Sanatla uğraşan gençlerimiz ne yazık ki özgün bir ifade arayışından çok, Batılı ressamların izlerini takip etmekte, onların üsluplarını birebir taklit etmektedir. Böylece bir yapıt ortaya koyduklarını zannetmektedirler. Ancak bu eserler ne yazık ki ruhsuz ve kimliksiz kopyalardır. Sanatsal üretim, yalnızca teknik beceriyle değil, derinlikli düşünce, sezgi ve tinsellik ile anlam kazanır. Ne var ki Batı sentezini eleştirel bir gözle inceleyen kişi sayısı çok azdır. Bu nedenle genç sanatçılar, aslında tekrar ettiklerini ve bireysel bir ifade ortaya koymadıklarını çok geç fark etmektedir.
Bugün sanat galerilerinin bu genç sanatçıları fark etmesi beklenirken, aslında bu seçimin ilk adımı jürilere düşmektedir. Jüriler, taklidi, özgünlük sanan yapıtları seçerken, sanatın niteliği hakkında ciddi bir zafiyet sergilemektedir. Bu bağlamda, galeri sahiplerinin de jürileri sorgulaması, seçici kurulların sanat anlayışlarını ve değer ölçütlerini irdelemesi gerekmektedir. Aksi hâlde aynı anlayış kendini her yıl yeniden üretmekte, benzer ve derinlikten yoksun eserler piyasaya sürülmektedir.
Ne yazık ki Türkiye’de tinsellik, sanatın içinden büyük ölçüde çekilmiştir. Tinsel bakış açısının, sanatçının üretim sürecine yön vermesi gerekirken, bugün bu oran neredeyse yok denecek kadar azdır. Ressam, heykeltıraş ya da herhangi bir sanat dalıyla uğraşan kişiler, yalnızca teknik gelişim değil, aynı zamanda içsel gelişim, düşünsel derinlik ve ahlaki duruş açısından da kendilerini sorgulamalıdır.
Koleksiyonerler, sanat yayınları ve galericiler de bu bağlamda uykudadır. Sürekli benzer sanatçıları, benzer yapıtları desteklemekte ve aynı döngüyü sürdürmektedirler. Bu döngü bir başka isimle yeniden başlamakta ancak sonuç değişmemektedir: Ruhsuz, duygudan ve özgünlükten yoksun üretimler.
Geçmişte de bu durumun izlerini görmek mümkündür. Yaklaşık 170 yıldır Batı tarzında resim yapıyoruz. Abidin Dino, Nurullah Berk, Hakkı Anlı, Neşe Erdok gibi usta isimler de bu tarzdan etkilenmiş ve kimi zaman alıntılarla eserler üretmişlerdir. Dolayısıyla günümüzdeki genç sanatçılardan mutlak bir özgünlük ya da yüksek bir ahlaki duruş beklemek de gerçekçi olmayabilir. Çünkü bu ahlaki zafiyetin kökleri geçmişte atılmış, günümüzde ise teşvik edilerek sürdürülmektedir.
Bu noktada sanat yazarlarına, eleştirmenlere de büyük sorumluluk düşmektedir. İlkeli, dürüst, sorgulayıcı ve yol gösterici olmalıdırlar. Kalemi eline alan herkes, kendine gelip sanat ortamındaki körleşmeyi dillendirmelidir. Gençler okumuyor çünkü onlara sunulan metinler ya yetersiz ya da bağlamdan kopuktur. Ancak okuma kültürünün gelişmemesi, yalnızca bireysel bir tercih değil, toplumsal bir yapı sorunudur. Eğitimden basına, sanattan siyaset kültürüne kadar tüm alanlar bu sıkıntıyı derinden yaşamaktadır. Bu sistemin topyekûn bir dönüşüme ihtiyacı vardır.
Sanat öğrencileri özgün olamıyor çünkü eğitimciler, Batı menşeli sanat anlayışlarını doğrudan ve eleştirel süzgeçten geçirmeksizin öğrencilere aktarıyor. Reprodüksiyon çalışmaları, aslında teknik bir araç olarak kullanılmalı; öğrenciye biçimsel analiz yapma ve teknik beceri kazandırma amacıyla sunulmalıdır. Ancak bu uygulamalar, öğrencinin özgün eser üretme cesaretini ve ruhsal derinliğini bastırmamalı, sınırlamamalıdır.
Öğrenciyken biz de bu süreci yaşadık. Batı’dan alınan kalıpların içinde, özgün sesimizi bulmaya çalışırken çoğu zaman yönümüzü kaybettik. Ancak bu deneyim, bugün bize şunu açıkça gösteriyor: Sanat, teknikten ibaret değildir. Sanat, aynı zamanda bir vicdan işidir, ruh işidir, ahlak işidir.
Yeni nesil sanatçılarımıza düşen görev, geçmişin tekrarına değil, geleceğin özgün diline yönelmek olmalıdır. Ve biz eğitimciler, eleştirmenler, koleksiyonerler ve galericiler, onları bu yolculukta "gerçekten" desteklemeliyiz.

