Mehmet Âkif Ersoy (20 Aralık 1873–27 Aralık 1936), Osmanlı’nın son dönemi ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları arasında yaşamış şair, yazar ve fikir adamıdır. Millî Mücadele sürecinde yürüttüğü faaliyetler, TBMM’deki Burdur milletvekilliği (1920–1923) ve Türkiye Cumhuriyeti’nin millî marşı olan İstiklâl Marşı’nın şairi olmasıyla tanınır.
Erken Dönem Hayatı ve Ailesi
Mehmet Âkif Ersoy'un dünyaya geldiği yer hakkında farklı kaynaklarda geçen iki temel iddia ön plana çıkar. 1906 ve 1919 tarihli Osmanlı nüfus tezkereleri, Mehmet Âkif’in adını “Mehmed Âkif Efendi” şeklinde kaydeder; bu belgelerde doğum yılı 1873, doğum yeri ise Çanakkale sancağına bağlı Bayramiç olarak geçer. Aynı tezkereler, nüfusa kayıt yerini İstanbul vilayetinde Fatih dairesiyle ilişkilendirir ve açık adres bilgisi verir: Hoca Üveys mahallesi, Hüsrev Paşa Caddesi, mesken numarası 10, mesken türü hane.【1】 Bu kayıtlar, Âkif’in resmî kimliğinin Bayramiç doğum kaydıyla birlikte İstanbul-Fatih ekseninde takip edilebilen bir yerleşim hattına bağlandığını somut verilerle ortaya koyar.
Buna karşılık TBMM yayını olan mektuplar kitabının girişinde, Âkif’in İstanbul’da Fatih semtine yakın Sarıgüzel Mahallesi’nde, bugünkü Vatan Caddesi civarında dünyaya geldiği yazılıdır. Dolayısıyla Osmanlı nüfus tezkereleri dünyaya geliş yeri olarak Bayramiç, nüfusa geçiş yeri olarak Fatih kaydını taşırken, TBMM yayınının biyografik giriş metni doğrudan doğum yeri olarak İstanbul-Fatih/Sarıgüzel bilgisini verir.【2】 Erken hayat anlatısı kurulurken bu iki hattın aynı anda dikkate alınması gerekir.
Aile bilgileri hem resmî kayıtlarda hem de Âkif’in kendi ağzından aktarılan anlatılarda ayrıntılıdır. Nüfus tezkerelerinde babasının adı “müteveffâ Mehmed Tahir”, annesinin adı “Emine Şerife Hanım” olarak yazılıdır. Âkif’in memuriyet siciline esas olan 19 Mayıs 1909 tarihli hal tercümesinde ise baba, “Fatih dersiamlarından İpekli merhum Mehmed Tahir Efendi” şeklinde tanımlanır.【3】 Bu ifade, babanın yalnızca isim olarak değil, İstanbul’daki ilmî çevre içindeki konumuyla birlikte kayda geçtiğini gösterir.
Âkif’in yakın çevresine yaptığı bir anlatımda, babası Tahir Efendi’nin İpek’in Suşisa köyünden olduğu; Tahir Efendi’nin babasının adının Nurettin Ağa olduğu; Nurettin Ağa’nın okuryazar olmadığı ve “halis bir Arnavut” olduğu bilgisi yer alır. Aynı anlatım, Tahir Efendi’nin İstanbul’a gelerek Yozgatlı Hacı Mahmut Efendi’den ders ve icazet aldığını da ekler.【4】 Böylece babasının hayatı, Rumeli kökenli bir aile geçmişiyle İstanbul’daki medrese tahsili ve dersiamlık görevini birleştiren çizgi üzerinde netleşir. TBMM yayını, bu çizgiyi kronolojik bir çerçeveye oturtur; Tahir Efendi’yi Fatih Medresesi müderrisleri arasında sayar, doğum ve ölüm yıllarını 1826–1888 olarak verir ve ailenin II. Mahmut döneminde Balkanlar’dan (Kosova) İstanbul’a hicret ettiğini açıkça yazar.【5】

Mehmet Akif Ersoy'un Ankara'da İken Bulunduğu Ev (Diyanet)
Anne hattı da benzer biçimde ayrıntılı bir güzergâha bağlanır. Resmî kayıtlarda adı Emine Şerife olan anne, “Şerife Hanım” adıyla da anılır ve doğum-ölüm tariheri için 1836–1926 tarihleri verilir. Annesinin ailesi Orta Asya’dan (Özbekistan/Buhara) önce Tokat’a, oradan İstanbul’a yerleşmiştir.【6】 Âkif’in yakın çevresine yaptığı anlatımında da anne soyunda Buhara bağlantısı daha ayrıntılı biçimde yer alır: Anne tarafından dedenin Buharalı Mehmet Efendi olduğu; Buhara’dan Anadolu’ya gelen bir ailenin Boyabat’ta evlenip Tokat’a geçtiği; annenin anneannesinin Tokat’ta doğduğu; bu hattın sonunda Emine Şerife Hanım’ın Anadolu’da doğup büyüdüğü bilgileri verilir.【7】 Böylece anne tarafı, Buhara-Tokat hattı üzerinden Anadolu’da yerleşmiş bir aile geçmişine ve İstanbul’a uzanan bir göç sürecine bağlanır.
Erken dönem hayatın mekânsal çerçevesi, nüfus tezkerelerinde yer alan Fatih kayıtlarıyla belirginleşir. Hoca Üveys Mahallesi ve Hüsrev Paşa Caddesi kaydı, Âkif’in çocukluk çevresini İstanbul’un tarihî merkezlerinden birine, mahalle ölçeğinde örgütlenen bir gündelik hayata bağlar. Bu adres bilgisi yalnızca bir ikamet kaydı değildir; aynı zamanda ailesinin şehir içindeki sosyal ve dinî çevreyle temas alanını da işaretler. Babasının dersiamlık kimliğiyle birleştiğinde, evin çevresinde dinî eğitim, metin okuma ve dil çalışması gibi faaliyetlerin erken yaşta gündelik hayatın parçası hâline geldiği anlaşılır.
Âkif’in erken çocukluk döneminde ilk tahsil, aile çevresiyle iç içe ilerler. Kendi anlatımında dört yaşında Fatih civarında Emir Buhari mahalle mektebinde eğitime başladığını, burada iki yıl kadar okuduğunu söyler. Ardından Fatih’te Maarif Nezareti’ne bağlı resmî bir iptidai mektebe devam eder; bu dönemde hem okula gider hem de babasıyla Arapça okumalarını sürdürür.【8】 Bu ikili hat, erken yaşta bir yandan resmî okul düzeniyle, diğer yandan ev içi dil eğitimiyle aynı anda temas kurduğunu gösterir.
Rüştiye yılları, erken çevrenin insan unsurunu daha görünür kılar. Âkif, Fatih Merkez Rüştiyesi’ndeki bazı öğretmenlerini isimleriyle hatırlar: Başmuallim Hoca Süleyman Efendi, ikinci muallim Mustafa Efendi, üçüncü muallim Hafız Osman Efendi. Aynı anlatım, öğretmenlerin kökenlerine dair ayrıntılar da verir; Süleyman Efendi’yi Arnavut, Mustafa Efendi’yi Anadolulu olarak tanımlar ve Hafız Osman Efendi’yi fiziksel görünümüyle (sarı sakallı) hatırlatır.【9】 Bu tür ayrıntılar, erken dönemde eğitim çevresinin yalnız kurum adıyla değil, kişilerin kimlikleri ve gündelik izlenimleriyle de Âkif’in hafızasında yer ettiğini gösterir.
Eğitim ve Mesleki İhtisası
Mehmet Âkif’in örgün eğitim çizgisi, önce klasik ön hazırlıklarla başlayan, ardından dönemin modern bürokratik okullarına ve ihtisas mektebine uzanan bir hat üzerinde ilerledi. İlk aşamada “mukaddemât-ı ulûm” olarak anılan temel hazırlık dersleri aldı; bu dönem, ileride gireceği resmî okul kademelerine bir altyapı işlevi gördü.【10】 Bu hazırlığın ardından Mülkiye İdadisi’ne girdi ve 23 Kasım 1889 tarihli bir şehadetname ile buradan mezun oldu.【11】 Mülkiye İdadisi diploması, aynı zamanda Maarif Nizamnamesi’nde yer alan imtiyazlara hak kazandıran bir mezuniyet belgesi niteliği taşır; diploma suretlerinin Fransızca onaylı kopyalarının bulunması, okulun resmî belgelendirme düzeninin iki dilli işleyişine işaret eder.【12】

Mehmet Akif Ersoy Baytar Mektebinde (Diyanet)
İdadiden sonra ihtisas yönelimi belirginleşti ve Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlîsi’ne sınavla girdi. Dört yıl süren bu eğitim, veterinerliğin teorik ve uygulamalı derslerini birlikte içeren bir program üzerinden yürüdü. Eğitim sürecinin yalnızca ders takibiyle sınırlı kalmadığı; öğrencinin teorik ve pratik yeterliliğini sınavla ispat etmesinin esas alındığı görülür. Âkif, bu dört yıllık tahsilin ardından mezuniyet imtihanını sınıf birincisi olarak tamamladı ve 3 Ocak 1894’te mezun oldu.【13】
Diploma ve icazetname belgeleri, mezuniyet tarihinden birkaç yıl sonra düzenlenmiş ve onaylanmış suretlerle ayrıca takip edilebilir. Mülkiye Baytar Mektebi’nden alınan tababet-i baytariye icazetnamesinin 24 Eylül 1897 tarihini;【14】 veteriner doktor diploması suretlerinin ise 4 Ekim 1897 tarihini【15】 taşıması, meslekî yetkilendirmenin resmî belge trafiği içinde farklı tarihlerle kayıt altına alındığını gösterir. Osmanlıca metinli suretlerin yanında Fransızca onaylı suretlerin bulunması, meslek diplomasının yalnız iç bürokrasi için değil, farklı resmî merciler nezdinde de kullanılabilecek biçimde belgelendirildiğini ortaya koyar.

Mehmet Âkif-'in Baytarlığa Dair Kitabının Girişi (Diyanet)【16】
Mehmet Âkif, yirmi yaşındayken 26 Aralık 1893’te 750 kuruş maaşla Orman Nezareti’ne bağlı Ziraat Hey’et-i Fenniyesi Beşinci Şube Müfettiş Muavinliği görevine atandı.【17】 Tarihler birlikte okunduğunda, bu atama mezuniyet tarihinden önceye denk gelir ve eğitim ile kamu hizmeti arasında aralıklı bir geçişi yansıtır. Meslekî formasyonunun devlet hizmetiyle iç içe kurulmasında, veterinerliğin yalnız bir “sağaltım” alanı değil, aynı zamanda ziraat ve hayvancılığın denetimiyle bağlantılı bir idari uzmanlık olarak kurgulanmasının payı bulunur.
Dil becerisi de formasyonun parçası olarak kayda geçer. Âkif, Türkçe ve Fransızca konuşup yazdığını resmî tercüme-i hâlinde açık biçimde beyan eder.【18】 İdadi ve baytar mektebi diploma suretlerinin Fransızca kopyalarıyla bu beyan bir araya geldiğinde, Fransızcanın onun eğitim ve meslek alanında yalnız “okuma bilgisi” düzeyinde kalmadığı; resmî belgeler, yazışmalar ve kurumlar arası iletişim açısından işlevsel bir yeterlilik kazandığı anlaşılır.
Memuriyet ve Öğretmenlik Yılları
Mehmet Âkif’in kamu hizmeti, 26 Aralık 1893’te Orman Nezareti bünyesindeki Ziraat Hey’et-i Fenniyesi Beşinci Şube’de, baytar müfettiş muavinliği göreviyle başladı. İlk maaşı 750 kuruştu. 13 Mart 1897’de genel maaş düzenlemesi kapsamında aylığı 675 kuruşa indi; 16 Eylül 1897’de 225 kuruş zamla 900 kuruşa çıktı. 26 Aralık 1903’te 115 kuruş daha artarak 1055 kuruşa yükseldi. 29 Ağustos 1908’de 295 kuruş zamla 1350 kuruş; 14 Ekim 1908’de 450 kuruş zamla 1850 kuruş seviyesine ulaştı. 1909 tarihli hal tercümesi formunda, o tarihte 1850 kuruş maaşla görevde olduğu; hakkında şikâyet kaydı bulunmadığı ve yargılama geçirmediği bilgileri yer aldı.【19】
Görev tanımı, merkez teşkilatındaki uzmanlık işlerinin yanında saha görevlendirmelerini de içermekteydi. 1894’te Edirne Vilayeti’nde ortaya çıkan hayvan hastalıklarıyla ilgili bilimsel ve önleyici tedbirleri uygulamak üzere Edirne’ye gönderildi. Bu görevlendirme kapsamında gidiş–dönüş yolluğu olarak 440 kuruş ödendi. Edirne’deki fiilî görev süresi 31 Ağustos 1894’ten 10 Mart 1896’ya kadar 18 ay 9 gün olarak kayda geçti.【20】
Dönemin Mülkiye Baytarları Nizamnamesi’nin ilgili hükmü, görev bölgesi dışında geçici ve olağanüstü görevle görevlendirilen baytarlara yolluğa ek olarak maaşlarının yarısı nispetinde fazla ödeme yapılmasını öngörüyordu. Bu çerçevede, Edirne’deki 18 aylık süre için toplam 2407 kuruş ek ödemenin yapılması kararlaştırıldı; ödemenin 1897 bütçesinde “baytarlar yevmiye ve yolluk” tertibinden karşılanması uygun görüldü.【21】
Merkez teşkilatındaki çalışma düzeni içinde maaşın ödendiği kalem de değişti. 14 Mart 1906’dan itibaren maaşının Orman ve Maadin Nezareti bütçesinden alınarak Ziraat Sandığı’ndan ödenmeye başlanması, kurum içi finansman düzenlemesindeki dönüşümü yansıtır.【22】 Aynı dönemde görev alanı yalnız denetim ve raporlama ile sınırlı kalmadı; idari yazışma ve öğretim faaliyeti, memuriyetle eş zamanlı ikinci bir hat olarak belirginleşti.

Mehmet Akif Ersoy Portresi (Diyanet)
Öğretmenlik görevlendirmeleri, ilk olarak Halkalı Ziraat Mektebi üzerinden resmî kayıtlara girdi. 17 Ekim 1906’da ek görev olarak 300 kuruş ücretle Halkalı Ziraat Okulu’nda resmî yazışma dersi öğretmenliğine atandı. 19 Aralık 1908’de bu ek görevden aldığı 300 kuruşluk ücret 400 kuruşa yükseltildi. 11 Eylül 1909 tarihli düzenlemeyle 400 kuruş üzerinden öğretmenliğinin sürdüğü; 4 Ocak 1910 tarihli işlemle de bu ücretin 100 kuruş zamla 500 kuruşa çıkarıldığı kayda geçti.【23】 Bu çizgi, Âkif’in yalnız edebî üretimle değil, “resmî yazı” ve “kitabet” alanında kurumsal öğretim faaliyetiyle de ilişkilendiğini gösterir.
1908 sonundan itibaren öğretmenlik hattı Darülfünun’a taşındı. Tevfik Fikret’in Osmanlı Edebiyatı dersleri öğretmenliğinden ayrılmasının ardından yapılan ders dağılımında birinci sınıf Osmanlı Edebiyatı dersinin Âkif’e verilmesi kararlaştırıldı; ikinci sınıf Hüseyin Cahid’e, üçüncü sınıf ise Doktor Ali Rıza Tevfik’e bırakıldı. 24 Kasım 1908’de 600 kuruş maaşla Darülfünun Edebiyat Şubesi’nde Osmanlı Edebiyatı dersi öğretmenliğine atanması, bu kararın resmî görevlendirmeye dönüştüğünü gösterir. 1910 tarihli bir belge, 1908’den itibaren Darülfünun’daki bu görevi fiilen yürüttüğünü ayrıca kaydetmektedir.【24】
Aynı yıllarda, meslekî uzmanlık ile öğretim faaliyeti paralel ilerledi. 5 Kasım 1908’de Mülkiye Baytar Mektebi’nde sağlık haritası, veterinerlik yazışması, ticaret hukuku ve tıp kanunu dersleri öğretmenliği uhdesine verildi; bu ek görev için 750 kuruş ücret öngörüldü. Ancak bu görevden istifa etti.【25】 Bu istifa, yoğunlaşan öğretim ve kurum içi sorumluluklar arasında seçilen bir yönelim olarak okunabilir.
Memuriyet çizgisindeki en belirgin yükseliş, 7 Eylül 1909 tarihli terfiyle ortaya çıktı. Bu tarihte 2000 kuruş maaşla Veterinerlik İşleri Müdür Yardımcılığına yükseldi.【26】 Böylece Âkif, bir yandan Orman–Ziraat bürokrasisinin teknik uzmanlık alanında daha üst bir idari konuma geçti; diğer yandan Halkalı Ziraat Mektebi ve Darülfünun’daki öğretmenlik faaliyetlerini sürdürerek, kamu görevi ile eğitim faaliyeti arasında çift hatlı bir meslek pratiği kurdu.
Edebi Çevre ve Süreli Yayın Faaliyetleri
Mehmet Âkif’in edebî çevreyle kurduğu ilişki, meslek hayatının sağladığı gözlem birikimi ile İstanbul’daki süreli yayın dünyasının sunduğu ifade imkânlarının birleştiği bir zeminde gelişti. 24 Temmuz 1908’de Meşrutiyet’in yeniden ilanından sonra yayın hayatına başlayan Sırat-ı Müstakim, bu zeminin merkezinde yer aldı. Âkif dergide başyazarlık yaptı; derginin adı 1912’de Sebilürreşad olduktan sonra da bu görevi sürdürdü.【27】 Bu iki ad, yalnızca bir isim değişikliğini değil; aynı yayın çizgisinin farklı dönemlerde aldığı kurumsal biçimleri temsil eder. Dergi, dinî, ilmî ve edebî kimlik unsurlarını bir arada taşımakla birlikte, kısa süre içinde gündem genişleterek daha yoğun bir kamusal tartışma alanına dönüştü.
Sırat-ı Müstakim’in kuruluş aşamasında Eşref Edip ve Ebulûla Mardin’in belirleyici bir rol üstlendiği; Âkif’in ise resmî bir unvanla değil, fiilî etkisiyle dergide “adı konmamış bir başmuharrir” gibi çalıştığı bir işleyiş ortaya çıktı.【28】 Bu çerçevede Âkif, derginin yalnız metin üretiminde değil, yayın politikasının kademeli biçimde şekillenmesinde de etkili oldu. Derginin ilk sayılarındaki genel dinî–ahlâkî çerçeve korunmuş, bunun yanında konferanslar, dış haberler, geniş coğrafyalardan yazılar ve mektuplarla beslenen bir açılım hattına bağlanmıştır.

Mehmet Âkif'in Dahil Olduğu Edebi Çevre (Diyanet)
Bu açılımın dikkat çekici yanlarından biri, derginin yalnız İstanbul merkezli bir okur çevresine değil; Balkanlar’dan Kazan’a, Türkistan’dan Kafkasya’ya, Hindistan’dan Japonya’ya kadar uzanan geniş bir temas alanına yönelmesidir.【29】 Dergiye ulaşan mektuplar ve dış coğrafyalara dönük hassasiyet, Sırat-ı Müstakim–Sebilürreşad çizgisinin yalnız yerel bir dergi değil, Türk ve İslâm dünyasının farklı bölgeleriyle ilişki kuran bir yayın ağına dönüştüğünü gösterir.
Bu süreli yayın faaliyetinin işleyişi, somut örneklerle izlenebilir. Derginin ilk çıkışı sırasında Ahmet Mithat Efendi ile kurulan temas, bunun tipik bir örneğidir. Ahmet Mithat’ın Fevziye Kıraathanesi’nde verdiği “Türklüğe dair” konferans, dergide iki sayı hâlinde yayımlanacak şekilde metne dönüştürülmüştür.【30】 Bu dönüşüm, yalnız bir konferansın yayımlanması değil; derginin kamusal tartışma üretme kapasitesini artıran bir yayın tekniği olarak ön plana çıkmıştır.
Konferans metninin hazırlanmasında Eşref Edip’in, Âkif’in görevlendirmesiyle konuşmayı not edip metne aktarması, dergi içinde iş bölümü ve editoryal koordinasyon bulunduğunu ortaya koyar. Benzer biçimde, derginin konferanslara gösterdiği ilgi zamanla genişledi; Yusuf Akçura, Halim Sabit, Ispartalı Hakkı ve Londra Darülfünunundan İstanbul’a geldiği dönemde dergi çevresiyle ilişkilenen Halil Halit gibi isimlerin konferans ve metinleri, derginin tartışma alanını büyüttü. Daha sonraki aşamada Abdürreşit İbrahim de bu çevreye dâhil oldu; seyahat ve hatıralarının yazdırılması ve kitaplaştırılması, dergi çevresinin yalnız haftalık yayınla sınırlı kalmayıp daha uzun soluklu neşir faaliyetlerine yöneldiğini gösteren bir başka örnektir.
Âkif’in süreli yayın dünyasındaki üretimi, yalnız şiirle sınırlı kalmadı; ancak ağırlık merkezinin zaman içinde değişti. Derginin ilk döneminde Âkif, şiirleri ve bazı tercümeleriyle daha görünür hâle geldi. Bu tercümeler arasında Ferit Vecdi’den yapılan bir tefrikaya yazdığı kısa sunuş metni (“Bir İki Söz”) öne çıkar; bunun yanında “Darülfünun Talebesine Mühim Bir Tebşir” başlıklı açık mektup niteliğindeki metin, onun nesir dilinin erken örneklerinden biri olarak dikkat çeker.【31】 Bu metin türleri, derginin hedef kitlesiyle doğrudan ilişki kurma arzusunu ve hitabet becerisinin yazıya aktarılışını yansıtır: Bir yanda kamuoyuna dönük ahlâkî–fikrî çağrılar, diğer yanda öğrenciler gibi belirli bir gruba yönelen doğrudan hitap biçimleri aynı yayın zemininde bir araya gelir.
Derginin etrafında oluşan edebî çevre, yalnız “yazar kadrosu”ndan ibaret bir yapı değildi; aynı zamanda toplantılar, konferanslar, yazı işlerinin paylaşımı, gelen mektupların değerlendirilmesi ve dış coğrafyalara dönük haber–yorum dengesiyle çalışan bir ağdı. Bu ağın İstanbul’daki kurumsal çevrelerle temas kurması da dikkat çekicidir.

Mehmet Âkif Ersoy'un Şiir Defteri (Diyanet)
Sırat-ı Müstakim çevresinin 1908’de kurulan Türk Derneği ile yakınlık kurduğu; derginin, bu tür kurumların fikirlerinin taşıyıcısı olarak algılanabildiği bir döneme girildi.【32】 Bu yakınlığın, ilerleyen yıllarda farklı örgütlenmeler ve yayın girişimleri için de bir zemin oluşturduğu düşüncesi, derginin yalnız bir “edebiyat dergisi” değil, aynı zamanda dönemin fikir hayatında yönlendirici bir platform olarak işlediğini gösterir.
Bu çerçevede Âkif’in edebî çevre ve süreli yayın faaliyetleri, üç katmanda belirginleşir. Birincisi, Sırat-ı Müstakim–Sebilürreşad çizgisinde editoryal ağırlık taşıyan, derginin üslup ve gündemini şekillendiren başyazarlık pratiğidir. İkincisi, şiir, tercüme, açık mektup ve konferans metni gibi farklı türlerde üretimi aynı yayın çatısında buluşturan yazı faaliyeti ve bunun okurla doğrudan ilişki kuran retoriğidir.
Üçüncüsü ise İstanbul’la sınırlı kalmayan, geniş bir coğrafyadan gelen mektuplar ve yazılar üzerinden dergiyi ulusötesi bir temas alanına dönüştüren yayıncılık yaklaşımıdır. Bu katmanlar, Âkif’in edebî çevredeki konumunu yalnız “şair” kimliğiyle değil; yayın yönetimi, metin organizasyonu ve kamusal tartışma üretimi gibi işlevlerle birlikte düşünmeyi gerekli kılar.
Safahat ve Şiir Dünyası
Mehmet Akif’in edebî üretimi, birbirini tamamlayan ancak aynı zamanda farklı tarihsel eşiklerle beraber değişen metin halkalarıyla genişler; bu bütünün omurgasını ise yedi kitap hâlinde teşekkül eden Safahat oluşturur. Safahat, yalnızca şiirlerin ardı ardına sıralandığı bir “toplama” değil; şairin dil, tema ve anlatım tercihlerini dönemsel kırılmalarla birlikte izlenebilir kılan bir külliyat düzenidir. Kitapların yayımlanma çizgisi 1911’den 1933’e uzanır: Safahat (İstanbul 1911), Süleymaniye Kürsüsünde (İstanbul 1912), Hakkın Sesleri (İstanbul 1913), Fatih Kürsüsünde (İstanbul 1914), Hatıralar (İstanbul 1917), Asım (İstanbul 1924) ve Gölgeler (Kahire 1933).【33】 Bu sıralama, hem metinlerin yazılış-yayımlanış ritmini hem de şairin toplumsal meseleleri ele alış biçimindeki dönüşümü bir arada gösterir.

Safahat - Hatıralar Kitabı (Diyanet)
Safahat’ın ilk kitabı olan Safahat (1911), Akif’in şiire yüklediği işlevi açıkça gösteren bir mukaddime niteliğindedir. Kitabın yayımlanmasının hemen ardından, dost çevresi içinde, şiir anlayışını özetleyen kısa bir kıta kaleme alır;【34】
İki gözüm, kardeşim Mithat Cemal’e
Safahat’ımda eğer şiir arıyorsan arama,
Yalnız bir yeri vardır ki hazindir.. Göster...
Kûfe
yok,
Hasta
değil,
Kahve
hayır,
Hangisi ya?
Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr–ü heder!
Bu kıta, ilk baskıda yer almaz, ancak 1918’deki ikinci baskıda kitabın sonuna eklenir.【35】 Aynı dönemde Akif’in yakın çevresine, öğrencilerine ve dostlarına kitap hediye ettiği; kimi nüshalara el yazısıyla ithaf düştüğü de görülür. Bu ayrıntılar, Safahat’ın yalnızca matbu bir nesne değil, dolaşan, paylaşılan ve kişisel ilişkiler içinde “yeni anlam katmanları” kazanan bir metin olarak yaşadığını düşündürür.
Külliyatın ikinci kitabı Süleymaniye Kürsüsünde (1912), Akif’in uzun soluklu manzum anlatı kurma gücünün belirginleştiği örneklerden biridir. Eser 501 beyit hacmindedir; yayımlanma sürecinde dergi tefrikasıyla ilerler ve tefrika çizgisi, araya giren bir boşluğun ardından tamamlanır.【36】 Bu teknik detay, Akif’in şiir üretiminin “tek hamlede biten metinler”den ziyade, yayın dünyasıyla iç içe, zamanın imkânları ve zorunluluklarıyla şekillenen bir emek düzeninde geliştiğini gösterir. Üstelik bu kitabın 1912, 1914, 1918 ve 1928 yıllarında yeniden basılması, metnin dönemin okur dünyasında sürekli bir dolaşıma sahip olduğunu gösterir.【37】
Fatih Kürsüsünde (1914) ve Süleymaniye Kürsüsünde, başlıklarından da anlaşılacağı üzere “kürsü” fikrini merkeze alan bir söyleyiş kurar. Burada kürsü, yalnız dinî vaazın mekânı olarak değil, kamusal sözün toplumsal alanla temas ettiği bir düğüm noktasıdır. Akif, bu hat üzerinde, konuşma üslubuna yaklaşan bir anlatımı, uzun manzum örgüler içinde taşır; anlatıcı sesi, gözlem, eleştiri, muhasebe ve hitap arasındaki geçişleri canlı tutar. Bu kitapların dilinde, gündelik konuşma ritmi ile aruzun disiplininin yan yana geliştiği görülür: Akif, aruzu yalnızca “geleneğe bağlılık” sebebiyle değil, konuşma tabiatını bozmadan geniş bir anlatı kurabileceği bir imkân olarak da kullanır.【38】
Külliyatın içindeki Hatıralar (1917), adından başlayarak “kişisel hafıza” ile “kolektif hafıza”yı aynı zeminde buluşturan bir yapıdadır Bir yandan yer, zaman ve insan ilişkileri üzerinden somut sahneler kurulur; öte yandan bu sahneler, savaş yıllarının toplumsal iklimi, gündelik hayatın sıkışması ve ahlaki ölçüler üzerindeki baskı ile birlikte düşünülür. Hatıralar’ın Safahat içindeki konumu, Akif’in gözlemci yanının daha yoğun biçimde öne çıktığı; şiirin bir tür “toplumsal kayıt” işlevi kazandığı evrelerden birine işaret eder.

Safahat - Hakkın Sesleri Kitabı (Diyanet)
Safahat’ın altıncı kitabı olan Asım (1924), külliyatın en hacimli ve en belirgin dramatik örgülü parçalarından biri olarak şekillenir. Bu eser, tek uzun şiirden oluşur; anlatı formu hâkimdir ve ahlaki ders niteliğindeki anekdotlar ile konuşmalar, metnin iskeletini oluşturur. Konuşma halkası içinde öne çıkan kişiler arasında Hocazade (şairin sesi), Köse İmam (Ali Şevki Hoca) ve onun oğlu Asım yer alır. Diyaloglar, Birinci Dünya Savaşı yıllarının ve hemen sonrasının sosyal sorunlarına açılan bir mercek gibi çalışır; metin, “züppelik”, taklitçilik, Batı’ya kör hayranlık ve dönemin siyasî akımlarına dönük eleştirileri, gündelik hayatın diliyle bir araya getirir.【39】
Asım ise, geleceği taşıması beklenen yeni kuşağın prototipi olarak kurgulanır; metin, bu prototipin yalnızca inanç ve tarih bilinciyle değil, aynı zamanda Batı’nın müsbet bilim birikimini model alarak yükselmesi fikrine bağlanır ve Asım’ın Berlin’e gönderilmesi düşüncesiyle sona yaklaşır. Eserin yayımlanması, dönemin edebî çevresinde görünür bir karşılık bulur; basım vesilesiyle düzenlenen yemekte Akif’in, devrin tanınmış isimleriyle birlikte yer aldığı fotoğraflar, bu görünürlüğün kültürel bir kayıt gibi durduğunu gösterir.
Akif’in Asım’ı tamamladığını 1924 baharında yazışmalarında açıkça ifade etmesi ve kitabın aynı yıl içinde yayımlanması, metnin uzun birikim evresinden sonra “nihai form”una kavuştuğunu gösterir.【40】 Ayrıca Akif’in, kitabın kapağında yer alan ithaf cümlesini Neyzen Tevfik’e tarih düşerek yazması ve imzalaması, metinlerin yalnızca içerik değil, maddi kültür ve dolaşım tarihine dair de izler taşıdığını gösterir: Şiir, okurla temas ettiğinde, bir ilişki biçimine dönüşür; ithaflar, mühürler, elden ele geçişler bu temasın belgeleridir.【41】
Safahat’ın son kitabı Gölgeler (1933), adının çağrıştırdığı üzere, Akif’in şiir dünyasında daha içe dönük, daha “hâl” merkezli bir katmana açılır. Bu cilt, 1918–1933 aralığında İstanbul, Ankara ve Hilvan gibi farklı mekânlarda yazılan şiirlerin bir toplamı olarak görünür; şiirlerin uzunluğu ve tonu çeşitlidir. Bu ciltte, dinî lirizmin yükseldiği metinler olduğu gibi; bir şehir kaybı haberi üzerine yazılan ve vatan duygusuyla örülen şiirler de bulunur.
“Gölgeler”in Kahire’de basılması, Akif’in hayatının bu evresinde metin üretimi ile yayın coğrafyasının farklılaştığını; şiirin artık başka bir dolaşım ağı içinde okura ulaştığını gösterir. Nitekim Akif’in, bu kitabın basımı ve dağıtımıyla ilgili olarak yüz nüsha gönderdiğini yazması, matbu eserin “okura ulaşma” sürecine bizzat eşlik ettiğini ve bu süreci ayrıntılarıyla takip ettiğini de gösterir.【42】
Şiir tekniği bakımından Akif’in Safahat külliyatında belirginleşen başlıca çizgilerden biri, aruzla kurduğu ısrarlı ve bilinçli ilişkidir. Akif, hece vezninin gelişimine karşı bir “reddiye” kurmaz; tersine, hecenin ahenginin zamanla oturacağını ve kulakların buna alışacağını kabul eder. Buna rağmen, aruzun ihmal edilmesini bir kayıp olarak görür ve kendisinin aruzu bırakmayacağını açıklar; Faruk Nafiz gibi yetenekli isimlerin hem heceyi işlerken hem de aruzu ihmal etmemesi gerektiğini vurgular.【43】

Safahat - Gölgeler Kitabı (Diyanet)
Bu yaklaşım, Akif’in şiiri “milli” kılma çabasını, yalnız vezin tartışmasına indirgemeden; dilin toplumla bağını, edebiyatın sahicilik yükünü ve geleneğin dönüştürülerek sürdürülmesini aynı düzlemde düşündüğünü gösterir. Ayrıca Akif’in mesnevi biçimini sık kullanması, uzun anlatı kurabilme, konuşma ritmini şiire taşıyabilme ve sosyal meseleleri sahneleyebilme imkânlarını genişletir; Safahat’ın birçok parçasında, manzum hikâye ile toplumsal gözlem iç içe geçer.
Son olarak, Safahat’ın sınırları da durağan değildir: Şairin bazı şiirleri Safahat ciltlerine girmemiş; sonraki dönemlerde yapılan neşirlerde, Safahat dışı metinlerin tasnifi ve külliyat içindeki yerinin yeniden belirlenmesi tartışılmıştır. Bu durum, Akif’in şiir mirasının yalnız yazıldığı anda değil, sonraki okuma ve yayım pratikleri içinde de sürekli yeniden düzenlenen bir “metin alanı” hâline geldiğini gösterir. Ancak hangi neşir tercih edilirse edilsin, Safahat’ın yedi kitaplık çekirdeği, Akif’in şiir evreninin ana haritasını vermeye devam eder: 1910’ların İstanbul’undan 1930’ların Kahire’sine uzanan bir çizgide, toplumsal eleştiri, ahlak muhasebesi, dinî duyarlık, vatan fikri ve modernleşme tartışmaları, tek bir şairin dilinde ardışık katmanlar hâlinde toplanır.
Fikir Dünyası ve Temel Kavramlar
İnanç ve Din Anlayışı
Mehmet Âkif’in düşünce dünyasında din, yalnız bireysel inanç alanı değil, toplumsal düzenin ahlâkî ve zihnî temellerini kuran bir çerçevedir. Metinlerinde Kur’an-ı Kerim merkezli bir din tasavvuru öne çıkar; dinin hayatla irtibatını koparan, ibadet ve inancı gündelik sorumluluktan ayıran yaklaşımlar eleştirilir.【44】 Bu çizgide hurafe ile din ayrımı keskindir. Âkif’in din anlayışı, doğrudan doğruya “tevhid–sorumluluk–amel” hattında kurulur; inanç, kişinin dünyaya karşı konumunu belirleyen bir ilke olarak değerlendirilir ve toplumsal hayatta dürüstlük, emanet, adalet, merhamet gibi değerlerin taşıyıcısı kabul edilir.
Bu çerçevede din, toplumun geri kalmışlığının nedeni gibi sunulmaz; geri kalmışlığın kaynağı, dinî ilkelerin hayattan çekilmesi, şekilciliğin güç kazanması, hurafenin bilgi yerine ikame edilmesi ve özellikle çalışma-üretme disiplininin zayıflamasıdır. Âkif’in inanç dilinde “dua” ve “tevekkül” pasiflik anlamına gelmez; insanın gayreti esas alan bir irade ahlâkıyla birlikte düşünülür. Dindarlık, kişinin kendi hayatını ve toplumsal çevresini dönüştürme sorumluluğundan kaçışa imkân veren bir sığınak hâline getirildiğinde, inanç alanı bir tür zihnî konfora indirgenmiş olur; Âkif’in metinlerinde en sert itirazlardan biri bu noktaya yönelir.【45】
Kader ve İrade
Âkif’in inanç çerçevesinde en belirgin gerilim başlıklarından biri kader ile insan iradesi ilişkisidir. Kader, insanı eylemsizliğe mahkûm eden bir gerekçe olarak kabul edilmez; aksine, insanın fiilleriyle ve tercihleriyle ilgili sorumluluğunu iptal etmeyen bir anlayış öne çıkar.【46】 Toplumsal ve ahlaki çözülme, yoksulluk, dağılma ve geri kalmışlık gibi olgular “kader” adı altında normalleştirildiğinde, irade ve çaba zayıflar; Âkif’in düşüncesi bu zayıflamayı, hem ahlâk hem de siyaset düzleminde bir tür çöküş dinamiği olarak okur. Bu nedenle onun metinlerinde kader tartışması, yalnız kelâmî bir konu değil; çalışma, eğitim, disiplin ve toplumsal yenilenme iradesiyle doğrudan bağlantılı bir meseledir.
Ahlak ve Toplumsal Eleştiri
Âkif’te ahlâk, soyut bir erdem listesi olarak değil, toplumun kurumları ve gündelik hayatı içinde sınanan bir düzen olarak kurulur. Emanet bilinci, ahde vefa, doğruluk, rüşvet ve çıkar ilişkilerine karşı tavır, adalet duygusu ve kamusal sorumluluk, metinlerinin omurgasını oluşturan değer kümelerindendir.【47】 Ahlâk çözülmesi, yalnız bireysel bir kusur değil; kurumların işleyişini bozan, sosyal güveni eriten ve ortak hayatı sürdürülemez hâle getiren yapısal bir sorun olarak ele alınır. Bu nedenle Âkif’in eleştirisi, tek tek kişilere dönük bir “ayıplama” diliyle sınırlı kalmaz; ahlâkî zemin bozulduğunda, eğitim, ekonomi, hukuk ve siyaset alanlarının da istikamet kaybettiğini vurgular.
Ahlâkın yeniden inşası, onun düşünce dünyasında iki ana kanaldan ilerler. Birinci kanal, dinî ilkelerin gündelik davranışa dönüşmesi, yani inanç ile eylem arasındaki bağın güçlenmesidir. İkinci kanal ise eğitim ve bilgi düzenidir. Âkif, özellikle genç kuşakların eğitimi üzerinden bir “karakter terbiyesi” fikrini öne çıkarır; bu terbiyeyi yalnız okul disipliniyle değil, aile, mahalle ve kamusal örnekler üzerinden kurar.【48】 Bu nedenle onun ahlâk yaklaşımı, bireyin iç dünyasıyla sınırlı kalmayan, geniş bir toplumsal düzen problematiğine açılan bir çerçeve üretir.
Medeniyet, Terakki ve Bilim
Âkif’in “medeniyet” kavrayışı, tek bir blok hâlinde olumlanan ya da reddedilen bir bütün değildir. Metinlerinde “terakki” fikri güçlüdür; geri kalmışlığın aşılması için bilgi, teknik, disiplin ve çalışma düzeni vazgeçilmez görülür. İslâm ile bilim arasındaki ilişki, çatışma üzerinden kurulmaz; dinin, doğru anlaşıldığında akıl ve ilimle aynı istikamette ilerlediği kabul edilir. Burada asıl problem, bilimi ve tekniği üreten zihniyeti almak yerine, görünüşe ve tüketime dayalı bir “taklit modernliği”nin tercih edilmesidir.【49】
Medeniyet tartışmasında Âkif’in en dikkat çekici yönlerinden biri, ahlâkî ölçüyü sürekli devrede tutmasıdır. Teknik ilerleme, ahlâkî çözülmeyle birlikte yürüdüğünde, insanı ve toplumu güçlendiren bir sonuç üretmez; bu yüzden ilerlemenin yalnız “eşya ve teknoloji” düzeyinde kalması eleştirilir. Ona göre terakki, aynı zamanda bir karakter ve sorumluluk problemidir; disiplin, emek, liyakat ve hak duygusu, ilerlemenin toplumsal şartlarıdır.
Doğu Batı Sorunu ve Taklit Eleştirisi
Âkif’in Doğu-Batı problematiği, iki medeniyetin “tam karşıt” olarak sabitlendiği bir şema değildir; daha çok, Doğu’nun zayıflama sebepleri ile Batı’nın güç kaynaklarının karşılaştırıldığı, ardından bir seçicilik ilkesi öneren bir yaklaşımdır. Batı’nın ilim, teknik ve organizasyon gücü teslim edilir; ancak Batı’nın ahlâk ve hayat tarzı, özellikle taklitçilik üzerinden eleştiriye açılır. Burada belirleyici ölçüt, “alınacak olan ile alınmayacak olan”ın ayrımıdır: Bilim, yöntem, çalışma disiplini ve kurumsal düzen; buna karşılık toplumsal dokuyu aşındıran, tüketimi ve gösterişi büyüten, ahlâkî zayıflığı meşrulaştıran örüntüler.【50】
Taklit eleştirisi, yalnız Batı’ya öykünmeye karşı bir itiraz değildir; aynı zamanda Doğu’nun kendi içindeki ataleti ve zihnî dağınıklığına da yönelir. Âkif’in düşünce dünyasında “yenilik” kavramı, bir vitrin değişimi değil; bilgiyi, emeği ve sorumluluğu merkeze alan bir dönüşüm anlamına gelir. Bu nedenle Doğu’nun toparlanması, önce kendi içindeki eğitim ve ahlâk düzenini kurmasına; ardından bilim ve teknik alanında sistemli bir hamle yapmasına bağlanır.
Eğitim Fikri ve İnsan Tipi
Âkif’in düşüncesinde eğitim, yalnız bilgi aktarımı değil, insan tipini kuran bir süreçtir. Eğitim felsefesi bakımından hedeflenen insan tipi, hem inanç ve ahlâk taşıyan hem de çağın bilim ve tekniğini kavrayan bir bireydir.【51】 Bu iki alan birbirini dışlamaz; aksine, birlikte yürüdüğünde toplumsal yenilenmeye imkân verir. Bu noktada Âkif’in metinlerinde sıkça görülen vurgu, “işe yarar bilgi”, “uygulama”, “çalışma disiplini” ve “sorumluluk” kavramlarında yoğunlaşır. Eğitim, toplumun dağınık enerjisini toparlayan, ortak bir amaç duygusu üreten ve kurumsal işleyişi mümkün kılan bir motor olarak konumlanır.
Milli Mücadele Dönemi Faaliyetleri
Mondros Mütarekesi sonrasında Anadolu’da teşkilatlanma süreci hız kazanmış, İstanbul merkezli fikir ve basın çevreleri üzerinde artan baskılar nedeniyle bazı isimlerin Anadolu’ya geçirilmesi güvenlik ve süreklilik meselesi hâline gelmiştir. Bu bağlamda Mehmet Âkif’in de Millî Mücadele kadrolarıyla temasının yoğunlaştığı, yalnızca kalem faaliyetiyle sınırlı kalmayan bir hat üzerinde siyasî görevler üstlendiği görülmüştür. Ankara hükümetinin haberleşme ve intikal ağında, İstanbul’dan Anadolu’ya geçiş güzergâhlarının kontrolü ve güvenli sevkiyatın sağlanması belirleyici konumda bulunmuş; Âkif’in bu güzergâhlardan hareketle sahaya intikali, Millî Mücadele’nin “kadro ve fikir” ihtiyacını karşılamaya dönük bir çizgide gerçekleşmiştir.
1920 baharında İstanbul’dan Anadolu’ya geçiş, yalnız bireysel bir karar olmaktan çıkmış; farklı meslek ve meşreplerden kişilerin aynı sevkiyat hattında buluşturulduğu, zaman zaman askerî sevkiyatla iç içe geçen bir hareketlilik göstermiştir. Bu süreçte Şair Mehmed Âkif Bey’in de Geyve istikametine hareket eden kafile içinde yer aldığı; aynı kafilede Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, Kütahya mebusu Ragıb Bey, Soysallıoğlu İsmail Bey, Lahey şehbenderi Ferid Halid Bey, Eczacı Hulusi Bey, emekli Rıfat Bey, Nuri Bey, Hamdullah Suphi Bey’in kardeşi Kerim Bey ve Binbaşı Çolak İbrahim Bey gibi isimlerin bulunduğu kayda geçmiştir.【52】
Aynı kayıt, bölgede mühimmat ve cephane sevkiyatının sürdüğünü; şifre telgrafların muhatabına ulaştırılamadığı anların yaşandığını; Bulgar Sadık çetesi gibi silahlı grupların da sahadaki güvenlik dengelerini etkilediğini göstermiştir. Böylece Âkif’in Ankara’ya yönelen yolculuğu, yalnızca bir “seyahat” anlamı taşımamış; mebuslar, sivil görevliler ve askerî unsurların eşzamanlı hareket ettiği, istihbarat ve lojistik boyutu da bulunan bir intikalin parçası hâline gelmiştir.
Mehmet Âkif’in Büyük Millet Meclisi’ne dâhil oluşu da bu dönemin siyasî mimarisi içinde şekillenmiştir. Burdur sancağından milletvekilliğini tercih ettiğini ve Biga milletvekilliğinden ayrıldığını bildiren resmî yazışma, Temmuz 1920’de Meclis kayıtlarına yansımıştır.【53】 Bu tercih yalnız bir seçim işlemi olarak kalmamış; onun Ankara’daki yasama faaliyetleri ile Anadolu’daki irşad çalışmalarını aynı dönemde yürüttüğünü gösteren bir çerçeve oluşturmuştur. TBMM çatısı altında mebus kimliği kazanması, ilerleyen aylarda görev ve izin süreçlerinin kurumsal zeminini de belirginleştirmiştir.
1920 sonbaharında, Mehmet Âkif’in Kastamonu ve havalisinde irşad faaliyeti yürütmesi için görevlendirilmesi resmî bir süreçle karara bağlanmıştır. Matbuat ve İstihbarat Genel Müdürü Galib Bahtiyar imzasıyla 4 Ekim 1920 tarihli yazıda, Burdur milletvekili Mehmed Âkif Bey’in irşad amacıyla Kastamonu bölgesine gönderilmesinin faydalı görüldüğü ifade edilmiş; kendisinin yola çıkmaya hazır bulunduğu belirtilmiş; Başkanlık Divanı’nda 7 Ekim 1920’de görüşülen teklif, Genel Kurul’da 9 Ekim 1920’de kabul edilerek kendisine bir buçuk ay izin verilmiştir.【54】 Bu karar, Meclis içi prosedürle maaş ve tazminat ilişkisini de düzenlemiş; böylece Âkif’in sahaya gidişi, “kişisel inisiyatif” görüntüsünden ayrılarak Ankara’nın resmî irşad politikası içinde konumlanmıştır.

Milli Mücadele Yıllarında Mehmet Âkif (Diyanet)
Kastamonu safhası, hem sözlü irşadın kitlesel etkisi hem de basın yoluyla çoğaltılabilirliği bakımından kritiktir. Âkif’in Nasrullah Camii’nde yaptığı vaazların hülasa metinleri, Sebilürreşad dergisinin Kastamonu’da basılan ilk sayısında “Nasrullah Kürsüsünde” başlığıyla yayımlanmış; bu sayı 25 Kasım 1920 tarihinde basılmıştır.【55】 Kastamonu döneminin ardından derginin Ankara’da basılan ilk sayısında ise yine aynı vaazlar silsilesinden bir hülasa, “Yeise Düşenler Müslüman Değildir” başlığıyla 3 Şubat 1921 tarihli nüshada yer almıştır.【56】 Böylece vaaz metinleri yalnızca cami cemaatiyle sınırlı kalmamış; dergi aracılığıyla taşraya ve cephe gerisine ulaşan bir moral metni niteliği kazanmıştır.
Kastamonu irşadının cephe ve komutanlık çevrelerinde yankı bulduğu, Âkif’in 16 Şubat 1921 tarihli bir mektubunda somutlaşmıştır.【57】 Diyarbekir’de Elcezîre Kumandanı Nihat Paşa’ya yazdığı bu mektupta, Nasrullah kürsüsündeki mevizenin cephedeki “bütün dindaşlara” tebliği için gösterilen gayretin kendisinde teşekkür duygusu doğurduğu görülmüştür. Mektubun tarihî önemi, vaazın yalnız bir dinî hitabe olarak kalmadığını; aynı zamanda Millî Mücadele’nin askerî moralini güçlendirmek üzere kurulan iletişim ağlarına dâhil edildiğini göstermesinden kaynaklanmıştır. Bu mektup, Sebilürreşad’ın sahadaki tesirinin komuta kademesi tarafından da fark edildiğini; vaaz metninin “talep edilen” ve “dağıtılan” bir metin hâline geldiğini ortaya koymuştur.
Aynı zaman diliminde Mehmet Âkif, yalnız vaaz metinleriyle değil, Sebilürreşad’ın çıkarılmasına ilişkin pratik güçlüklerle de uğraşmıştır. 22 Ocak 1921 tarihli bir mektubunda, dergiyi çıkarabilmek için “büyük fedakârlıklara” ihtiyaç bulunduğunu kaydetmiş; Kastamonu’daki çevresine selamlarını iletmiş; ailesini önce Allah’ın korumasına, ardından muhatabının emanetine bıraktığını belirtmiştir.【58】 Bu ifade, irşad görevinin yalnız saha konuşmalarıyla sınırlı kalmadığını; dergi faaliyetinin lojistik ve maddî yükünü de içerdiğini göstermiştir. Böylece Âkif’in Millî Mücadele yıllarındaki rolü, üç hat üzerinde belirginleşmiştir: Meclis içindeki siyasî temsil, Anadolu’da cami kürsüsünden yürütülen kitlesel irşad ve Sebilürreşad üzerinden sürdürülen süreli yayın faaliyeti.
Bu dönemdeki hareketlilik yalnız Kastamonu ile sınırlı kalmamış; Anadolu şehirlerinde farklı tarihlerde yapılan konuşmalar ve temaslar da aynı irşad zincirini beslemiştir. Konya’da yayımlanan bir metinde yer alan “Esasen Hakk’içün yol birdir” ifadesiyle şekillenen veda yazısı, Haziran 1920’deki Anadolu temaslarının bir parçası olarak kayda geçmiştir.【59】 Böylece 1920–1921 aralığında Mehmet Âkif’in faaliyetleri, Ankara merkezli siyasî yapıyla taşra merkezli vaaz ve yayın ağını birleştiren bir çizgiye oturmuştur; Millî Mücadele’nin toplumsal seferberlik ihtiyacı, onun dili ve hitabeti üzerinden desteklenmiştir.
Meclis Çalışmaları ve İstiklal Marşı
Mehmet Âkif, Millî Mücadele’nin Ankara merkezli siyasal yapılanması içinde Burdur milletvekili sıfatıyla yer almış; Meclis kayıtlarına yansıyan sicil ve seçim evrakında 48 yaşında, meslek ve vazifesi itibarıyla Sebilürreşad başmuharriri/başyazarı olarak kaydedilmiştir. Burdur’dan aldığı oyun ittifakla 58 olduğu; oy dağılımında Merkez-i Livâ’dan 33, Tefenni kazasından 25 oy aldığı; aynı seçimde Soysallı İsmail Subhi Bey ile eski mutasarrıf Ali Ulvi Beyin de milletvekilliğine seçildiği mazbatalarda açık biçimde yer almıştır.【60】
Ankara’ya geliş tarihi olarak mazbatanın tasdik tarihi 4 Haziran 1920 kaydedilmiş; bu tarih, onun fiilen Meclis kadrosu içindeki yerinin belgelere geçtiği eşiklerden biri olmuştur.【61】 Ayrıca aynı dönemde hem Biga hem Burdur sancağından seçilmiş olması, Meclis gündemine intikal etmiş; kendisi Burdur’u tercih ederek Biga üyeliğinden istifa ettiğini 17 Temmuz 1920 tarihli dilekçeyle bildirmiş ve bu tercih 18 Temmuz 1920 tarihli Zabıt Ceridesi’ne yansımıştır.【62】 Bu çerçevede Âkif’in Ankara’daki konumu, bir yandan temsil düzleminde milletvekilliğiyle, diğer yandan süreli yayın faaliyeti ve irşad hattıyla birlikte ilerlemiştir.

TBMM Müzakere Salonu (Diyanet)
Meclis çalışmalarının ve savaş şartlarının ürettiği sembolik ihtiyaçlardan biri, bağımsızlık fikrini ifade edecek bir millî marş olmuştur. TBMM’nin açılmasından sonra bu ihtiyaç kısa sürede belirginleşmiş; Maarif Vekili Rıza Nur tarafından 18 Eylül 1920 tarihli genelgeyle TBMM’ye bağlı birimlere tebliğ edilmiştir. Ardından Maarif Vekâleti, 7 Kasım 1920 tarihinde Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayımlanan “Türk Şairlerinin Dikkatine” başlıklı ilanla İstiklâl Marşı için yarışma açmış; gönderilecek eserlerin 23 Aralık 1920 tarihinde Maarif Vekâleti nezdinde kurulacak edebiyat heyeti tarafından seçileceğini bildirmiş; güfte için 500 lira ödül konduğunu, beste için de daha sonra ayrıca yarışma açılacağını duyurmuştur. Yarışmanın son başvuru günü itibarıyla şiir sayısı 724’e ulaşmış; buna rağmen Maarif Vekâleti bu eserler arasında millî marş olarak seçilmeye uygun bir güfte bulunmadığı kanaatine varmıştır.【63】
Bu aşamada Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver), millî marşın Âkif tarafından yazılabileceği kanaatiyle doğrudan kendisine müracaat etmiştir. Mehmet Âkif, yarışmada ödül konulması sebebiyle katılmak istememiş; Hamdullah Suphi’nin kendisine yazdığı mektupta para ödülünün kendisi için uygulanmayacağı bildirilmiştir. Bu teminat sonrasında Âkif, şiiri Şubat 1921 başlarında Ankara’da tamamlamış ve Maarif Vekâleti’ne teslim etmiştir. Metin, “Kahraman Ordumuza” ithafıyla ilk defa Sebilürreşad’ın 17 Şubat 1921 tarihli 468. sayısında yayımlanmış; kısa süre sonra Kastamonu’da çıkan Açıksöz gazetesinin 21 Şubat 1921 tarihli 123. sayısında ikinci kez neşredilmiştir. Böylece marş metni, Meclis gündemine taşınmadan önce hem Ankara’daki süreli yayın çevresinde hem de taşra basınında dolaşıma girmiştir.【64】
TBMM’de millî marş meselesi, tartışmalarla birlikte yürümüş; nihai karar 12 Mart 1921 tarihli oturumda verilmiştir. Meclis müzakerelerinde, marşın seçiminin Maarif Vekâleti’ne bırakılmasını veya ehil bir komisyona havale edilmesini teklif eden takrirler verilmiş; bu tekliflerin kabul edilmediği kayda geçmiştir.【65】 Tartışmalar sırasında Maarif Vekili Hamdullah Suphi, “ısmarlama” şiirin halkın ruhuna tercüman olamayacağı yönündeki itirazlara karşılık vermiş; Meclis huzurunda okunan şiirlerin heyet üzerindeki tesirinin bizzat görüldüğünü ifade etmiş; mevcut şiirlerin ayrı ayrı oylanmasını önermiştir. Ardından müzakerenin yeterli görüldüğü oylanmış; Karesi mebusu Hasan Basri Beyin takririyle Mehmed Âkif’in şiirinin kabulü teklifi oylamaya sunulmuş; oturumda çoğunluk oyları ve alkışlar eşliğinde kabul edilmiştir. Kabul kararından sonra şiir, Meclis kürsüsünden yeniden okunmuş ve milletvekilleri tarafından ayakta dinlenmiştir.

Mehmet Âkif Ersoy Burdur Milletvekili İken (Diyanet)
Kabul kararının resmî yazışma süreci de kısa süre içinde tamamlanmıştır. TBMM Başkitâbeti Zabıt Kalemi, 13 Mart 1921 tarihli yazıyla, 12 Mart 1921 tarihli oturumda büyük çoğunlukla kabul edilen İstiklâl Marşı’nın onaylı suretini İcra Vekilleri Heyeti’ne göndermiş; bestesi için gereken işlemlerin Maarif Vekâleti’ne yazıldığını bildirmiştir. Metin, ayrıca Ceride-i Resmiye’nin 21 Mart 1921 tarihli 7. sayısında “Kabul Tarihi 12 Mart 1921” kaydıyla yayımlanarak resmî dolaşıma girmiştir.【66】
Maarif Vekâleti, İcra Vekilleri Heyeti’nin 29 Mayıs 1921 tarihli kararına dayanarak Mehmet Akif'in ödülü istememesine karşın 500 liralık ödül ödeneğini Maarif bütçesine aktarmış,【67】 ancak Âkif bu parayı almayıp Darülmesai (Kadın Emeğini Değerlendirme Derneği)’ne bağışlamıştır.【68】 Bu kuruluş, savaş ve yoksulluk koşullarında kadın ve çocukların üretim yoluyla geçimini destekleyen bir hayır cemiyetiydi. Bağış, Maarif Vekâleti’nin onayıyla bu derneğe yönlendirilmiş; 500 liralık tutar derneğin yoksul kadınlar için kurduğu üretim atölyesine aktarılmıştır. Böylece ödül, fiilen harcanmış; fakat Mehmet Âkif'in şahsına geçmemiştir.
İstiklal Marşı’nın Beste Süreci
İlk Besteler (1921–1923)
İstiklâl Marşı’nın güftesi Meclis tarafından kabul edildikten sonra, Maarif Vekâleti aynı yıl içinde beste yarışması da açmıştır. Yarışmaya 22 farklı beste sunulmuş; bunlar arasında en çok öne çıkanlardan biri Ali Rıfat Çağatay’ın bestesi olmuştur. Maarif Vekâleti, bu besteyi geçici millî marş bestesi olarak kabul etmiş ve marşın devlet törenlerinde 1924 yılından itibaren Ali Rıfat Çağatay bestesiyle çalınmasına karar verilmiştir.【69】 Bu beste, rast makamı esasına dayalı olup dönemin müzik zevkini yansıtan daha klasik bir Türk musikisi formundaydı. Çağatay’ın düzenlemesi, birkaç yıl boyunca okullarda ve resmî kutlamalarda icra edilmiştir.
İstiklâl Marşı - Ali Rıfat Çağatay Bey Bestesi (Beyoğlu Refia Övüç Olgunlaşma Enstitüsü)
Ali Rıfat Çağatay’ın bestesi, makam özellikleri ve Türk müziği formunda oluşu nedeniyle askerî bandolar tarafından icrada zorluk yaratmıştır. Ayrıca, Batı müziği eğitimli subaylar ve bando şefleri, bu besteyi orkestral düzenlemeye uygun bulmamıştır. Bu dönemde Ankara’da kurulan Musiki Muallim Mektebi (1924) ve ordu bandoları, marşın çok sesli bir düzenlemeyle çalınmasının daha uygun olacağını dile getirmiştir. Bu tartışma, 1920’lerin sonuna doğru “millî marşın evrensel icra biçimi” meselesini gündeme taşımıştır.
Cumhuriyet Dönemi ve Osman Zeki Üngör Bestesi
Cumhuriyet’in ilanı (1923) ve ardından 1924’te Maarif Vekâleti Musiki Encümeninin yeniden yapılandırılması sürecinde, İstiklâl Marşı için yeni bir beste arayışı başlamıştır. Bu süreçte, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası şefi Osman Zeki Üngör (1880–1958) tarafından hazırlanmış bir düzenleme Ankara’ya gönderilmiştir. Üngör, çok sesli Batı müziği anlayışıyla, marşın ritmik vurgusunu güçlü kılan, geniş orkestral icraya uygun bir beste hazırlamıştır. 1930’ların başına kadar resmî onay süreci tamamlanmamışsa da, Üngör’ün bestesi fiilen tüm resmî törenlerde kullanılmaya başlanmıştır.
İstiklâl Marşı (Yozgat Bozok Üniversitesi)
1932’de Maarif Vekâleti’nin Musiki Dairesi tarafından yapılan yazışmalarda, Üngör’ün bestesi “millî marşın resmî bestesi olarak kabul edilmiştir” hükmüyle kayıt altına alınmıştır.【70】 Bu besteye sonradan, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası şef yardımcısı Edgar Manas (1875–1964) tarafından orkestrasyon (armonizasyon) eklenmiş; çok sesli düzen, Batı müziği standardına uygun hâle getirilmiştir. Böylece bugün kullanılan İstiklâl Marşı formu, Mehmet Âkif’in güftesi + Osman Zeki Üngör’ün melodisi + Edgar Manas’ın armonizasyonu bileşimiyle 1930’ların ortasında tamamlanmıştır.
İstiklal Marşı'nın Tam Metni
Kahraman Ordumuza
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl,
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
“Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın...
Kim bilir, belki yarın... belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.
Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder varsa taşım,
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!
Cumhuriyet Sonrası ve Mısır Yılları
Türkiye’den Ayrılış ve Mısır’a Yerleşme
Mehmet Âkif, 1923 yazındaki seçim yenilenmesiyle birlikte Meclis’e tekrar giremedi.【71】 Bu gelişme, onun için yalnızca siyasî bir sonuç üretmedi, aynı zamanda geçim ve çalışma düzenini doğrudan etkiledi. 1913’te memuriyetten ayrılmasının ardından emeklilik işlemlerini geciktirdiği için bir emekli aylığına da sahip değildi; elli yaşında, “pratikte yapacağı bir iş” bulunmayan bir noktaya geldi.
Bu şartlarda Prens Abbas Halim ile kurduğu eski dostluk ve hamilik ilişkisi belirleyici oldu. Âkif, 1923 Ekiminde, kışı geçirmek üzere Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak onunla birlikte Mısır’a gitti. Aynı çizgi, bir “kopuş”tan çok, aralıklı bir ikamet düzeni şeklinde ilerledi: 1924 baharında İstanbul’a döndü; aynı yılın kış döneminde yeniden Mısır’a geçti; 1925 baharında tekrar İstanbul’a geldi; 1925 sonbaharında bir kez daha Mısır’a gitti.

Mehmed Âkif'in Mısır Yıllarından (Diyanet)
Bu seyir, bir yandan Türkiye ile bağın tamamen kopmadığını, diğer yandan Mısır’ın giderek daha uzun süreli bir ikamet alanına dönüştüğünü gösteren somut bir takvim oluşturur. Bu gidiş gelişlerin mekânsal odağı, Kahire’ye yakın bir yerleşim olan Hilvan (Helwan) oldu. 1924 kışını Hilvan’da Abbas Halim Paşa’nın ikametgâhında geçirdi; 1925 yazında yeniden Mısır’a döndüğünde ise bu kez ailesiyle birlikte Hilvan’da kendisine küçük bir ev edinerek yerleşik bir düzen kurdu.
Bu tarihten itibaren Âkif’in ikamet ağırlığı Mısır’a kayar. 1924 sonlarında Hilvan’da şiir yazdığı; 1925 Ocak ayında Hilvan tarihli şiirler kaleme aldığı kaydedilir.【72】 Bu kayıtlar, Mısır’ın yalnızca bir sığınma veya misafirlik alanı olmadığını; üretim ve gündelik hayatın fiilen Hilvan’da kurulduğunu somutlaştırır.
Hilvan’daki Gündelik Hayat ve Sosyal Çevre
Âkif, Hilvan’da kendisini “tamamıyla mûtekif” diye tarif etmiş; zaman zaman üç-dört gün evin eşiğini hiç atlamadığı günler olduğunu doğrudan yazmıştı.【73】 Bu düzenin iki somut nedeni vardı: İlki, havaların yakıcılığı; ikincisi, çalışmalarının yoğunluğu. Sıcağın baskısı ve ev içinin serinliği, onun zaten sevdiği inziva hâlini fiilen “mecburî” bir günlük ritme dönüştürmüştü.
Bu inziva, pasif bir çekilme değil, çalışma ve üretimle birleşen bir kapanma hâliydi; aynı mektupta, Hilvan’daki asude muhitin ve maişet kaydının önceki yıllara göre nispeten gevşemiş olmasının, kendisine “keşke bu hayat on-on beş yıl evvel olsaydı” dedirtecek kadar çalışmaya elverişli bir atmosfer sunduğunu açıkça ifade etmişti.
Bununla birlikte Hilvan, Âkif’i Kahire’den tamamen koparmamıştı. Aynı mektupta, Mısır’da güzel Kur’an okuyanların çokluğunu söyledikten sonra, özellikle Şeyh Muhammed Rıfat’ın cuma namazından önce başlayıp ezana kadar Kehf Sûresi tilavetini yaptığını, sesinin ve okuyuşunun kendisini etkilediğini yazmış; sırf onun için Hilvan’dan “şedd-i rahl” ettiğinin çok olduğunu belirtmiştir.【74】 Bu ayrıntı, Hilvan’daki gündelik hayatın temel ekseninin ev ve çalışma olduğunu; fakat belirli dinî cazibe noktalarının onu düzenli aralıklarla Kahire’ye çektiğini gösterir.

Mehmet Âkif Abdülhak Hamit'le Beraber (Diyanet)
Hilvan’daki sosyal çevrenin en belirgin halkası, Abbas Halim Paşa ailesi etrafında kurulmuştu. Âkif’in geçmiş yıllara ait hatıralarında, “merhum paşa hazretleriyle” buraya sık gelip ağaçlar altında sohbet ettiklerini, o sırada Zeynel ve Melek Hanım’ın küçük çocuklar olduğunu, onların oyunlarını izlediklerini; bazen de kendilerinin oyuna kalktığını anlatan bir hatıra pasajı yer alır.【75】
Sosyal çevrenin bir diğer yüzü, Türkiye’deki dostlar ve meslektaşlarla sürdürülen yazışma ağıydı. Bir mektubunda, Umur-ı Baytariye Müdürü Ali Rıza Bey’in vefatını duyduğunu, buna üzüldüğünü yazmış; yerine kimin geldiğini sormuş ve meslektaşlarının neler yapıldığı hakkında bilgi istemişti.【76】
8 Haziran 1926 tarihli mektubunda da Mahir İz’e hitaben, ortak tanıdıklara selam göndermiş; özellikle Hayri ve Ferit Kam’ı görürse kendisinin onları özlediğini söylemesini istemişti.【77】 Bu, Hilvan’da kurduğu inziva düzeninin, Türkiye’deki entelektüel ve dost çevresiyle bağlarını koparmadığını; aksine, mektuplar üzerinden süreklilik kazandığını gösterir.
Geçim Düzeni ve Çalışma Rejimi
Âkif, Mısır’daki hayatının özellikle 1930’lu yıllarında gündelik masraf düzeyindeki ihtiyaçların dahi zaman zaman ağırlaştığını açık bir dille yazmıştır. 31 Ekim 1931 tarihli mektubunda, refikasının yıllardır süren hastalığı ile yaşadığı yerin pahalılığını aynı anda ifade ederek “fevkalâde müzayaka” içinde olduğunu ifade etmiş; “çok zamanlar Hilvan’dan Mısır’a (Kahire’ye) inmek için yol parası bulmanın” dahi güçleştiğini söylemiştir.【78】
Mektubun devamında, küçük bir resmî işlem için gereken harcı dahi çıkaramadığını, bu yüzden görevliyle “birbirlerinin yüzüne bakışıp” kaldıklarını yazması, geçim sıkışıklığının yalnız genel bir şikâyet değil, somut gündelik ayrıntılara inen bir gerçeklik olduğunu gösterir.
Bu maddî kırılganlık, Âkif’in gelir kaynaklarını çeşitlendirme zorunluluğunu artırmıştır. Bunların başında üniversite dersleri gelmiştir. Hilvan 17 Aralık 1929 tarihli mektubunda, Câmiatü’l Mısriyye’de Türkçe derslerini üstlendiğini ayrıntılarıyla anlatır: Dersi edebiyat kısmının üçüncü ve dördüncü sınıflarıyla sınırlandırmış; haftada dört saat (her sınıfa ikişer ders) şeklinde yürütmüştür.【79】
Bu görevin kurumsal çerçevesi de nettir: Aynı metin etrafındaki açıklamada, bu işin kadrolu olmadığı, saat başı ücretli yürüdüğü ve yıl içinde yalnız altı ay geçerli bulunduğu belirtilir. Dersin “mektepli” bir güvence üretmemesi, düzenli gelir ihtiyacını bütünüyle çözmek yerine, geçimi kısa dönemli rahatlatan bir imkâna dönüştürmüştür.
Ders mesaisinin zaman içinde arttığı anlaşılır. Âkif’in 1928’de Edebiyat Fakültesi’nde haftada ikişer saat Türkçe dersi verdiği; 1933’te yüksek lisans öğrencilerine de ders vermeye başladığı; bazı aylarda ders yükünün belirgin biçimde yükseldiği kaydedilir. Ayrıca metin, ders ücretinin “ders başına bir Mısır lirası” olarak belirlendiğini de aktarır.【80】
Buna rağmen, Âkif’in çalışma rejimi yalnız dersle sınırlı kalmamış; özel dersler ve ek görevlerle genişlemiştir. 23 Mart 1936 tarihli aile mektubunda, o yıl “hayli meşgul” olduğunu; üniversitede kendisine Farsî dersi de verildiğini; ayrıca hususi ders yürüttüğünü yazmıştır.【81】 Aynı satırlarda, iki dersin de haziranda tatil olacağını belirterek, kendi yıllık temposunu “ders dönemi–tatil dönemi” döngüsü içinde kurduğu görülür.

Mehmet Âkif Ersoy'un Cep Saati (Diyanet)
Burada, geçimle çalışma arasındaki bağ doğrudandır: Ders dönemi yalnız akademik bir meşguliyet değil, hayatın maddî sürekliliğini de taşıyan bir dönemdir. Geçim baskısının zaman zaman borçlanmaya dönüştüğü de görülür. Âkif’in 20 Nisan 1931 tarihli bir mektubunda “son aylarda biraz borçlandım” diyerek yakınından “beş on lira” istemesi; kısa vadeli nakit ihtiyacının zaman zaman aile ve dost çevresi üzerinden de karşılanmaya çalışıldığını gösterir.【82】
Bu kırılgan gelir düzeninin yanında, Mısır yıllarını belirleyen en büyük “kurumsal iş” ise Kur’an-ı Kerim meali ve kısa tefsir projesi olmuştur. Noter onaylı sözleşmede işin mahiyeti ve çalışma biçimi maddeler halinde belirlenmiştir: Âkif ile Elmalılı Muhammed Hamdi, Kur’an’ın tercümesi ve muhtasar tefsirini üstlenmiş; Diyanet her birine 6000’er lira ödeme taahhüt etmiştir.【83】
Ödeme planı, bir kısmın peşin, kalanının ise cüzler tamamlandıkça taksitle verilmesi şeklinde düzenlenmiştir (her birine 1000 lira peşin; sonrasında cüzler ilerledikçe belirli tutarlar). Çalışma düzeninde ise ayetlerin yazılıp altına meal, ardından tefsir ve açıklama kısmının getirilmesi kural altına alınmıştır. Sözleşme, yalnız “ne yazılacağını” değil, “nasıl üretileceğini” de ayrıntılandırır: Müsveddeler üç nüsha halinde temize çekilecek; nüshalardan biri Âkif’te, biri Elmalılı’da, biri Diyanet adına Aksekili Ahmed Hamdi’de bulunacaktır. Ayrıca temize çekim ve gerektiğinde kütüphanelerden eser istinsahı için ücretli bir veya iki kâtip çalıştırılacak; bu kişilerin ücretleri Diyanet tarafından ödenecektir. İlk baskının 10.000 adet yapılması ve nüshaların yüzde yirmisinin müelliflere ait olması planlanmıştır.【84】
Sonuç olarak, Mısır yıllarında Âkif’in geçim düzeni; bir yanda pahalılık ve sağlık giderleri nedeniyle daralan, zaman zaman borçlanmaya kadar giden bir maddî çerçeve; öte yanda bunu ayakta tutmaya çalışan ders, özel ders ve büyük telif projesi gibi iş kalemleriyle kurulmuştur. Çalışma rejimi ise “inziva” ile “düzenli mesai”yi aynı hayatta birleştirir: Hilvan merkezli yaşam, ders günlerinde Kahire’ye uzanan bir rutin üretmiş; meal-tefsir sözleşmesi ise uzun soluklu, disiplinli bir metin üretimini zorunlu kılmıştır.
Kur’an-ı Kerim Meali ve Kurumsal Sözleşme Süreci
Ku'an meâli süreci, 1925 yılı içinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir Kur’an meâli ve tefsiri hazırlatma iradesiyle belirginleşmiş; meâl işinin Âkif’e yönelmesi, onun hem dinî metin hassasiyeti hem de dil konusundaki tecrübe ve bilgi birikimiyle ilişkilendirilmiştir. Diyanet’in görevlendirdiği Aksekili Ahmed Hamdi’nin ısrarının kabul kararını etkilediği; Âkif’in işi, “adına meâl (tercüme yerine) denmesi” ve Elmalılı Muhammed Hamdi’nin tefsiriyle birlikte basılması şartıyla kabul ettiği kaydedilmiştir.【85】
Hatıralarından, Âkif’in bu göreve uzun süre mesafeli durduğunu ve nihayet “istemeye istemeye” kabul ettiği anlaşılmaktadır. Bu kabulün kurumsal zemini, 26 Ekim 1925 tarihli mukavelenâme ile kurulmuş; belge, 8 Kasım 1925 tarihinde Beyoğlu Dördüncü Noteri Midhat Cemal tarafından “genel sayı 13738” ile sözleşme sureti olarak tasdik edilmiştir.【86】
Sözleşmenin tarafları açıkça yazılmıştır: Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı ile Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi ve Mehmed Âkif Bey; Diyanet adına ise Danışma Kurulu üyesi Aksekili Ahmed Hamdi Efendi sözleşmede temsilci konumunda yer almıştır. Sözleşme, işin kapsamını ilk maddede net biçimde tanımlamıştır: Âkif ile Elmalılı, Kur’an-ı Kerim’in meâliyle kısa bir tefsirini üstlenmiştir.
Ücret ve ödeme planı da maddelendirilmiştir. Diyanet, her birine 6000’er lira ödemeyi kabul etmiş; bunun 1000’er lirası peşin, kalanı ise cüzler ilerledikçe belirlenen taksitlerle ödenecektir (ilk cüz sonunda 186’şar; sonraki cüzlerde 166’şar lira). Metnin nasıl yazılacağı, yani “yazım tekniği” dahi sözleşmede hükme bağlanmıştır. Ayet/ayetler yazılacak, altına meal, ardından tefsir ve açıklama kısmı getirilecektir.

Mehmet Âkif Ersoy Portresi (Diyanet)
Tefsir-açıklama bölümünde hangi tür bilgilerin verileceği de bir kontrol listesi gibi sıralanmıştır: ayetler arası bağlantılar, nüzul sebepleri, kıraat (aşereyi aşmama kaydıyla), gerektiğinde terkip ve hikmet açıklamaları; ayrıca itikatta Ehl-i Sünnet, amelde Hanefî çizgisinin esas alınması ve ayetlerin dinî-şer‘î-ictimaî-ahlakî hükümlerinin anlaşılır biçimde izahı gibi çerçeveler açıkça yer almıştır.
Batılı müelliflerce “yanlış aktarılan veya tahrif” içerdiği görülen noktalarda ikaz edici notlar düşülmesi ve baş tarafa Kur’an’a dair önemli meseleleri açıklayan bir mukaddime yazılması da yine sözleşmenin kapsamı içine alınmıştır. Üretim sürecinin organizasyonu da ayrıntılandırılmıştır. Ortaya çıkacak müsveddeler üç nüsha temize çekilecek; nüshalardan biri Elmalılı’da, biri Âkif’te, biri de Diyanet adına Aksekili Ahmed Hamdi Efendide bulunacaktır.
Temize çekim ve gerektiğinde kütüphanelerden bazı eserlerin istinsahı için, maktu ücretle “güzel yazı yazan” bir veya iki kâtip istihdam edilecek ve bu kişilerin ücreti Diyanet tarafından ödenecektir. Böylece çalışma, tek kişinin masasında ilerleyen bir metin olmaktan çok; kontrol nüshaları bulunan, kâtip desteğiyle hızlandırılan ve Diyanet’in temsilcisi üzerinden takip edilen bir “iş akışı” hâline gelmiştir. Basım ve yayın safhası da sözleşmeyle güvenceye alınmıştır.
İlk baskı hakkı Diyanet’e ait olacak; eser 10.000 adet, “güzel kâğıda ve nefis surette” basılacak; bunun yüzde yirmisi müelliflere ait olacaktır. Baskının şeklini müellifler belirleyecek; buna karşılık baskı esnasında formaların tashihi ve baskıya ilişkin bütün işler Diyanet tarafından yürütülecektir. Birinci baskıdan sonra basım hakkının yalnız müelliflere ait olacağı ve müelliflerin istedikleri miktarda bastırabileceği de ayrıca hükme bağlanmıştır.
Bu, sözleşmenin yalnız hukukî bir metin olarak kalmadığını; Âkif’in gündelik hayatını, mekân tercihini ve çalışma temposunu doğrudan belirleyen bir yükümlülük alanı oluşturduğunu gösterir: Müsvedde üretimi, temize çekim, nüsha kontrolü, tefsir-açıklama standartları ve baskıya hazırlık gibi aşamalar, “meal” fikrini baştan sona planlanmış bir yayın projesine dönüştürmüştür.
Edebi Üretim, Mektuplar ve Dönemin Son Safhası
Mısır yıllarında edebî üretim kesilmemiş, bazı eserler doğrudan bu coğrafyada tamamlanıp yayımlanmıştır. Bu çizginin en belirgin halkası Gölgeler olmuştur. Eser, 1933’te Mısır’da basılmış; Safahat bütünlüğü içinde “son büyük halka” niteliği kazanmıştır. Aynı dönemde Âkif, metinlerini yalnız yazmakla kalmamış; basılan nüshaların dolaşımını da bizzat takip etmiştir. Bir mektubunda muhatabına yüz nüsha kitap gönderdiğini ve mektubun ulaşmasından kısa süre sonra Gölgeler’in de eline geçeceğini yazması, bu dolaşımın planlı biçimde yürütüldüğünü göstermiştir.【87】

Mehmet Âkif'in El Yazması Şiirlerinden (Diyanet)
Mektuplar, Mısır’daki gündelik hayatın “soyut bir gurbet” anlatısı olmaktan çıkarak somut ayrıntılarla izlenebilmesini sağlamıştır. Aile içi hareketlilik, yolculuk düzeni ve gündelik organizasyon mektuplara doğrudan yansımıştır. Eşinin İstanbul’a dönüş yolculuğu için vapur günü, limanda karşılama ve konaklama planının ayrıntılandırılması; hatta yolculukta birinci mevki tercihinin gerekçelendirilmesi, Âkif’in aile hayatının ayrıntılı aktarımının örneklerindendir.【88】

Mehmet Âkif'in El Yazması Şiirlerinden (Diyanet)
1935’ten itibaren sağlık sorunları belirginleşmiş; mektuplar bir yandan edebî düşüncenin, diğer yandan hastalık ve tedavi arayışının kaydına dönüşmüştür. Bu tarihlerde sıtma (malarya) teşhisi, tebdil-i hava arayışı ve bölgesel hareketlilik aynı çizgide ilerlemiştir. Mektup başlıklarının kronolojisi, 1935 yazında Lübnan–Beyrut hattına uzanan bir tedavi arayışını; ardından Hatay/Antakya yönlü davet ve temasları; 1936 başında ise aile fertlerine yazılan mektuplarla hem sağlık hem de geçim sıkışmasının birlikte ağırlaştığını göstermiştir.【89】
Eserleri
Mehmet Akif Ersoy'un eserleri özellikle yayıncılık - dergicilik geçmişi sebebiyle dağınık halde bulunmakta olup sayıları yüzleri aşmaktadır. Bu sebeple en geniş çaplı projelerini şu şekilde sıralamak mümkündür;
Şiir Kitapları
Safahat Külliyatı (7 kitap)
- Safahat (1911)
- Süleymaniye Kürsüsünde (1912)
- Hakkın Sesleri (1913)
- Fatih Kürsüsünde (1914)
- Hatıralar (1917)
- Âsım (1924)
- Gölgeler (1933)
Milli Marş
- İstiklâl Marşı (1921, “Kahraman Ordumuza” ithafıyla)
Kitap Olarak Yayımlanmış Tercümeleri
Bu grup, “Âkif’in bizzat kaleme aldığı” değil ama Âkif’in Türkçeye kazandırdığı ve kitaplaşmış metinlerdir; en bilinenleri şunlardır:
Said Halim Paşa’dan
- İslâmlaşmak
- İslâm’da Teşkîlât-ı Siyasiyye
Şeyh Muhammed Abduh’tan
- Hanotaux ve İslâm
- Asr Suresinin Tefsiri
Abdülaziz Çâvîş’ten
- Anglikan Kilisesine Cevap
- İçkinin Hayât-ı Beşerde Açtığı Rahneler
- Âlem-i İslâm Hastalıkları ve Çareleri
- Müslümanlık Fikir ve Hayata Neler Bahşetti
- Kavmiyet ve Din
- İslâm ve Medeniyet
- Esrârü’l-Kur’ân
Muhammed Ferîd Vecdî’den
- Müslüman Kadını
- Hadîka-i Fikriyye
- Müslümanlıkta Medeniyet
Camille Flammarion’dan
- Urania
Dergi ve Gazete Yazıları
Dil ve Eğitim Yazıları
- Türkçede sadeleşme ve halkın anlayacağı dil meselesi üzerine yazıları
- Arapça öğretimi ve Arapça–Farsça eğitimi üzerine eleştirel yazıları
Tercüme Makaleler ve Seri Yazılar
- Din ve İlim, İnsan, Din Nedir (bazı tercümelerde “Sa’dî” müstearıyla)
- Taassup
- Ayrıca din, ahlâk, kader, çalışma, toplum düzeni gibi temalara yayılan birçok tercüme yazı dizisi de bulunmaktadır.
Büyük Projeler
- Kur’an-ı Kerim meali çalışması (Kurumsal bir sözleşme çerçevesinde yürütülen, Âkif’in Mısır döneminin en geniş çaplı çalışması)
Ailesi
Mehmet Âkif’in eşi 1898'de evlenmiş olduğu İsmet Hanımdır. İsmet Hanım, Tophane-i Amire Veznedarı Mehmet Emin Bey’in kızıdır.【90】 Bu evlilikten beş çocuk dünyaya gelmiştir: Fatma Cemile, Ayşe Feride, Suat, Mehmet Tahir ve Mehmet Emin. Çocuklar, Âkif’in hayatının farklı evrelerinde farklı biçimlerde görünür olur: İstanbul’un yoğun çalışma yıllarında aile, gündelik hayatın merkezinde yer alırken; Millî Mücadele ve sonrasındaki hareketli dönemde, ev hayatı daha çok kısa süreli birliktelikler ve ayrılıklar üzerinden yürüdü. Mısır yıllarında ise aile içi düzen, bir yandan Âkif’in çalışma ihtiyacı ve geçim arayışı, diğer yandan eşinin sağlık durumu ve çocukların ihtiyaçları nedeniyle daha kırılgan bir hâl aldı.
Çocuklarının yetişmesiyle birlikte aile, damatlar ve torunlar üzerinden genişledi. Âkif’in kızı Fatma Cemile, Ömer Rıza Doğrul ile evlendi. Diğer taraftan Suat’ın Ferda adlı bir kızı oldu; böylece Âkif’in aile halkası, torun kuşağıyla da devam etti. Bu genişleme, yalnız soy devamı bakımından değil; İstanbul–Mısır arasındaki uzun ayrılık yıllarında aile içi haberleşmenin ve dayanışmanın sürmesi bakımından da önem kazandı.
Âkif’in aile hayatının ilk ve en uzun süreli zemini İstanbul oldu. Aile, özellikle şehir hayatının imkân ve sınırlılıkları içinde, geçim ve eğitim kaygılarının belirleyici olduğu bir düzen kurdu. Âkif’in memuriyeti ve öğretmenliği, belli bir gelir ve rutin sağlasa da; aynı zamanda uzun çalışma saatleri ve zaman zaman şehir dışı görevlendirmeler, ev hayatında aralıklar ve eksilmeler oluşturdu.

Mehmet Âkif ve İki Oğlu (Diyanet)
1920’lerin ortasından itibaren, aile hayatında mekân değişikliği belirginleşti. Âkif’in Mısır’a yönelen hayat çizgisi, sadece onun kişisel ikameti değil, aileyi de etkileyen bir dönemeç oldu. Hilvan merkezli Mısır yıllarında aile düzeni iki eksen üzerinde yürüdü: Bir yanda Âkif’in daha sakin bir çalışma ortamı arayışı, diğer yanda aile fertlerinin sağlık, eğitim ve geçim şartları. Bu dönemde Âkif, kendi çalışma temposunu Hilvan’daki inziva ve disiplin üzerine kurarken; aile hayatı, ihtiyaçlara göre İstanbul’la bağlantıyı tümüyle koparmadan, gidip gelmelerle ve aralıklı birlikteliklerle sürdü.
Aile hayatının en ağır yüklerinden biri sağlık sorunları oldu. Eşinin uzun süren rahatsızlıkları, Âkif’in hem maddî hem zihnî yükünü artırdı. Mısır’ın pahalılığı ve gelir kaynaklarının düzensizliği, bu sağlık yüküyle birleşince, hane ekonomisi daha kırılgan bir hâle geldi. Bu şartlar altında Âkif, bir yandan ders vererek ve çeşitli işlerle geçimi ayakta tutmaya çalıştı; diğer yandan aileyi bir arada tutmak, ihtiyaçları karşılamak ve özellikle eşinin durumunu gözetmek durumunda kaldı. Bu tablo, Âkif’in “gurbette çalışma” düzeninin arka planında sürekli bir aile meselesi bulunduğunu gösterir: Gurbet, sadece bir mekân değişikliği değil, aynı zamanda aileyi ayakta tutma çabasının da uzadığı bir dönemdir.
Sağlığının bozulması, tedavi arayışları ve İstanbul’a dönüş süreci, aileyle birlikte düşünülmesi gereken bir dönem yarattı. Vefatından sonra ise aile, özellikle eşi ve çocukları üzerinden, hem sosyal hem idarî anlamda yeni bir hayata uyum sağlamak zorunda kaldı. Evlilik ve çocuklarla kurulan aile çekirdeği, onun ölümünden sonra da varlığını sürdürmüş; aile fertleri, hatıra ve mirasın taşıyıcısı hâline gelmiştir.
Vefatı, Defni ve Hatırası
Mehmet Akif'in hayatının “son safhası” 1936’da İstanbul’a dönüşle belirginleşmiştir. Resmî evraklar, 1 Haziran 1936’dan itibaren emekli maaşı bağlandığını kayda geçirmiştir.【91】 Buna rağmen sağlık tablosu ağırlaşmış; İstanbul’da tedavi gördüğü sırada 27 Aralık 1936’da vefat etmiştir.【92】 Ertesi gün cenaze namazı Bayezıt Camii’nde kılınmış, defni Edirnekapı Mezarlığı’na yapılmıştır; daha sonra 1960’taki düzenleme sırasında mezarı Edirnekapı Şehitliği’ndeki bugünkü yerine nakledilmiştir.

Mehmet Âkif Ersoy'un Mezarı (Kültür Envanteri - Engin Mutlu)
Vefatın hemen ardından konu, yalnız basında değil, idarî yazışmalarda da izlenmiştir. İstanbul Valiliği’nin İçişleri Bakanlığı’na çektiği telgraf, ölüm–cenaze–defin çizgisini gün gün kayda geçirmiş; ayrıca 1937 başında cenaze merasimi, defin ve merasime katılanlara dair resmî bir yazı hazırlanmıştır. Vefattan sonra aileye ilişkin sosyal-idarî süreç de evrak içinde somutlaşmıştır: Eşi İsmet Ersoy’un maaş talebini içeren dilekçesi ve 1937’de maaş bağlanmasına dair yazışmalar dosyalanmıştır.【93】

Mehmet Âkif'in Mezarının Arkasında Yer Alan İstiklâl Marşı'nın İki Kıtası (İstanbul Valiliği)
Hatıra mekânının kurulması ve sürdürülmesi, erken dönemde sivil/öğrenci çevrelerinin inisiyatifleriyle de görünür hâle gelmiştir. 1939’da ölüm yıldönümünde Veteriner Fakültesi öğrencilerinin anma toplantısı yaptığı resmî yazışmaya yansımış;【94】 1940’ta İstanbul Üniversitesi Tıp ve Edebiyat Fakülteleri öğrencilerinin mezar yaptırmak için para topladığı ve ölüm yıldönümünde mezar başında tören planladığı istihbarat raporlarına girmiştir.【95】

Mehmet Âkif'in Cenazesinden Bir Kare (Diyanet)
1947’de ise ölümünün onuncu yılında Türk Talebe Birliği tarafından İstanbul’da (Eminönü Halkevi’nde ve mezarı başında) anma töreni yapıldığı kayda geçmiştir.【96】 Mezarın fizikî serencamı da hatırlama biçimlerinin parçası olmuştur. 1960’taki yol inşaatı/düzenleme sebebiyle kabir Edirnekapı Şehitliği’ne taşınmış;【97】 vefatının ellinci yılı olan 1986’da Kültür Bakanlığı tarafından kabri üzerine yeni bir lahit yaptırılmıştır.【98】

Mehmet Âkif Ersoy'un Mezarının Başında Dua Edilirken (İstanbul Valiliği)
Bu çizgi, Âkif’in hatırasının yalnız “metin” üzerinden değil, mekân ve anıt üzerinden de yeniden üretildiğini göstermiştir. Zamanla anma ve hatırlama pratikleri kurumsal bir takvime bağlanmıştır. 5649 sayılı Kanun’a dayanan bir yönetmelik çerçevesinde 12 Mart (İstiklâl Marşı’nın kabul günü) ile 20–27 Aralık Mehmet Âkif Ersoy’u Anma Haftası için, kamu kurumları ve ilgili kuruluşların katılımıyla yürütme kurulları oluşturulacağı kararı düzenlenmiştir.【99】
Yakın dönemde ise hatırlama, yüzüncü yıl bağlamında daha görünür bir siyasal-kamusal çerçeve kazanmıştır. TBMM’nin kararıyla 2021 yılı “İstiklâl Marşı Yılı” olarak kabul edilmiş; bu kararın, yeni kuşakların Millî Mücadele ruhunun ve İstiklâl Marşı’nın bağlamının daha sistemli biçimde kavramasıyla ilişkilendirildiği ifade edilmiştir.【100】



