Cüzzam, tıp literatüründe Hansen Hastalığı olarak da bilinen, insanlık tarihinde bilinen en eski bulaşıcı hastalıklardan biridir. Bu hastalığa dair ilk kayıtlar, Eski Mezopotamya'nın çivi yazılarında dahi yer almaktadır. Anadolu coğrafyasında cüzzamın teşhis ve tedavisine yönelik tıbbi çalışmalar, Selçuklu dönemi hekimlerinden Kutbeddin-i Şirazi'nin "Risale fi Baras" adlı eseriyle erken dönemlerde başlamıştır. Bu durum, Osmanlı İmparatorluğu'nun cüzzama yönelik yaklaşımının, mevcut bir tıbbi bilgi ve pratik zemini üzerinde şekillendiğini göstermektedir .
Osmanlı İmparatorluğu'nda cüzzamın varlığı, devletin kuruluş dönemine kadar uzanmaktadır. Hastalığın bulaşıcı ve o dönemde tedavisi bilinmeyen bir nitelik taşıması, Osmanlı yönetiminin ve toplumunun cüzzamlı bireylere yönelik özel yaklaşımlar geliştirmesine neden olmuştur. Bu yaklaşımlar, hastalığın yayılmasını önlemeye yönelik tecrit politikalarını içermekle birlikte, aynı zamanda hastaların insani ihtiyaçlarını gözeten bir merhamet anlayışını da barındırmıştır. Hastalığın bulaşıcı ve tedavisi bilinmeyen doğası, cüzzamlı bireylerin toplumdan ayrılmasına yönelik tecrit politikalarının temel motivasyonunu oluşturmuştur. Bu durum, tıbbi bilginin sınırlılığının idari ve sosyal tedbirleri doğrudan nasıl şekillendirdiğini ortaya koymaktadır. Hastalığın toplumda yarattığı korku ve dehşet, kanunnamelerde tecrit hükümlerinin yer almasına ve cüzzamhanelerin kurulmasına yol açan zincirleme bir reaksiyonu tetiklemiştir. Osmanlı'nın cüzzamla mücadelesi, sadece tıbbi bir sorun olarak değil, aynı zamanda sosyal, hukuki ve insani boyutları olan karmaşık bir mesele olarak ele alınmıştır. "Merhametle yaklaşım" ifadesi , tecritin katı bir dışlama yerine, bir tür koruma ve bakım mekanizması olarak da işlev gördüğünü gösterir . Hastalığın toplumsal korkuya yol açması ve kanunnamelerde tecrit emrinin bulunmasına rağmen, cüzzamlıların geçimlerinin devlet teminatı altına alınması gibi veriler, Osmanlı'nın cüzzamlılara yönelik yaklaşımının Batı'daki "lanet" algısından farklı, daha bütüncül ve insani bir boyut taşıdığını göstermektedir. Bu, sadece hastalığı kontrol altına almak değil, hastaların yaşam kalitesini de bir ölçüde koruma çabası olarak yorumlanabilir.
Osmanlı Toplumunda Cüzzam Algısı ve Yasal Düzenlemeler
Osmanlı toplumunda cüzzam, yaygın bir korku ve dehşet kaynağı olmuştur. Hastalığın adı dahi insanlar arasında "korku ve dehşet" saçmaya yetmekteydi. Bu durum, cüzzamın sadece fiziksel etkileriyle değil, aynı zamanda yarattığı derin sosyal stigma ile de mücadele edildiğini göstermektedir. Toplum içinde cüzzamlı olmakla itham edilen kişiler, bu ithamdan kurtulmak ve topluma yeniden dahil olabilmek için hekimlere muayene olmak ve kadıdan cüzzam olmadıklarını gösteren resmi bir belge almak zorunda kalmışlardır. Bu uygulama, hastalığın teşhisinin ve toplumsal kabulün hukuksal bir sürece bağlandığını ortaya koymaktadır .
Osmanlı Devleti, cüzzamın bulaşıcı niteliği nedeniyle tecrit politikalarını yasal düzenlemelerle desteklemiştir. II. Bayezid dönemi Rumeli Eyaleti Kanunnamesi'nde "Ve cüzzamlıları, şehirden süreler; şehirde koymayalar" hükmü yer almaktaydı. Kanuni Devri Merkezi ve Umumi Kanunnameler ile I. Ahmed devri kanunnamelerinde de benzer şekilde "Ve cüzzamlılar gözlene; şehirlerde cüzzam taifesinden kimesne durğurmayalar" hükümleri bulunmaktaydı. Bu hükümler, cüzzamlıların şehir merkezlerinden uzak tutulmasının ve gözlem altında tutulmasının devlet politikası olduğunu açıkça göstermektedir. Ayrıca, cüzzamlı hastaların farklı tarzda giyinmesinin bir zorunluluk olduğu da belirtilmiştir. Osmanlı kanunnameleri, cüzzamlıların şehirlerden uzaklaştırılmasını ve gözlenmesini emrederek hastalığın yayılmasını önlemeye yönelik net bir tecrit politikası benimsemiştir.
Kanunnamelerdeki katı tecrit hükümlerine rağmen, Osmanlı Devleti'nin cüzzam hastalarına yönelik yaklaşımında önemli bir merhamet ve destek boyutu da bulunmaktadır. Osmanlılar, cüzzam hastalarına "merhametle yaklaşmış" ve hastalığın bulaşıcı olmasından dolayı tecriti bir zorunluluk olarak görmüşlerdir. Cüzzam hastaları "malul" (engelli) sayılmış, geçimleri devlet teminatı altına alınmış ve ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmıştır. Bu durum, tecritin bir ceza değil, bir bakım ve koruma mekanizması olduğunu göstermektedir. Kanunnamelerdeki "şehirden süreler" gibi tecrit ifadelerine rağmen, hastaların geçimlerinin devlet teminatı altında olması, Osmanlı yaklaşımının salt bir dışlama olmadığını, aksine sosyal güvenlik ve bakım boyutunu da içerdiğini ortaya koymaktadır. Bu durum, hastalığın getirdiği zorluklara karşı devletin sorumluluk üstlendiğini göstermektedir. Bu, bulaşıcılık riskine karşı önlem alırken aynı zamanda hastaların temel yaşam haklarını ve insani ihtiyaçlarını gözeten bir denge kurulduğunu ortaya koymaktadır.
Miskinhanelerin "merhamet yuvası" olarak adlandırılması ve hastaların psikolojilerini düşünerek bu kurumlara "tekke" gibi daha yumuşak bir isim verilmesi , Osmanlı'nın insani yaklaşımını vurgulamaktadır. Bu isimlendirmenin, cüzzam hastalarının hoşlanmayacakları bir isimle gururlarını kırmamak ve psikolojik çöküntüye uğramalarını engellemek amacını taşıdığı belirtilmiştir . Bu, Osmanlı medeniyetinin nezaket örneklerinden biri olarak sunulmuştur. Osmanlı'nın cüzzamlılara yönelik "merhamet" ve "psikolojik destek" vurgusu, Tevrat'ta cüzzamın "ceza ve lanet" olarak algılanmasından ve Avrupa'daki "lanetli" olarak adlandırılıp şehirlerden sürülme pratiklerinden belirgin bir farklılık taşımaktadır. Bu farklılık, Osmanlı'nın İslamî değerler ve kendi kültürel kodları çerçevesinde daha insancıl bir model geliştirdiğini düşündürmektedir. Bu, Osmanlı toplumunun ve devletinin cüzzamlılara yönelik algısının, tecrit ihtiyacına rağmen, daha çok bir "musibet" veya "hastalık" olarak görüldüğünü ve bu kişilere karşı bir tür şefkat ve sorumluluk hissedildiğini göstermektedir.
Osmanlı Tıbbında Cüzzamın Teşhis ve Tedavisi
Osmanlı tıbbı, cüzzamın teşhis ve tedavisi için Selçuklu döneminden gelen birikimi kullanmıştır. Kutbeddin-i Şirazi'nin "Risale fi Baras" adlı eseri, bu alandaki önemli tıbbi çalışmalara örnek teşkil etmiştir. Osmanlı döneminde de hastalığın nedenleri ve tedavi yolları konusunda çeşitli bilim insanları farklı fikirler ileri sürmüştür.
Osmanlılar, bulaşıcı ve tedavisi bilinmeyen bir hastalık olması sebebiyle cüzzamlı kişileri tecrit ettikleri yerlerde çeşitli yöntemlerle tedavi etmeye çalışmışlardır. Bu yöntemler genellikle dönemin genel tıbbi anlayışına uygun geleneksel uygulamalardan oluşmaktaydı. Sabuncuoğlu Şerafeddin, cüzzam tedavisinde başın beş yerini dağlamayı önermiştir. Akşemseddin ise kan aldırmak, sülük veya hacamat ile yapılacak tedavinin etkili olacağını savunmuştur. Bunların yanı sıra, bazı bitkisel tedavilerin de cüzzam hastalarına iyi geleceği ileri sürülmüştür. Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinde ise kaplıca ve şifalı suların cüzzam hastalarına iyi geldiği görüşü öne çıkmıştır . Bu yöntemler, modern mikrobiyolojik bilgiye sahip olunmadığı bir dönemde, gözleme dayalı ve geleneksel yaklaşımlarla hastalığın semptomlarını hafifletmeye veya iyileştirmeye yönelik çabaları temsil etmektedir. Modern tıbbın gelişimiyle birlikte, Mazhar Osman gibi hekimler cüzzam tedavisinde modern yöntemleri ülkeye getirmiş ve ilk müstakil cüzzam hastanesini kurmuştur.
16. yüzyılın sonlarına kadar cüzzamın bulaşıcı olduğu bilinse de, hastalığın patofizyolojik mekanizmaları ve kesin tedavisi hakkındaki bilgiler sınırlı kalmıştır. Bu tıbbi bilginin sınırlılığı ve etkili bir tedavi yönteminin bulunmaması, cüzzamlıların tecrit edilmesinin birincil mücadele yöntemi olarak benimsenmesine yol açmıştır. Bu durum, tıbbi yetersizliklerin halk sağlığı politikalarını doğrudan nasıl şekillendirdiğini göstermektedir. Hastalığın etiyolojisinin tam olarak anlaşılamaması ve modern ilaçların yokluğu nedeniyle uygulanan geleneksel ve deneysel tedavi yöntemleri genellikle semptomatik veya palyatif kalmış ve kesin iyileşme sağlamamıştır. Bu nedenle, tecrit, hastalığın yayılmasını önlemede en güvenilir ve uygulanabilir yöntem olarak öne çıkmıştır. Bu durum, tıbbi yetersizliğin sosyal izolasyonu zorunlu kıldığını göstermektedir.
Kurumsal kapasite açısından, Erzurum Valisi'nin bir miskinhane tesisi kurma veya cüzzamlıları Dersaadet'e göndererek tedavi etme talebi, yeterli bütçenin olmaması sebebiyle kabul edilmemiş ve hastaların vilayet merkezindeki Gureba Hastanesi'nde tedavi edilmesi önerilmiştir. Bu durum, özel cüzzam tedavi merkezlerinin sınırlı kapasitesini ve finansman sorunlarını göstermektedir. Benzer şekilde, Gülhane-i Seririyat-ı Hümayun'daki altı yataklı koğuşun tamamının dolu olması da, mevcut tıbbi kurumların cüzzam hastalarına yönelik kapasite yetersizliğini ortaya koymaktadır. Erken 20. yüzyıldaki valilik talepleri ve Gülhane'deki yatak kapasitesi sorunları, Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde dahi cüzzam hastalarına yönelik özel tıbbi altyapının yetersiz kaldığını ve genel hastanelerin bu yükü üstlenmek zorunda kaldığını göstermektedir. Bu durum, modern tıbbi yaklaşımların entegrasyonunda karşılaşılan zorluklara işaret etmektedir. Vilayetlerden gelen cüzzam vakası bildirimleri ve tedavi yeri taleplerine karşılık bütçe yetersizliği ve mevcut hastanelerin doluluğu, devletin cüzzamla mücadelede merkezi ve sistematik bir sağlık hizmeti ağı kurmakta zorlandığını, daha çok yerel ve geçici çözümlerle ilerlediğini göstermektedir. Bu durum, halk sağlığı hizmetlerinin 1900'lerin başına kadar devletin ana yükümlülüğü altında olmamasıyla da örtüşmektedir.
Aşağıdaki tablo, Osmanlı tıbbında uygulanan başlıca cüzzam tedavi yöntemlerini ve ilgili hekim/görüşleri özetlemektedir:
Yöntem | Öne Çıkan Hekim/Görüş | Amaç/Etki |
Dağlama | Sabuncuoğlu Şerafeddin | Hastalığı iyileştirme |
Kan alma, sülük, hacamat | Akşemseddin | Hastalığı iyileştirme |
Bitkisel tedaviler | Çeşitli hekimler | Semptomları hafifletme, iyileştirme iddiaları |
Kaplıca ve şifalı sular | Evliya Çelebi Seyahatnamesi | Hastalığa iyi geldiği görüşü |
Bu tablo, Osmanlı tıbbının cüzzama karşı geliştirdiği çeşitli, ancak genellikle deneysel ve semptomatik tedavi yaklaşımlarını özetlemektedir. Dönemin tıbbi anlayışını ve hekimlerin yaklaşımlarını somutlaştırarak, modern tıptan önceki dönemin tedavi paradigmalarını anlamaya yardımcı olmaktadır. Metinde dağınık olarak bahsedilen tedavi yöntemlerinin bir tablo içinde sistematik olarak sunulması, dönemin tıbbi bilgisinin ve pratiklerinin bir özetini sunar.
Osmanlı Cüzzamhaneleri (Miskinhaneler): Kuruluşları ve Coğrafi Dağılımları
Osmanlı İmparatorluğu'nda cüzzamhaneler, hastalığın yayılmasını engellemek ve cüzzamlı bireylere bakım sağlamak amacıyla erken dönemlerden itibaren kurulmuştur. Osmanlı döneminde bilinen ilk cüzzamhane, II. Murad tarafından Edirne-Kirişhane'de yaptırılmış ve 1627 yılına kadar faaliyetini sürdürmüştür. Bu durum, Osmanlı'da cüzzamhanelerin erken bir tarihte kurulduğunu ve bu tür kurumlara duyulan ihtiyacın farkında olunduğunu göstermektedir.
Osmanlı'da Kurulan Cüzzamhane'ler. (Chat GPT)
Osmanlı'daki en önemli cüzzamhane ise 1514'te Yavuz Sultan Selim döneminde yapılan ve 1927 yılına kadar hizmet veren Üsküdar-Kadıköy yolu üzerinde inşa edilmiş olan Karacaahmet Miskinler Tekkesi'dir. Bu tekke, 1810 yılında II. Mahmud zamanında yapılan ilavelerle daha da genişletilmiştir. Karacaahmet Miskinler Tekkesi'nin uzun ömürlü faaliyeti, bu kurumların sürekliliğini ve önemini vurgulamaktadır. Diğer önemli cüzzamhaneler Bursa (1551-1817 arası faaliyet gösteren) , Kıbrıs, Kandiye (Girit) ve Sakız'da bulunmaktaydı. Antakya'da da bir Miskinler Tekkesi olduğu belirtilmiştir. Bu coğrafi dağılım, Osmanlı İmparatorluğu genelinde cüzzamhanelerin stratejik noktalarda kurulduğunu ve hastalığın yaygın olduğu bölgelerde hizmet verdiğini göstermektedir.
20. yüzyılın başlarında cüzzam illetinin ülke topraklarının dört bir yanına yayıldığı anlaşılmaktadır. Özellikle Kastamonu Vilayeti'nde yaygınlık kazanmış, hatta hastalığın yoğunluğundan dolayı "Cüzzamlılar Deresi" olarak bilinen bir bölge ortaya çıkmıştır. Kastamonu Vilayeti'ne bağlı Safranbolu Sancağı'nda da cüzzam hastalığı yaygın bir şekilde görülmüştür. Bitlis'e bağlı Genç Sancağı'nda da cüzzam görüldüğü, Bitlis Valisi Hasan Bey tarafından Dahiliye Nezareti'ne gönderilen tezkireden anlaşılmaktadır. Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı'na bağlı Gure Karyesi'nin Enfe mevkiinde de cüzzam hastalığının görüldüğü kaydedilmiştir. Trablusgarb'a gelen cüzzamlı dört kişiden bahsedilmesi, hastalığın coğrafi yayılımının genişliğini göstermektedir. Bu yaygınlık, Erzurum Valisi'nin yeni bir miskinhane tesisi talebi gibi yeni kurumlara duyulan ihtiyacı ortaya koymuştur.
21. yüzyıl başlarındaki kayıtlar, cüzzamın imparatorluğun farklı bölgelerinde (Kastamonu, Bitlis, Cebel-i Lübnan, Trablusgarb) yaygın olduğunu göstermektedir. Bu yaygınlık, merkezi yönetimin (Dahiliye Nezareti) valilikler aracılığıyla hastalığın yayılmasını engellemek için tedbirler almasını ve yeni miskinhane ihtiyaçlarının doğmasını tetiklemiştir. İmparatorluğun farklı coğrafyalarından gelen cüzzam vakası raporları, merkezi yönetimin duruma müdahale etme ve bölgesel tedbirler alma ihtiyacını ortaya koymuştur. Valilerin miskinhane talepleri ve mevcut kurumların kapasite sorunları, hastalığın sadece yerel bir sorun olmaktan çıkıp, merkezi bir halk sağlığı meselesi haline geldiğini ve devletin bu konuda daha aktif rol almaya çalıştığını, ancak kaynak ve kapasite sınırlamalarıyla karşılaştığını göstermektedir. II. Mahmud döneminde Karacaahmet Miskinler Tekkesi'ne yapılan ilaveler, cüzzamhanelerin zaman içinde artan ihtiyaçlara veya değişen politikalara göre genişletildiğini ve adapte edildiğini göstermektedir. Bu, kurumların statik yapılar olmadığını, dinamik bir evrim geçirdiğini düşündürmektedir. Yavuz Sultan Selim dönemindeki ilk kuruluşu takiben II. Mahmud dönemindeki genişletmeler, cüzzamhanelerin sadece birer tecrit alanı olmanın ötesinde, zamanla artan nüfus veya vaka sayılarına göre kapasitelerini artırma ihtiyacı duyan, yaşayan kurumlar olduğunu göstermektedir.
Cüzzamhanelerde Yaşam Koşulları, İdari Yapı ve Finansman
Osmanlı cüzzamhaneleri, hastalara temel ihtiyaçlarını karşılayan ve belirli bir yaşam düzeni sunan kurumlardı. Karacaahmet Miskinler Tekkesi'nde hastalara her gün akşamları çorba, pilav ve et, haftada iki kere de zerde gönderilmekteydi. Bu durum, düzenli beslenme ve temel bakım hizmetlerinin sağlandığını göstermektedir. Tekkenin önünde bulunan sadaka taşına bırakılan yardımlar, hastalarca bölüşülür ve yardım edenlere hayır dualar edilirdi. Bu uygulama, devlet desteğinin yanı sıra hayırseverlik ve toplumsal dayanışmanın da önemli bir finansman ve destek kaynağı olduğunu göstermektedir. Miskinler Tekkesi'nde anlatılanlar, Osmanlı'nın son zamanları ile Cumhuriyet'in ilk dönemleri arasındaki süreci kapsamakta ve dilenciliğin bir geçinme şekli olarak da görüldüğü belirtilmiştir. Bu durum, bazı hastaların kendi geçimlerini sağlamak için dışarıyla belirli düzeyde etkileşimde bulunabildiğini düşündürmektedir. Cüzzamhaneler, hastalara düzenli beslenme ve temel bakım hizmetleri sunan, devlet desteği ve halkın hayırseverliğiyle finanse edilen kurumlardı.
Cüzzamlı Kişiler Tasviri. (Chat GPT)
Miskinler Tekkesi'nin idarecilerine "şeyh" denilmekteydi. Bu "şeyh", zamana göre cüzzamlı veya itimat kazanmış, güvenilir ve adil olan, hastalığa yakalanmayan biri de olabilirdi. Bu esnek yönetim yapısı, kurumun hem tıbbi hem de sosyal bir işlev gördüğünü göstermektedir. Cüzzamlıların halkın içine karışmak istemeyerek münzevi bir hayat sürdürmeleri , tecritin bazen hastaların kendi tercihleriyle de uyumlu olduğunu düşündürmektedir. Miskinler Tekkesi'nin "sağlık kuruluşu" sayılması , bu kurumların sadece birer tecrit alanı değil, aynı zamanda birer tedavi ve bakım merkezi olarak işlev gördüğünü teyit etmektedir.
Miskinhanelerin "merhamet yuvası" olarak tanımlanması ve "tekke" isimlendirilmesinin hastaların gururunu kırmamak ve psikolojik çöküntüyü engellemek amacı taşıması , Osmanlı'nın cüzzamlılara yönelik yaklaşımında insani ve psikososyal boyutun önemini vurgulamaktadır. Bu durum, sadece fiziksel tecritin değil, aynı zamanda ruhsal refahın da gözetildiğini göstermektedir. Hastalığın yarattığı toplumsal stigma ve korkuya rağmen, Osmanlı'nın bu kurumlara "tekke" adını vermesi ve "merhamet yuvası" olarak tanımlaması, hastaların onurunu koruma, psikolojik destek sağlama ve onlara bir topluluk hissi verme çabasını yansıtmaktadır.
Finansman kaynakları açısından, cüzzam hastalarının geçimleri devlet teminatı altına alınmış ve ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmıştır. Bu, merkezi yönetimin bu konudaki finansal sorumluluğunu göstermektedir. Sadaka taşları aracılığıyla halktan gelen yardımlar, finansman kaynaklarını çeşitlendirmiştir. 1902 yılında Bitlis'e bir müfettiş, tabip ve eczacının gönderilmesi için maaş talep edilmesi , devletin cüzzamlıların bakımı ve tedavisi için personel görevlendirdiğini ve bunun için bütçe ayırdığını göstermektedir. Sadaka taşı aracılığıyla dışarıdan yardım kabul edilmesi ve dilenciliğin bir geçim kaynağı olarak bahsedilmesi , cüzzamhanelerin tamamen izole kapalı kurumlar olmadığını, belirli düzeyde dış dünyayla etkileşim ve hastaların bir miktar otonomiye sahip olabildiğini düşündürmektedir. Bu durum, bu kurumların "koloni" veya "köy" benzeri bir yaşam modelini akla getirmektedir. Hastaların tecrit edilmiş olmasına rağmen, sadaka taşı ve dilencilik gibi dış dünya ile temas noktalarının varlığı, cüzzamhanelerin katı bir hapishane modelinden ziyade, kendi içinde bir yaşam düzeni ve toplumsal etkileşim alanı barındırdığı, hatta bir tür "yarı-otonom" topluluklar olarak işlev gördüğü sonucunu ortaya koymaktadır. Bu, hastaların tamamen dışlanmış değil, belirli sınırlar içinde bir yaşam sürdürdüğünü göstermektedir.
Cüzzamhanelerin Mimari Özellikleri ve Fonksiyonları
Osmanlı cüzzamhaneleri, mekânsal konfigürasyonlarında tecrit prensibini esas almıştır. Miskinhaneler, cüzzamlıların şehir halkından uzak tutulması amacıyla "şehir dışında" oluşturulmuştur. Karacaahmet Miskinler Tekkesi'nin Karacaahmet Mezarlığı'nın ortasında, eski Bağdat Yolu üzerinde inşa edilmesi , bu tecrit prensibini desteklemektedir. Bu durum, cüzzamhanelerin şehir dışında, genellikle mezarlık gibi izole edilmiş alanlara konumlandırıldığını göstermektedir. Karacaahmet Miskinler Tekkesi başlangıçta 9 haneden oluşurken, daha sonra II. Mahmud tarafından 11 konut daha ilave edilerek genişletilmiştir. Bu, kurumun zamanla artan ihtiyaçlara göre yapısal olarak büyüdüğünü göstermektedir.
Genel leprosarium mimarisi üzerine yapılan akademik çalışmalar (Osmanlı dışı bağlamda da olsa), bu tür kurumların "toplumdan izole edilmiş bir koloni" olarak tasarlandığını, hastaların tüm ihtiyaçlarını karşılayacak hastane birimleri, konutlar, eğlence alanları ve tarım/hayvancılık alanları içerebildiğini belirtmektedir. Bu "küçük şehirler", idari personel tarafından yönetilirdi. Mekânsal düzenlemenin, hastalığın profilaksisi (yayılmayı önleme) ve farklı sosyal kategorilerin (sağlıklı-hasta, farklı derecede hasta) hiyerarşik sistem içinde sınıflandırılması ve hareketlerinin kontrol edilmesi prensiplerine dayandığı belirtilmiştir.
Cüzzamlı hastaların tecrit edildiği bu mekânlara "tekke" denilmesinin nedeni, tarikat pirinin türbesi yanında bulunan ve insanların müstakil bir grup halinde yaşamalarına elverişli olan tekkelere benzetilmesinden kaynaklanıyordu. Bu isimlendirme, kuruma dini ve sosyal bir meşruiyet kazandırmıştır. Bu isimlendirmenin bir diğer önemli nedeni ise, cüzzam hastalarının hoşlanmayacakları bir isimle gururlarını kırmamak ve psikolojik çöküntüye uğramalarını engellemek içindi. Bu, Osmanlı medeniyetinin "nezaket örneklerinden biri" olarak sunulmuştur. Cüzzamhanelerin "tekke" olarak isimlendirilmesi, sadece bir mekânsal tecritin ötesinde, bu kurumların bir "topluluk" veya "aile" hissi yaratma, hastaların psikolojik refahını gözetme ve onlara bir yaşam alanı sunma amacını taşıdığını göstermektedir. Bu yaklaşım, Batı'daki daha katı "kurum" veya "hapishane" benzeri leprosarium modellerinden ayrışan "insancıl" bir yaklaşıma işaret etmektedir. Cüzzamlıların toplumsal dışlanma ve korku nesnesi olmasına rağmen, Osmanlı'nın bu yerleri "tekke" olarak adlandırması, hastaların onurunu koruma, psikolojik destek sağlama ve onlara bir tür "ev" ortamı sunma çabasını yansıtmaktadır. Bu durum, mimari isimlendirmenin sosyal ve psikolojik bir amaca hizmet ettiğini, tecritin insaniyetle birleştirildiğini göstermektedir.
Osmanlı cüzzamhanelerinin mimari detayları hakkında doğrudan bilgi sınırlı olsa da, genel leprosarium mimarisi üzerine yapılan çalışmalar ve "tekke" isimlendirmesi bir araya getirildiğinde, Osmanlı modelinin "izole edilmiş koloni" veya "köy" benzeri, kendi içinde yaşamı sürdüren ve hastaların ihtiyaçlarını karşılayan bir yapıya sahip olduğu çıkarımı yapılabilir. Bu, modern "insancıl leprosarium" konseptiyle paralellikler taşımaktadır. Osmanlı cüzzamhanelerinin şehir dışında konumlandırılması ve geniş konut birimleri içermesi, "tekke" isimlendirmesi ve psikolojik destek amacı ile genel leprosarium mimarisinin "izole edilmiş koloni" ve "küçük şehirler" olarak tanımlanması birleştirildiğinde, Osmanlı cüzzamhanelerinin sadece birer karantina alanı değil, aynı zamanda hastaların yeni bir yaşam kurabilecekleri, temel ihtiyaçlarının karşılandığı ve bir topluluk hissinin teşvik edildiği, yarı-otonom yerleşimler olduğu sonucuna varılmaktadır. Bu durum, mimarinin sadece fiziksel tecriti değil, aynı zamanda sosyal ve psikolojik rehabilitasyonu da hedeflediğini göstermektedir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda cüzzam hastalığına yaklaşım, hastalığın bulaşıcı doğası gereği tecriti temel bir halk sağlığı önlemi olarak benimsemiş, ancak bu tecriti insani bir çerçevede uygulamıştır. Kanunnamelerdeki dışlama hükümlerine rağmen, cüzzamlıların geçimlerinin devlet tarafından teminat altına alınması ve "Miskinler Tekkesi" gibi kurumların "merhamet yuvası" olarak işlev görmesi, Osmanlı'nın bu konudaki özgün yaklaşımını ortaya koymaktadır. Bu yaklaşım, Batı'daki "lanet" veya "ceza" algısından farklı olarak, tecriti bir halk sağlığı zorunluluğu olarak benimserken, aynı zamanda hastaların insani onurunu ve temel ihtiyaçlarını gözeten, "merhamet" ve "sosyal destek" odaklı bir model sunmuştur. Bu, Osmanlı'nın genel sosyal ve dini değerlerinin sağlık politikalarına yansıması olarak değerlendirilebilir. Tecritin yasal zorunluluğu, devlet güvencesi ve "tekke" isimlendirmesi ile Batı'daki dışlayıcı yaklaşımlar karşılaştırıldığında, Osmanlı'nın cüzzama yaklaşımının, dini ve kültürel değerlerle harmanlanmış, pragmatik halk sağlığı önlemleri ile insaniyetin dengelendiği bir "Osmanlı Modeli" olduğu anlaşılmaktadır. Bu model, hastalığın yayılmasını engellerken, hastaların tamamen dışlanmasını değil, belirli sınırlar içinde bir yaşam sürdürmelerini sağlamıştır.
Dönemin tıbbi bilgisinin sınırlılıkları göz önüne alındığında, uygulanan geleneksel tedavi yöntemleri genellikle semptomatik kalmış, bu da tecritin önemini artırmıştır. Ancak, cüzzamhanelerin "tekke" olarak isimlendirilmesi ve hastaların psikolojik refahının gözetilmesi, Osmanlı medeniyetinin sosyal sorumluluk ve şefkat anlayışının bir yansımasıdır. Cüzzamın imparatorluğun dört bir yanına yayılmış olması, bu kurumların yaygınlığını ve hastalığın yönetiminin merkezi ve yerel düzeyde sürekli bir çaba gerektirdiğini göstermektedir.