbet ettik ama otobüse bir saat vardı ve kafe kapanacaktı. Oturacak bir yer aradık ve dışarda soğukta bir yerde beklemek zorunda kaldık. Arkadaşlardan biri ekonomi, diğeri istatistik okuyordu. Onlarla çeşitli konular hakkında konuştuk ve hava daha soğuk hale gelince biraz yürüdük. Otobüs bekleyen az sayıdaki kişi arasında üç Türk olarak çoğunluğu oluşturacaktık, komik bir akşamdı.
Otobüsün kalkmasına yakın durağa ilerlerken, bir genç çok üzgün bir ifadeyle direğe yaslanmış, adeta cansız bir beden gibi duruyordu. Biz de sesli bir şekilde ondan bahsettik ama bu arkadaşın bana yardım edeceğinden habersizdim. Otobüse bindim, yanım boştu ve çantamı yan koltuğa koyup uyumaya hazırlanıyordum ama arkamdan biri beni dürttü: Direğe yaslanmış o gençti! Türk olduğunu bilmediğimiz bu kişi, Çağan, ile orada tanıştım. Hakikaten mükemmel bir insandı, yani en azından sohbeti öyleydi. Bir önceki seferi kaçırdığı için üzgün olduğundan bahsetti. Çağan Milano'da ekonomi okuyordu. Okul sistemi hakkında bir iki kelime ettikten sonra bana şehirde neler yapabileceğime dair fikirler ve taktikler verdi. Ancak "Bu şehre niye geldin" der gibi yüzüme bakıyordu. Sonrasında "Bu şehir için beklentini yükseltme" demeyi de ihmal etmedi. Ne yazık ki bu sözünün haklılığını yaşayarak anlayacaktım.
Sabahın erken saatlerinde Milano Katedrali'nin önündeydim. Görkemli bir yapıydı. Ancak bütün gün bu yapının etrafında dolanacağımı henüz bilmiyordum çünkü şehirde alışveriş düşkünü değilseniz yapılacak gerçekten çok az şey vardı. Sıradan bir şehirden pek farkı yoktu. Katedralin karşısındaki bank benzeri merdivene oturdum ve insanlar artmadan katedrali ve meydanı uzun uzun seyrettim. Bu alanda uzun süre vakit geçirdim ve yanıma gelen pek çok Güney Amerikalı ile sohbet ettim. Türk kültürü hakkında sorular sordular ve doğal olarak benden uzun uzadıya İstanbul'u anlatmamı istediler.
Şehirdeki birçok yer, tıpkı Zagreb gibi, ya restorasyon sürecindeydi ya da bazı müzelere girmek için aylar öncesinden bilet almam gerekiyordu. Bu durum beni sıkışıp kalmış hissettirdi. Milano'da gezilecek çok az yer olması beni boğmuştu. Herkesin bisiklet sürdüğünü fark ettim, ben de nasıl bisiklet kiralanacağını buldum ve hemen binip meydanda turlamaya başladım. Ancak bir saat sonra sıkıldım ve bisikleti bırakmak istedim. Lakin bırakma noktaları başka bisikletlerle doluydu. Uygulamadan boş yer aradım, nereye gitsem doluydu. Aynı sorunu yaşayan bir İtalyan arkadaş, derse yetişmesi gerektiğinden dolayı bisiklet kullandığını, ancak bu tür sorunlardan dolayı kullanmayı sevmediğini söyledi. Bana yardım etmesiyle bir boş bir yer bulduk ve bisikleti bıraktık. Zira bir saatin üzerinde her yarım saat için bir euroya yakın ek ücret ödeniyordu. Toplamda en az iki saat sürmüş oldum.
Harita uygulamasında gözüme bir Türk restoranı çarptı. Oraya gittim ve telefonumu şarj etmeye başladım. Telefonumun şarj girişinde bir sorun vardı ve bunun İstanbul'a gelince tozdan kaynaklandığını anlayacaktım. Bu durum bana çok zorluk çıkardı; her gün sırf telefonumu şarj etmek için kafe ya da dondurmacı aramak zorunda kalıyordum. Türk restoranı gerçekten güzel ve ağzına kadar doluydu. Tek sorun, Milano'nun bunaltıcı derecede sıkıcı olmasıydı. Hem yorgunluk hem de can sıkıntısı yüzünden içimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu.
Öğleden sonra aynı yere geldim ve katedrali uzun uzun seyrettim. İçimden bir ses, geri dönmemi fısıldıyordu. Uçak bileti almak için uygulamaya girdim, Milano beni gerçekten tüketmişti. Floransa'da yaşayan bir arkadaşıma "Galiba geri döneceğim," diye mesaj attım. O ise "Kesinlikle Floransa ve Roma'yı görmeden dönme!" dedi. Ben de zaten çoğunu planladığım için Floransa ve Roma'yı görmek istiyordum, sadece Milano'da daha fazla kalamazdım. İki günümü Milano'ya ayırmak büyük bir hata olacaktı. O akşam Milano'da konaklamadan en hızlı şekilde Floransa'ya gitmek için bilet arayışına girdim. Akşam bile kalmadan şehri terk edecektim. Şehirdeki kaleyi, bir-iki kiliseyi ve tarihi yerleri görmüştüm; hazırdım.

Milano'daki Gösteriler (Yahya Beyan Keskin)
Tam gitmeye hazırlanırken yine bir ODTÜ'lü olan Kevser ile karşılaştık. Kısa bir sohbetimiz oldu. O sırada meydanda sıra dışı bir şey olmaya başladı: Bir grup insan aniden toplandı ve Filistin bayraklarıyla gösteri başlattı. Her yerde bayrak görmeme rağmen İtalya'da ilk kez bir gösteriyle karşılaşıyordum. Bu durum beni derinden etkiledi. Ellerinde bayraklar ve altı farklı dilde (Türkçe de dâhil) yazılmış pankartlar taşıyan bu iyi niyetli insanlarla konuşmaya gittim. Çoğu İtalyan'dı. İngilizce bilenlerle sohbet ettim ve içlerindeki umut beni sevindirdi. Gerçekten siyasi bir çıkar için değil, insanlık için oradaydılar. Aralarından biri, "Her akşam saat 18.00'den 22.00'ye kadar buradayız," dedi. Saatlerce ayakta beklediler. Ben de sohbet edip onları izledim. Biri Filistin bayrağını alıp yüksekteki bir kafenin balkonundan dalgalandırdı ve "Özgürlük! Özgürlük!" diye bağırmaya başladı. Meydandakiler de ona karşılık verdi. Bu sahne beni çok duygulandırdı. Basit ve sıradan bir an değildi. Ayrılmayı düşündüğüm Milano'da, günün kötü geçmemesi adına adeta bir teselli olmuştu bu olay. Orada, ailesi hâlâ Gazze'de olan ve İtalya'da çalışan bir baba ile tanıştım. O da göstericilerden biriyle konuşuyordu. Onlarla da sohbet ettim. Her şeye rağmen içlerinde mükemmel bir teslimiyet ve olayların iyi sonlanacağına dair sarsılmaz bir umut vardı. Yüzlerindeki ifadeyi hâlâ hatırlıyorum. Yarım saat kadar ayakta konuştuk. Gelen herkes, ekiple fotoğraf çekiliyordu. Bu, sessiz bir eylemdi. Herkes ayakta, Filistin bayraklarını ve yazı dolu kâğıtları tutmuş; katedrale girmek veya fotoğraf çekmek için koşturan insanları izliyor, onlara bir mesaj iletmek istiyorlardı. Floransa bileti bakmayı bile unutmuştum, sadece o anı derinlemesine yaşıyordum.
Gece geç saatlere kadar o insanlarla meydanda kaldım.
Floransa
Akşam Floransa'ya giden tek bir otobüs kalmıştı. Saat bire gelmişti ve benim Milano içerisinde farklı bir noktaya gitmem gerekiyordu. İçimden bir ses "Otele dön," dese de bu şehirde kalmaya gönlüm elvermedi ve otobüsün kalkacağı yere gitmek için metroya bindim. Otobüsü bekleyeceğim yer hiç güvenli değildi: Sahte bilet satıcıları vardı, oturacak yer azdı, çoğu kişi dışarıda bekliyordu. İçeride ise herkes oturacak yer kolluyordu. Saat ikiye gelmişti ve bir saat kadar bekleyecektim. Yorgun olmama rağmen yapacak bir şey yoktu. Orada yine iki Türk'le tanıştım, kısa bir sohbet ettik. Onlar gidince yerlerine oturdum.
Sağımda bir Panamalı öğrenci vardı, onunla bir saat kadar konuştuk. Çoğu kişi Güney Amerikalı veya Afrikalıydı. Yine bir Faslı biriyle karşılaştım, onunla da biraz sohbet ettim ama otobüs gecikmişti, bu hiç hoş değildi. Dışarı çıktım, soğuk havayı hissedip içeri geri döndüm. Gerçekten tuhaf bir ortamdı. Uygulamayı açtım, otuz dakika daha beklemem gerektiği yazıyordu. Oradaki bir Arjantinli ile aynı yere gidecektik, o kalabalık bir grupla geziyordu ve içerideki Güney Amerikalılarla sohbet ediyordu. Nereli olduğumu soranlar oldu. Türk olduğumu öğrenince daha fazla konuşmak istediler. Tam o anda otobüs geldi.
En ön tarafa, cam kenarına oturdum. Bir önceki gruptan bir hanımefendi yanıma geldi ve yolculuk boyunca sohbet etmek istedi. Yorgun olduğum için uyumak istesem de kabalık etmek istemedim. Kosta Rikalı olan Melissa ile yol boyunca sohbet ettik. Tek başına ilk defa yolculuk ettiğini, genellikle ailesi ve çocuklarıyla gezdiğini anlattı. Türkiye ve Güney Amerika hakkında konuştuk. Otobüsten indikten sonra merkeze gitmek için metroya geçtik, birlikte merkeze ulaştık ve orada yollarımız ayrıldı.

Michelangelo Tepesi (Y.B Keskin)
Sabah hostele gittim. Çok güzel bir ortam vardı; farklı ülkelerden gelen insanlar, masada sohbet ediyordu. Ama çok yorgundum, hemen odama geçip uyudum. Ancak içimde farklı bir ses, "Her yerde uyursun, ama burası Floransa, kalk gez!" diyordu. Biraz dinlendikten sonra akşama yakın dışarı çıktım ve Michelangelo Tepesi'ne doğru yürüdüm.
Gençler şarkılar söylüyor, manzarayı izliyordu. Her şey çok keyifliydi. Sadece hava karardığı için gün batımını kaçırmış olmaktan pişmandım. Yarın tekrar gelecektim. Akşam odama döndüm. Dört kişiyle beraber kalacaktık, bu yalnız kalmaktan daha eğlenceliydi. Odada bir Alman, bir Fransız, bir Meksikalı ve bir Türk vardı. Uzun uzun sohbet ettik ve geç saatte yattık. Sabah en geç ben kalktım. Şehri tüm detaylarıyla gezdim, müzelere gittim ama Avrupa Birliği vatandaşı olmadığım için normalden çok daha yüksek ücretler ödedim.
Akşama kadar birçok yeri gördüm ama aklımda hep Michelangelo Tepesi vardı. Beni etkileyen birçok nokta oldu ama gün batımını mutlaka görmek istiyordum. Gün batımına doğru tepeye tırmanırken Koreli bir arkadaşla tanıştık, yaklaşık otuz dakika sohbet ettik. Ardından şarkı söyleyen gençler geldi ve alanda güzel bir atmosfer oluştu. Ancak kısa süre sonra yağmur başlayınca herkes yavaş yavaş alanı terk etti. Biraz bekledim ama yağmur dinmeyince ben de koşarak ayrıldım. Akşam şans eseri dört Tunuslu ile karşılaştım; burada üniversite okuyorlarmış. Birlikte dolaştık, bir Türk lokantasında yemek yiyip ayrıldık.
Roma ve Veda
Aynı akşam Roma'ya doğru yola çıktım. Çok erken saatlerde Roma'ya vardım ve otele gitmeden önce hemen Kolezyum'u görmek istedim. Kalabalık başlamadan yapıyı iyice seyrettim ve dolaştım. Bir kahve ve kruvasanla muhteşem bir an yaşadım. Oradan ayrılıp otele geçtim, dinlenmek niyetindeydim ama bir duyum aldım: Vatikan'a girişin o güne özel ücretsiz olduğu söyleniyordu. Koşarak metroya bindim ve hızlı davrandım. Yaklaşık bir buçuk saat sıra bekledim. İçeri girmeme yirmi dakika kala süre dolduğu için kapılar kapatıldı. Ancak belki de bu daha iyi oldu, emin değilim, çünkü bir-iki sıra önümde olan Hümeyra ve Ayda ile tanıştım. İki gün boyunca beraber gezdik. Onlar da Erasmus için Ankara'dan gelmişlerdi. İlk gün birçok yeri gezdik. Ünlü olan, ama tadı sıradan bir kahveden öteye gitmeyen bir kahve içmek istediler ve atıştırmalıklar aldık. Bir kafeye oturup kahve sipariş ettik ancak dışarıdan getirdiğimiz yiyecekler nedeniyle reddedildik. Uygun bir yer bulup sohbet ettikten sonra elli bin adımdan fazla yürüyeceğimiz güne başladık. Öncelikle ücretsiz gezilebilecek yerleri listeledik ve bol yürüyüşlü, bol fotoğraflı bir gün geçirdik. Akşam herkes aşırı yorgundu.

Trevi Çeşmesi (Yahya Beyan Keskin)
Yollarımızı ayırdıktan sonra sabah Kolezyum'da tekrar buluştuk. Listelediğimiz yerleri gezmeye devam ettik. Gerçekten çok keyifli bir gün daha geçirmiş olduk. Akşam onlardan ayrıldım. Sabah uçağım vardı, gezi sona ermişti. Havalimanına geçtim ve çok yorgundum. Biraz dizi izledim, kitap okudum ve uykuya teslim oldum. Yaklaşık bir saat uyuduktan sonra uçağın kalkmasına az bir süre kala Davide ile tanıştım. Aynı uçakla İstanbul'a dönüyorduk. Üzerinde Trabzonspor forması vardı. İlk başta Türk sandım ama konuşunca İtalyan olduğunu anladım. Erasmus ile Türkiye'ye gelmiş ve burayı çok sevmiş. İstanbul'dan Ankara'ya geçecekti. Hem İtalya hem Türkiye hakkında konuştuk. Takım mevzusunu sorunca, Napoli ile çok benzer olduğunu ve o takımı desteklediğini söyledi. Bu da çok hoşuma gitti. Bir gün Napoli ve Trabzon'da buluşmak üzere sözleştik ve İstanbul'a döndüm. Aralık ayına kadar da hiçbir yere gitmeyeceğim.


