“Romalı, Roma’ya mensup” anlamındaki Romaio isminin Arapça’ya geçmiş şekli olan Rûm kelimesi Arap-İslâm kaynaklarında Romalılar, Bizanslılar ve İslâm topraklarında yaşayan Rumlar için kullanılmıştır. Arap kaynaklarında Rum adı Roma ile irtibatlandırıldığı gibi Rumlar’ın soyunun Hz. İbrâhim’in oğlu İshak’tan geldiğine ve onlara Rûm b. Îsû b. İshak’a nisbetle bu ismin verildiğine dair farklı görüşler vardır. Rûm b. Îsû sarışın olduğu için “Asfar” lakabıyla anıldığından onun soyundan gelen Rumlar da bazan Benî Asfar diye kaydedilmektedir. Nitekim İbn Hişâm’ın rivayetine göre Bizanslılar’a karşı Tebük Seferi hazırlıkları yapıldığı sırada münafıklar müslümanları caydırmak amacıyla, “Benî Asfar ile savaş Araplar’ın kendi aralarında yaptıkları savaşlara benzemez” demişlerdi (es-Sîre, II, 525).
Arap kaynaklarında Rum ismi daha ziyade Bizanslılar’ı ve Bizans Devleti’ni ifade etmek üzere kullanılır. Roma ve Bizans ayırımı o dönemde söz konusu olmadığı için bu isim hem Romalılar’ı hem Bizanslılar’ı gösterdiğinden bunlardan hangisinin kastedildiği ancak muhtevadan anlaşılabilmektedir. Meselâ Sâid el-Endelüsî insan topluluklarının yedi ana gruba ayrıldığını belirterek beşinci sırada Romalılar’a/Rumlar’a yer vermiştir. Hem Roma hem Bizans için Rum ismini kullanmakla birlikte onun ifadelerinden günümüz anlayışıyla Roma’dan Bizans’a geçiş açık şekilde görülmektedir. Sâid el-Endelüsî, Romalılar’ın geniş topraklara ve meşhur imparatorlara sahip bulunduklarını, başşehirlerinin Roma, dillerinin Latince olduğunu söylemekte, Hıristiyanlığı kabul eden Konstantinos’un Kostantiniye’yi kurup başşehir ilân ettiğini, başlangıçta putperest olan Romalılar’ın Konstantinos’un çağrısı üzerine Hıristiyanlığa geçtiğini belirtmektedir (Ṭabaḳātü’l-ümem, s. 33, 96-99). Mes‘ûdî, Rumlar’ın imparatorlarını sıralarken Roma imparatorlarını “putperest olan Rum melikleri”, Bizans imparatorlarını da “Hıristiyanlığı kabul eden Rum melikleri” başlığıyla birbirinden ayırır (Mürûcü’ẕ-ẕeheb, I, 308, 317; et-Tenbîh, s. 123, 137).
Rûmî ifadesi “Bizans’a mensup, Bizanslı” anlamına geldiği gibi etnik olarak Rum asıllı olanları da ifade etmektedir. Buna göre Rum ismi, Rum asıllıları tanımlamak üzere etnik içerikli olarak kullanılması yanında Rus, Ermeni, Bulgar, Slav ve diğer unsurlardan meydana gelen Bizans İmparatorluğu için de kullanılmaktaydı. Anadolu başta olmak üzere Bizans topraklarını anlatmak için Bilâdü’r-Rûm / Arzu’r-Rûm, Akdeniz için Bahrü’r-Rûm, Bizans imparatorları için kayserin yanı sıra melikü’r-Rûm, azîmü’r-Rûm gibi tabirlere yer verilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde geçen ve bir sûreye adını veren Rum ismi Bizanslılar için kullanılmış, onların Sâsânîler karşısında aldıkları mağlûbiyete işaret edilerek üç ile dokuz yıl arasında Sâsânîler’e galip gelecekleri bildirilmiştir (er-Rûm 30/1-5). Tefsir kaynaklarında bu âyetler açıklanırken müslümanların ateşperest Sâsânîler’den yana olan müşrikler karşısında Ehl-i kitap olan Bizans’ı destekledikleri belirtilmektedir. İlgili âyetlerden Bizans’ın Sâsânîler karşısında Suriye, Filistin ve Mısır’ı kaybettiği 619 yılından önceki yenilgilerle 622’de başlayan ve İmparator Herakleios’un Sâsânî ordularını 627’de Ninevâ’da yenilgiye uğratmasıyla sonuçlanan zaferlerin kastedildiği anlaşılmaktadır. 630 yılında Hz. Peygamber tarafından Bizans’a karşı gerçekleştirilen Tebük Gazvesi hakkında birçok âyet bulunmakla birlikte (et-Tevbe 9/38-106) bu âyetlerde Rum ismine rastlanmamaktadır.
Hadis kaynaklarında Rum ismi genellikle Bizanslılar için birçok defa geçmektedir. Resûl-i Ekrem, Bizanslılar’la savaş ve barış yapılacağını (Buhârî, “Ṣulḥ”, 7; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 156; İbn Mâce, “Fiten”, 35), ilk deniz savaşına katılacak askerlerle kayserin şehrini fethetmek üzere giden ilk ordunun bağışlanacağını (Buhârî, “Cihâd”, 93), Konstantiniye’nin fethedileceğini (Müsned, I, 176; IV, 335; Dârimî, “Muḳaddime”, 43), İran ve Bizans topraklarının müslümanlar tarafından fethedilip kisra ile kayserin hazinelerinin Allah yolunda harcanacağını (Müsned, V, 288; Buhârî, “Cihâd”, 157, “Ḫumus”, 8; Müslim, “Zühd”, 7) haber vermiş, öte yandan ömür boyu Bizanslılar’la savaşma kararı alan bazı sahâbîleri insanın tabii ihtiyaçlarının göz ardı edilmemesi gerektiğini söyleyerek bu fikirlerinden vazgeçirmiş (Müsned, VI, 53; Müslim, “Ṣalâtü’l-müsâfirîn”, 139), ayrıca İran ve Bizanslılar’ın taklit edilmesini hoş görmemiştir (Buhârî, “İʿtiṣâm”, 14; Müslim, “Ṣalât”, 84). Hz. Peygamber, dönemin diğer bazı devlet başkanlarına olduğu gibi Bizans İmparatoru Herakleios’a da İslâm’a davet mektubu göndermiş (Buhârî, “Bedʾü’l-vaḥy”, 6; “Cihâd”, 74, 102), bu sırada Bizans ve uluslararası diplomasi geleneğini dikkate alarak bir mühür yaptırmıştır (Buhârî, “Cihâd”, 101; Müslim, “Libâs”, 56-58).
Arap-İslâm kaynaklarında İslâm öncesinde Araplar’la Bizans arasında meydana gelen ilişkilere yer verilir. Tenûhîler, Selîhîler, Gassânîler ve Lahmîler ile Kinde, Cüzâm, Kelb, Tağlib gibi Hıristiyanlığı kabul eden Arap kabilelerinin Bizans ile yaptıkları ittifaklar; meşhur şairlerden Kindeli İmruülkays b. Hucr, Benî Bekir b. Vâil’e mensup Amr b. Kamie, Kus b. Sâide ve Hassân b. Sâbit’in Bizans çevrelerinde kurdukları dostluklar; Hz. Peygamber’in dedelerinden Hâşim b. Abdümenâf’ın Suriye’ye gidip Bizans imparatoru ile görüşmesi ve ondan Mekkeli tâcirlerin emniyet içerisinde bölgeye giderek ticaret yapabileceklerine dair bir belge almasıyla Mekke ticaretinin dışa açılması (bk. ÎLÂF); Hz. Muhammed’in de katıldığı Kâbe tamiri sırasında bir Bizans gemisinin kerestelerinin kullanılması ve Bâkūm er-Rûmî’nin usta olarak istihdam edilmesi bunlardan bazılarıdır (Avcı, İslâm-Bizans İlişkileri, s. 23-35). Resûl-i Ekrem ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren Emevîler, Abbâsîler, Endülüs Emevîleri, Fâtımîler, Selçuklular, Eyyûbîler, Memlükler ve Osmanlılar’ın, bu arada kurulan diğer devlet ve hânedanların Bizans’la siyasî, askerî, dinî ve sosyokültürel ilişkileri olmuştur. Umumi tarihler başta olmak üzere çeşitli İslâm kaynaklarında bu ilişkilere yer verilmektedir.
İslâm’ın doğuşundan 1453 yılına kadar uzun bir süre içerisinde Bizans başlangıçta müslüman Araplar’a, daha sonra Selçuklu ve Osmanlılar gibi müslüman Türkler’e komşu olmuş, bu süreçte farklı din ve kültürlere mensup olan taraflar arasında yaşanan mücadeleler ilişkilerin ağırlık noktasını teşkil etmiştir. Hz. Âdem’in yaratılışından başlayıp olayları kronolojik sırayla anlatan umumi tarihlerde İslâm öncesi toplumlardan ve bu arada Roma ve Bizans’tan bahsedilir. İslâm döneminde Hz. Peygamber’den sonra halifeler zamanında Bizans ile ilişkiler belirtilir. Resûl-i Ekrem’in Herakleios’a mektubu; Mûte, Tebük, Ecnâdeyn ve Yermük savaşları; Suriye, Filistin, Mısır ve Kuzey Afrika’nın müslümanlar tarafından fethedilmesi; Emevîler’den itibaren Anadolu’ya düzenlenen seferler, iki taraf arasındaki ilk deniz savaşı olan ve Bizans donanmasının yenilgisiyle sonuçlanan Zâtü’s-sâvârî savaşı, Kıbrıs, Rodos, Girit ve Sicilya adalarının fethi; İstanbul muhasaraları; Selçuklular’la Bizans arasında yapılan Malazgirt Muharebesi, Anadolu’da gerçekleştirilen fetihler, Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıcarslan ile İmparator I. Manuel Komnenos arasında meydana gelen Miryokefalon Savaşı, İstanbul’un fethi (1453) ve diğer savaşlar bu tür kaynaklarda yer alan konulardan bazılarıdır. Bu kaynaklarda sosyokültürel ilişkilere ait rivayetlere de rastlamak mümkündür. Ya‘kūbî’nin Târîḫ’i, Taberî’nin Târîḫu’l-ümem ve’l-mülûk’ü, Mes‘ûdî’nin Mürûcü’ẕ-ẕeheb’i ve et-Tenbîh vel-işrâf’ı, İbnü’l-Esîr’in el-Kâmil’i, İbn Kesîr’in el-Bidâye ve’n-nihâye’si, Cenâbî Mustafa Efendi’nin el-ʿAylemü’z-zâḫir’i ve Müneccimbaşı Ahmed Dede’nin Câmiʿu’d-düvel’i bu tür eserlerin başında yer almaktadır.
Asr-ı saâdet’ten itibaren İslâm devletleriyle Bizans İmparatorluğu arasında çeşitli diplomatik münasebetler gerçekleşmiştir. Bu diplomatik faaliyetlerin çoğu savaş öncesi ve sonrası görüşmeler yapmak ve esir değişimi gibi amaçlar taşımaktadır. Bununla birlikte karşı tarafı kendi dinine davet etmek, bazı iç siyasî problemler için yardım istemek, ortak düşmanlara karşı ittifak yapmak veya sosyokültürel alanlarda iş birliği gibi hususların da hedeflendiği olmuştur. İslâm dünyasında elçi karşılama merasimleri, özellikle Emevîler ve Abbâsîler döneminden itibaren Bizans’ta öteden beri görüldüğü gibi ihtişama ve karşı tarafı etkilemeye yönelik bir mahiyet kazanmaya başlamıştır. Genel tarihler yanında İslâm’da diplomasiyle ilgili günümüze ulaşmış en eski kaynak olarak bilinen, V. (XI.) yüzyıl müelliflerinden Ebû Ali Hüseyin b. Muhammed İbnü’l-Ferrâ’nın (IV-V./X-XI. yy.) Rusülü’l-mülûk ve men yaṣluḥu li’r-risâle ve’s-sifâre adlı eseri (nşr. Selâhaddin el-Müneccid, Beyrut 1947, 2. bs. 1972) Bizans ile diplomatik ilişkiler hakkında önemli bilgiler içerir. Reşîd b. Zübeyr’in (V./XI. yüzyıl) Kitâbü’ẕ-Ẕeḫâʾir ve’t-tuḥaf’ı, halife ve sultanlarla Bizans imparatorları arasındaki hediyeleşmelere ışık tutması bakımından anılmaya değer. Öte yandan Mes‘ûdî, Abbâsîler devrinden itibaren müslümanlarla Bizans arasında özellikle Tarsus yakınındaki Lamos nehri kenarında yapılan esir değişimi ve ödenen fidyeler hakkında bilgi verir (et-Tenbîh, s. 189-195).
Çeşitli dönemlerde müslümanlarla Bizanslılar veya İslâm toplumunda yaşayan Bizans kilisesine bağlı hıristiyanlar arasında dinî temele dayalı ilişkiler meydana gelmiş, yazılı veya sözlü tartışmalar yapılmıştır. Hz. Peygamber’in İmparator Herakleios’un yanı sıra Bizans’a bağlı devletçiklere ve valilere gönderdiği İslâm’a davet mektupları, Hz. Ebû Bekir’in Herakleios’a yolladığı elçilik heyeti, Ömer b. Abdülazîz ile İmparator III. Leon arasında dinî muhtevalı mektuplaşma, Hârûnürreşîd’in VI. Konstantinos’a mektubu, Melkî kilisesinin ilâhiyatçılarından Theodore Ebû Kurre’nin Bağdat’ta Abbâsî Halifesi Me’mûn’un huzurunda İslâm âlimleriyle yaptığı tartışma, Büveyhî Hükümdarı Adudüddevle tarafından esir değişimini ve diğer konuları görüşmek üzere İstanbul’a gönderilen meşhur âlim Bâkıllânî’nin İmparator II. Basileios’un huzurunda İstanbul Patriği II. Nikholas (Chrysoberges) ve diğer din adamlarıyla yaptığı tartışma bunlar arasında sayılabilir. Öte yandan Bizans’ta ortaya çıkan ve 726-843 yılları arasında devam eden ikonoklazm (tasvir kırıcılık) hareketine etki eden önemli dış faktörlerden biri İslâm olmuş, müslümanların ikonalar konusunda Bizanslılar’a yönelttikleri tenkitler, aynı zamanda onlara karşı elde ettikleri askerî üstünlükler böyle bir etkinin zeminini hazırlamıştır.
Özellikle İslâm’ın ilk asırları dikkate alındığında Bizans’ın bilim ve sanat, mimari, mûsiki, felsefe, resim ve tıp gibi alanlarda söz sahibi olduğu İslâm kaynaklarında vurgulanmaktadır (Câhiz, JA, CCLV [1967], s. 98-100; İbnü’l-Fakīh, s. 136-137). Emevîler devrinde Dımaşk’ın başşehir olarak seçilmesiyle müslümanlar Bizans sanatına yakın ilgi duymuşlar ve bu birikimden yararlanmışlardır. Bu dönemde inşa edilen Kubbetüs-sahre, Kusayru Amre, Mescid-i Aksâ ve Emeviyye Camii gibi İslâm sanatının ilk örneklerinde Bizans etkisinden söz etmek mümkündür. I. Velîd’in isteği üzerine Bizans İmparatoru II. Iustinianos tarafından gönderilen para, mozaik ve ustalar Emeviyye Camii ve Mescid-i Nebevî gibi yapıların inşa ve tamirinde kullanılmıştır. Ayrıca gerek Hulefâ-yi Râşidîn döneminde gerekse daha sonraki dönemlerde fethedilen Bizans şehirlerindeki kiliselere genellikle anlaşma gereği dokunulmamakla birlikte bazı kiliselerin camiye dönüştürüldüğü, yeni camilerin inşasında eski kilise malzemeleri ve kalıntılarının kullanıldığı bilinmektedir. Endülüs Emevî Halifesi III. Abdurrahman tarafından yaptırılan Medînetüzzehrâ sarayındaki binlerce sütundan 140’ı İstanbul’dan getirtilmiştir. Öte yandan Bizans, Sâsânî unsurları ile diğer unsurları özüne katıp kendine mahsus bir özellik kazanan İslâm sanatı III. (IX.) yüzyılın başlarından itibaren Bizans’ın dikkatini çekmeye başlamış ve Bizans’taki bazı yapılarda İslâm sanat unsurlarına yer verilmiştir. Nitekim İmparator Theophilos, Halife Me’mûn’a elçi olarak gönderdiği Synkellos Ioannes Grammatikos’un Bağdat’taki hilâfet sarayına dair anlatımlarından etkilenerek sarayın resimlerini getirtmiş ve harabeleri günümüze ulaşan Bryas Sarayı’nı yaptırmıştır (Eyice, XXIII/89 [1959], s. 79, 92).
Greko-Romen ve Helenistik kültürün vârisi olan Bizans eski Yunan düşüncesi ve biliminin müslümanlara geçişinde önemli rol oynamıştır. Bu etki birkaç şekilde gerçekleşmiştir. Her şeyden önce İskenderiye, Antakya, Gazze, Beyrut, Urfa ve Harran gibi belirli dönemlerde ilim ve kültür merkezi haline gelmiş şehirlerin fethedilmesiyle bu bölgelerde ilmî faaliyet yapabilecek yerli unsurlar müslümanların hâkimiyeti altına girmiştir. Bizans topraklarına düzenlenen seferler sırasında ele geçirilen kitaplar Bağdat’a getirilmiş ve oluşturulan kütüphanelerde tercüme edilmek üzere muhafaza edilmiştir. Bazan bizzat halifeler tarafından Bizans imparatorlarına mektup yazılarak klasik eserlerin temininde kolaylık sağlanması talep edilmiştir. Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr, İmparator V. Konstantinos’a elçi yollayarak eski Yunan bilimine ait eserlerin gönderilmesini istemiştir. Halifenin bu ricasına imparator, Öklid’in (Euclides) Elemento Geometricae (Les Elements) adlı eserini ve fen bilimleri alanındaki bazı kitapları göndermek suretiyle karşılık vermiştir. Öklid’in kitabı Uṣûlü’l-hendese (Kitâbü’l-Uṣûl / el-ʿAnâṣırü’l-ûlâ) adıyla Arapça’ya çevrilmiştir. Bizans’tan getirtilenlerle birlikte toplanan kitaplar için Halife Mansûr’un sarayında Hizânetü’l-hikme adıyla bir kütüphane kurulmuş, bu kütüphane daha sonra Me’mûn tarafından kurulacak olan Beytülhikme’nin temelini oluşturmuştur. Hârûnürreşîd, Bizans’ın Amorion (Amûriye) ve Ankara gibi şehirlerinde gerçekleştirilen muhasaralar sırasında ele geçirilen kitapların muhafaza edilmesini emretmiştir. Ayrıca ilim adamlarından meydana gelen bir ekibi tıp, felsefe, astronomi gibi bilimlere dair eserleri elde etmekle görevlendirmiş, bu şekilde birçok ünlü eserin Bağdat’a getirilmesini sağlamıştır. Bağdat’ta toplanan kitaplar, halifenin görevlendirdiği Yuhannâ b. Mâseveyh başkanlığındaki bir heyet tarafından Arapça’ya tercüme edilmiştir. Kurduğu Beytülhikme ile ilim ve tercüme faaliyetlerine altın çağını yaşatan Me’mûn, Bizans seferleri sırasında toplattığı kitapları beraberinde Bağdat’a getirmiştir. Me’mûn ile çağdaşı Bizans imparatoru (muhtemelen Theophilos) arasındaki yazışmalar neticesinde halife, aralarında Haccâc b. Yûsuf b. Matar, Yuhannâ b. Bıtrîḳ ve Yuhannâ b. Mâseveyh’in de yer aldığı bir heyeti Bizans’a göndermiş, heyetin Bizans’tan getirdiği felsefe, matematik, tıp ve mûsikiye dair kitaplar halifenin isteği üzerine Arapça’ya tercüme edilmiştir. Bizans’tan temin edilen eserler arasında Eflâtun, Aristo, Hipokrat, Câlînûs (Galen), Öklid, Batlamyus gibi meşhur filozof ve tabiat bilimcilerine ait kitaplar bulunmaktadır. Bu resmî girişimlerin yanı sıra Me’mûn’un sarayındaki müneccimlerden Mûsâ b. Şâkir’in oğulları Muhammed, Ahmed ve Hasan da (Benî Mûsa kardeşler) klasik bilim mirasını elde etme hususunda gayret sarfetmiş ve maddî hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Benî Mûsâ kardeşler Huneyn b. İshak gibi meşhur âlimleri Bizans’a göndererek felsefe, matematik, mûsiki ve tıp alanında birçok eserin satın alınıp İslâm ülkesine getirilmesi ve tercüme edilmesini sağlamıştır. Halife Me’mûn’un, Grekçe tıp kitaplarını Arapça’ya çevirmek ve başkaları tarafından yapılan çevirileri kontrol etmekle görevlendirdiği Huneyn’e tercüme ettiği eserlerin ağırlığınca altın verdiği rivayet edilmektedir (İbn Ebû Usaybia, s. 260). Suriyeli hıristiyan felsefecilerden muhtemelen Rum asıllı Kustâ b. Lûkā’nın da Bizans’a gidip oradan birçok eserle Suriye’ye döndüğü ve Grekçe’den Arapça’ya tercüme yapmak üzere Bağdat’a davet edildiği bilinmektedir. Bu şekilde toplanan eserler etnik köken ve din farkı gözetilmeksizin görevlendirilen kişilere tercüme ettirilmiştir. Hizânetü’l-hikme ve Beytülhikme’nin ilmî zenginliğe kavuşmasında bu eserlerin ve gayri müslim unsurların önemli rolü olmuştur. Bu faaliyetler sayesinde İslâm toplumu sadece Yunan filozoflarının değil Theon, Proklos, Ammonius, Simplikios, Ioannes Philoponus gibi Bizans felsefe ve tabiat bilimcilerinin görüşlerini de öğrenme imkânı bulmuştur. Öte yandan Halife Me’mûn, şöhretini duyduğu Bizans filozofu ve matematikçisi Leon’u Bağdat’a getirtmek istemiş, Halife Vâsiḳ-Billâh, Ashâb-ı Kehf’e ait olduğu söylenen mağarada incelemeler yapmak üzere görevlendirdiği Muhammed b. Mûsâ el-Hârizmî’ye imparatorun gerekli desteği vermesini temin etmiştir. Bizans imparatorlarının halifelere gönderdiği hediyeler arasında klasik Yunan bilim ve felsefesine dair kitaplar da bulunmaktaydı. 338 (949) yılında Kurtuba’ya (Córdoba) gelen VII. Konstantinos’un elçisinin Halife III. Abdurrahman’a getirdiği hediyeler arasında Dioskorides’in meşhur kitabı da (De Materia Medica) yer almaktaydı. İmparator, halifenin isteği üzerine bir süre sonra eseri Grekçe’den Arapça’ya çevirmek üzere Nikholas adlı bir rahibi göndermiştir (İbn Ebû Usaybia, s. 38-39; Küçüksipahioğlu, s. 52-54).
Bizans’a yönelik askerî seferlerde elde edilen başarılar İslâm toplumunda geniş yankı bulmuş ve dönemin şairleri tarafından yazılan methiyelerde önemli yer tutmuştur. Emevî saray şairlerinden Ahtal’ın Abdülmelik b. Mervân’ı her yıl Bizans’a düzenlediği seferlere atıfta bulunarak övdüğü şiiri (Dîvân, s. 26-27), Ebü’l-Atâhiye’nin İmparator Nikephoros’u mağlûp eden Hârûnürreşîd’i metheden şiirleri (Dîvân, s. 634), İmparator Theophilos’un Zabatra’ya (Doğanşehir) saldırıp birçok kişiyi esir almasının ardından Bizans’ın başlıca şehirlerinden Ammûriye’yi fetheden Mu‘tasım-Billâh’a Ebû Temmâm’ın yazdığı kaside (Hatîb et-Tebrîzî, I, 32-49), Mütenebbî’nin Hamdânî Hükümdarı Seyfüddevle’nin Bizans’a karşı mücadeleleri ve kazandığı zaferlerden bahsettiği methiyeleri (“Seyfiyyât”, bk. Dîvân, s. 212-349) örnek olarak zikredilebilir.
İslâm toplumlarına ait destan, hikâye ve masal gibi edebiyat ürünlerinde de ya Bizans’la ilişkiler temel konu olarak seçilmekte ya da diğer konular yanında Bizans’a yer verilmektedir. Sîretü’l-Emîre Ẕâtilhimme, Antere kıssası, binbir gece masallarından hükümdar Ömer b. Nu‘mân masalı ve Türkler arasında yaygınlık kazanan Battal Gazi destanı Bizans’a yönelik kahramanlık ve yiğitlik maceraları etrafında örülmüş, bu arada beşerî ilişkilere de yer veren ürünlerdir. Öte yandan İslâm-Bizans ilişkilerinin Bizans edebiyatındaki yansımasının başlıca örneğini teşkil eden Digenis Akritas destanı, Suriyeli bir Arap emîriyle Bizanslı bir general kızının evliliklerinden dünyaya gelen Digenis Basileos Akritas ve onun kahramanlıkları etrafında şekillenmiştir (Avcı, İslâm-Bizans İlişkileri, s. 228-251, 264).
Coğrafyacılar ve seyahatnâme yazarları da eserlerinde Bizans ülkesinden, şehir ve kasabalarından bahseder. Bu arada Bizans’ın başşehri olarak İstanbul’a (Konstantinopolis, Kustantîniyye) özel bir yer verilir. Bu eserlerde İstanbul’un surları, İstanbul Boğazı, başta Ayasofya olmak üzere kilise ve manastırlar, imparatorluk sarayı, hipodrom, dikilitaşlar, heykeller, bazı yerlerle ilgili efsaneler, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin mezarı ve Mesleme b. Abdülmelik tarafından yaptırılan cami üzerinde özellikle durulduğu görülmektedir. Bu kaynaklarda ayrıca imparatorların göz kamaştırıcı giysileri, altın taht ve taçları hakkında tasvirler yer alır. Eserlerinde İstanbul’a yer veren müelliflerin bir kısmı bizzat şehri görmüş, bir kısmı da önceki müelliflerin eserlerinden veya İstanbul’a çeşitli vesilelerle gitmiş olan kimselerden yararlanmıştır. İbn Rüste, Bizans’a esir düşen Hârûn b. Yahyâ’nın anlatımıyla İstanbul’dan bahsederken Mes‘ûdî, İstanbul hakkındaki bazı bilgileri buraya elçi olarak gitmiş olan Ebû Umeyr Adî b. Ahmed b. Abdülbâkī el-Ezdî’den ve gazâ için giden kimselerden aldığını söyler (Mürûcü’ẕ-ẕeheb, I, 320). Öte yandan İstanbul’u bizzat gören İbn Battûta eserinde şehir hakkında bilgi vermektedir.
İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren özellikle fetihler sırasında ele geçirilen Bizans topraklarındaki çok sayıda yerli halk yapılan antlaşmalarla bulundukları yerde yaşamaya devam etmiş, kendilerine tanınan hukukî statü ve çeşitli haklarla İslâm toplumlarında varlığını sürdürmüştür. Ayrıca savaşlar neticesinde ele geçirilen çok sayıda Bizanslı esir köle ve câriye olarak İslâm toplumuna katılmıştır. İslâm toplumlarında diğer dinî ve etnik unsurların yanında hatırı sayılır bir Rum nüfusu her zaman var olagelmiştir. Bunlar İslâm toplumunda çeşitli görev ve hizmetler ifa etmiştir.
Selçuklular ve Osmanlılar da Rum kelimesini hem coğrafî bir isim hem de bu coğrafyada yaşayanları nitelemek üzere kullanmışlardır. Meselâ Anadolu Selçukluları’na Selâcika-i Rûm denilmiştir. Bunun yanı sıra Rum ismi bu coğrafyada bulunan ve Grekçe konuşan etnik grubu da ifade etmiştir. Osmanlılar’ın ilk döneminde Amasya, Sivas ve Tokat’ı içine alan idarî birim hakkında (eyâlet-i Rûm), ayrıca Anadolu’da müslüman-gayri müslim herkes için Rûm/Rûmî isminin kullanıldığı görülmektedir. Anadolu’ya mülk-i Rûm, Osmanlı Devleti’nin Avrupa yakasındaki kısmına Rumeli, Osmanlı hükümdarlarına da Rum padişahı denilmiştir. Bizans’ın varlığına son veren Fâtih Sultan Mehmed diğer unvanları yanında Kayser-i Rûm unvanını almıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda önemli hizmetleri görülen dinî-askerî dört zümre abdalân-ı Rûm, ahîyân-ı Rûm, bâciyân-ı Rûm ve gāziyân-ı Rûm adıyla kaydedilmektedir. Genel olarak Rûmî tabiri kaynaklarda Anadolulu yanında Osmanlı anlamına da gelir. Rûmîlik, ırk bakımından Rumlar’ı değil, Osmanlılar’ı kapsayan kültürel ve sosyal terkibi aksettiren bir tanımlama şeklinde yorumlanmıştır. Aslında kelimenin İslâm tarihi geleneğine uygun nitelemelerden kaynaklandığı ve eski Roma toprakları ile bu topraklar üzerinde yaşayanları kapsadığı açıktır. Osmanlılar’da Rum kelimesi, tebaaları olan ve Grekçe konuşan hıristiyanları ifade etmek üzere de kullanılmıştır. Bu anlamıyla Anadolu’da Türkler’in gelmesinden önce Doğu Roma hâkimiyeti altında hıristiyanlaşmış ve dilleri Grekçe/Yunanca’ya dönüşmüş yerli halkları nitelemiştir. Selçuklu ve Bizans idaresinden Osmanlı hâkimiyetine intikal eden bu topluluklar Anadolu’nun birçok yerinde varlıklarını sürdürmüştür. Bunların yanında daha sonra Osmanlı idaresi altına girecek olan Yunan anakarası, Trakya ve adalarda yaşayan, Grekçe konuşan topluluklar tâife-i Rûmiyân olarak adlandırılmıştır. XVIII ve XIX. yüzyıllarda Anadolulu ve Osmanlı anlamındaki Rûmî tabiri tamamen ortadan kalkarken etnik bir grubu ifade eden Rum kelimesi yaygın biçimde kullanılmıştır.

