İçinde bulunduğumuz veya içine doğduğumuz dünya, genç kuşakların dünyaya geldiklerinden beri gördükleri şeyler, soludukları hava, şehirlerin asli unsurları sandıkları bozuk yapılar arasında bize akıl ve gelişmişlik vadeden ama bizden neyi aldığını göstermeyen bir düzen kurmuş durumda. Modern hayat bize sanki eskiden de her şey böyleymiş gibi davranıyor; geçmişin sahip olduğu sadeliği ve insanı merkezine alan ruhu sessizce elimizden alıyor. En büyük hırsızlık gürültüyle değil, alıştırarak yapılır; modern hayat da tam olarak bunu yapıyor. Önce akıl oyunlarına bile gerek duymadan, günün telaşı ve modern olanın çekici cazibesiyle bizi içine çekiyor. Biz de ikinci kez düşünmeden bu koşu bandına çıkıyoruz; çünkü bize hazır bir sahne sunuluyor. Dekor yerleşmiş, ışıklar açık, oyun çoktan başlamış. Biz ise sahnenin ortasında gözümüzü açıyoruz ve her şey önceden belirlenmiş gibi ilerliyor. Dünya bize “her şey hep böyleydi” yalanını sunuyor ama değildi; dünya eskiden insanın nefes almasına izin veriyordu.
Günümüz insanının en belirgin buhranı, teknolojinin bizi birbirine bağlarken aynı anda kendi öz benliğimizden koparması. Her akıllı cihaz bir başka akıllı cihaza bağlanıyor ama bu çağda insan önce özellikle kendisine ve çevresine bağlanamıyor. Bir yandan daha çok iletişim, daha çok ağ, daha çok bağlantı; öte yandan içimizde giderek büyüyen bir kopukluk. Teknolojiyle güçlendiğimizi sanırken kendi merkezimize yabancılaşıyoruz. Ne kadar bağlantımız varsa o kadar kayboluyoruz. Kimliğimiz bulanıklaşıyor, düşüncelerimiz hızın içinde gücünü kaybediyor. Hatta bazen, hiçbir yere varmayan bir koşu bandında duran bir hamster günlük hayatta koşturuyoruz yani bu koşu modern hayatın bir ironisi hareket ediyoruz, yoruluyoruz, ama ilerlemiyoruz.
Modern hayatın doğaya ve doğal olana baskısı arttıkça insanın yaşam alanına yönelik baskı da artıyor. Bu yüzden modern şehirler inşa ediliyor; yalnızca çıkar ve fayda odaklı yapılar yükseliyor. Estetik kaygı yok, ruh yok ve belki de gelecekte insana da bir yer olamayacak olan alanların sayısı artıyor. Şehrin simge mekânları, geçmişi hatırlatan yapıları küçültülüyor, kenara sıkıştırılıyor veya tamamen yok ediliyor. Yerlerine tüketim ihtiyacına göre genişleyen ya da daralan, insanı adım adım elemine eden caddeler yapılıyor. Göğe uzanan yüksek binaların yanında insan kendini olduğundan daha küçük hissediyor. İnsan gözünün sonunu göremeyeceği sokaklarda yürürken kafasını kaldırdığında üzerine devrilecek gibi duran devasa yapılar arasında nefes almak bile zorlaşıyor. Kamusal alanlar ruhunu kaybediyor; bir mekânın bir ruha sahip olmaması, yalnızca bir dekor haline gelmesi insanın iç dünyasını da çoraklaştırıyor. Dokusu ve özü olan şehirlerin geleneksel yapısı ve kültürü insanı içine alan yapısıyla belli olurken şimdilerin modern şehirleri bizi dışarı itiyor ve bunun yanında özü ve tarihi olan şehirlerin bir hikayesi ve bir köşesinde geleceğe bıraktığı bir izi varken şimdinin şehirlerinde her köşe başında farklı farklı dekor ve ruhsuz objeler varlığını sürdürüyor.
Modern hayatın insanı avucuna almak için kullandığı ikinci büyük güç ise zaman kavramı. Zamanı elimizden almıyor; daha zekice bir şey yapıyor: Bize zamanımız olmadığını hissettiriyor. Böylece gönüllü bir kölelik hali başlıyor. Koşu hızımızı nereye varacağımızı bilmediğimiz bir yer için artırıyor bu modern çağ çünkü modern hayatın ayakta kalması için bizim sürekli meşgul olmamız gerekiyor. “Daha hızlı”, “daha üretken”, “daha başarılı” gibi komutlar sürekli kulağımıza fısıldanıyor. Kimse “neden?” diye sormuyor çünkü düşünmek için de yavaşlamak gerekir; modern dünya bunu istemez. O kadar hızlı ilerlemeye zorlanıyoruz ki, çevremizde yarıştığımız biri var mı, bir bitiş çizgisi var mı, bitişten sonra ne olacak, bunları düşünmüyoruz bile. Çünkü bunu yapacak zaman yok; durmamız istenmiyor. İlerliyormuş gibi hissetmemiz yeterli. Modern hayat bizi bir döngü içerisinde tutup hız ve zaman kavramı birleşip sistemi ayakta tutan görünmez bir sütuna inşaa ediyor. Sürekli nicelik peşinde koşmamız, daha fazlasını istememiz bekleniyor. Hamster misali koşturuluyoruz; yorulduğumuzda ise sistem bize büyük bir ödül sunuyor: kısa bir reklam molası. “Bir şey satın al, mutlu ol.” Sonra tekrar koş.
Bu düzen içerisinde hakiki bir mutluluğa sahip olmak hayliyle zor, bu yüzden iyi hissetmek için bir şeyler olmalı. Peki ne yapmak lazım gelir? Bu düzene göre bizi mutlu hissettirecek şeyler var. Peki bunlar ne olabilir? Alışveriş yapmak aslında sürekli veriş yapmak; sürekli ruhsal, hissel bir yoksunluğu bir meta ile doldurup içimizde neyin çalkalandığına bakmadan dışımızda nelerin var olacağına bakıp bunların bizi şu an olduğumuzdan daha iyi bir konuma getireceği fikrine sürekli kendimizi savurmak. Çözüm sandığımız bu kısır döngü çevremizi de beynimiz gibi karıştırıyor. Alınan yeni meta bizi istediğimiz gibi hissettirmeyince yeni bir meta aramaya kalkıyoruz ve sonunda kim meta olmuş oluyor? Evet, modern zamanın modern olmak zorunda kalan insanı meta haline geliyor. Tıpkı kendi sürüsünden her birey gibi o da aynı girdabın içine girip bu olayın sonunda aynı şeyleri tekrar tekrar yapmasına karşın daha iyi bir konuma geleceğine inanıyor.
Bu aslında birçok süreci de beraberinde getiriyor. Bir sokak düşünelim; görünürde birbirinden farklı birçok insanın yürüdüğü, bankta oturduğu, manzarayı izlediği standart bir sokak olsun. Bu sokak neredeyse herkesin birbiri ile benzer şeyleri giydiği, belki aynı marka, belki aynı stil, aynı görünüş ve benzer düşünceler… Statü gösterme isteği veya sürüye uyma isteği… Birçok sokak günümüzde böyle. Bankta oturanların ellerinde bir kahve olduğunu düşünelim. Düşündüğümüz o kahvenin kâğıt bardağının üzerinde yazan marka yazısı bile belli markalardır. Çünkü bu çağda çoğu şey belli yerlerden, belli statü ve belli seviyedekilerin ulaşabildiği şeylerden olmalıdır. Satışı modern ve kapital düzeni sürdürmeye istekli markalar yapmalıdır. Bu markalar dünyanın her tarafında bir köşesinde olmalıdır. Çünkü modern zamanla damarlarımıza kadar işleyen popüler kültür bizi kadrolu müşterisi yapma ihtiyacı duyar. Bizden kendi kültürümüzü elimizin tersiyle itmemizi ve çoğunluğun yaptığını yapmamızı isterler. Yerel ve bize özel olanın varlığı hoşlarına gitmez. Birey sisteme çağırılır ve başta daha fazlası daha ucuzu uzatılır ve birey zamanla bu döngüde kendine yer edinip bu sistemin gönüllü bir neferi olunca modern markalar ve popüler kültür saklı tuttukları değişiklik yapmaya hakkını kullanırlar ve sisteme yeni kurallar getirirler ama telaşlanmaya gerek yoktur çünkü meta haline getirmeyi başardıkları birey artık onların neye ne kadar fiyat biçtiği ile ilgilenmez sadece ona sahip olup olmadığı ile ilgilenir ama bu aşamada bireyin yola çıkma amacı ile vardığı yer arasında fevkalade bir uçarım varıdır. Yola çıkma amacı duygusal tatminsizlik veya boşluk hissini kapatmaktı peki ne oldu bir anda birey farkında bile olmadan veya belki de olmasına rağmen bir sürüye dahil etti kendini çünkü diğerleri de kendisi gibi aynı şeyleri alan aynı şeyleri tüketen aynı şekillerde tükenen...
Aslında tüm durumları uzun uzun izah etmeye gerek yok, zaten modern zamanın tükettiği bir bireyin uzun uzun okumaya da anlamaya da vakti yoktur. Kısa propagandalara, kısa umutlara, kısa zevklere ve istediğine değil, istediğini sandığına yönelmeye ihtiyacı vardır. Modernleşen birey sessiz bir onay ihtiyacı ile yaşamını sürdürür kendini özgür sanır; aldığı kararlarda, yaptığı seçimlerde başka etkilerin olabileceği aklına gelmez. Biraz ağır olacak olsa da bu cümleye daha büyük bir öznellik yüklemek istiyorum: Modern bireyin tamamen kendine ait olan pirüpak bir fikri veya amacı olamaz. Kendinden sandığı bireylerin çevresinde dolanır, onlar gibi olmayı seçer, onlar gibi olmak zorunda hisseder. Aslında tam olarak oraya ait olmadığını bilir ama sürecin içinde işlendiği gibi burada da işlene işlene modern karakterine yeni bir boyut kazandırır ve birey diyerek kast ettiğimiz varlık, bu kelimenin kendisi için kullanılmasının bir önem haiz etmediği bir hâle bürünür. “Birey” kelimesi o varlığın anlamına karşılık gelen kelime değildir artık.
Sorunları ortaya döküp “çözümü yok” deyip kaçanlardan olmayacağım, sadece uzun uzun anlatmayacağım. Ben burada kendi fikrinin propagandasını yapan ve bu fikri diğer bireyleri bastırmak için bağıranlardan değilim. Eski, tozlu yaprakları sarmış bir kitabın arasında bir kâğıda yazılmış küçük bir dörtlük işlevindeyim ben ve o dörtlük mealen şöyle diyor: “Çözüm var. Çözüm sağduyu. Çözüm tabi olana tabi olmak dışsal etkilerin benliğimizin ne olduğuna karar vermesine izin vermeden içsel hakikatimizin farkında olmak. Gelenek görenek nedir bilmek ve adı popüler kültür olan ama içinde kültür namına hiçbir şey bulunmayan, dayatılan şeyler yerine bize, özümüze ait olana sahip çıkmak. Çözüm bunlar. Çözüm nicelik değildir. Çözüm herkesin yaptığı değildir. Çözüm yapay olamaz. Çözüm tabi ve doğal olandır.”

