Kültür emperyalizmi, ilk bakışta kulağa büyük laflar içeren politik bir kavram gibi geliyor. Ama günlük hayatta karşımıza çıktığı hâline baktığımızda, çoğu zaman trajikomik bir sahne gibi işliyor: Anlamını bilmediğimiz İngilizce şarkılara eşlik ediyoruz, bilmediğimiz şehirlerin sokaklarında çekilmiş Netflix dizilerinin dekorları arasında yaşamak istiyoruz, falancası ve daha nicesi...
Yani evet, kültür emperyalizmi kocaman bir saçmalık. Ama tam da bu saçmalığı sayesinde çok işe yarıyor: Zihinlerimizi, arzularımızı, zevklerimizi, hatta hayallerimizi şekillendiriyor.
Nedir ve Aslında Ne Değildir?
Kültür emperyalizmi kısaca, göreceli olarak güçlü bir ülkenin kendi kültürel ürünlerini, değerlerini ve yaşam tarzını dünyaya yayarak, diğer toplumların hayal gücünü ve gündelik hayatını içeriden dönüştürmesi olarak tanımlanıyor. İletişim ve medya araştırmacısı Herbert Schiller, bunu ABD merkezli bir dünya sistemine eklemlenme süreci olarak tarif ediyor; medya da bu sürecin ana aracı olarak görülüyor.
Bu kavram, sadece “yabancı film seyrediyoruz be abi” meselesi değil. Hollywood filmleri, Amerikan dizileri, pop müzik, hızlı tüketim gıdaları, markalar, moda, sosyal medya platformları ve İngilizce dili, hep birlikte bir “yaşam tarzı paketi” satıyor. Bu paket, genellikle “özgürlük”, “bireysel başarı”, “sınırsız tüketim” ve “American Dream” gibi imgelerle parlatılıyor.
Farkındaysanız, çoğu zaman kimse bizi buna zorlamıyor. İsteyerek, severek, eğlenerek, güle oynaya içeri alıyoruz ve bir noktadan sonra, kendi kültürümüzün ürettiği şeyleri “sönük”, “demode”, “taşra işi” bulup, başkasının hayat tarzını “normal” kabul etmeye başlıyoruz.
Düşünün bakalım, acaba neden ve neye hizmet ederek?
Rüya Paketinin Esas Niyeti, Olanı Kabusa Çevirmek Midir?
"American Dream", -ironinin böylesi!- ABD’nin sadece kendi vatandaşına değil, tüm dünyaya sattığı büyük bir hikâye: Çok çalışırsan başarırsın, yeterince istersen sınıf atlayabilirsin, özgür birey olarak kendi kaderini çizebilirsin.
Bu hikâye elbette ABD içinde bile tartışmalı ve eşitsizliklerle dolu ama dışarıdan bakıldığında, altın yaldızlı bir ambalaj gibi.
Bütün bunlar olurken, dünyanın farklı köşelerinde insanlar, kendi şehirlerinde bile yaşamaya başlamadan önce, New York sokaklarında yürüyormuş gibi davranmayı, Los Angeles’ta yaşıyormuş gibi story atmayı, Amerikan liselerinde geçen gençlik filmlerindeki karakterler gibi giyinmeyi arzuluyor. Bu da kültür emperyalizminin en "başarılı” yanlarından biri: İnsanların kendilerini, hiç yaşamadıkları bir ülkenin senaryolarına göre kurmaya başlaması.
Prisencolinensinainciusol: Amerikan İngilizcesine Boş Bir Ayna Tutmak Mı?
Bütün bu sistemin tam ortasında, 1972’de Adriano Celentano sahneye çıkmış ve demiş ki: “Madem mesele anlam değil, sadece Amerikan gibi duymak; o zaman ben size anlamı tamamen sökülmüş bir ‘Amerikan şarkısı’ yapayım.”
“Prisencolinensinainciusol”, İngilizceye benzeyen ama hiçbir dilde anlamı olmayan kelimelerden oluşuyor. Şarkıda sadece “all right” anlaşılıyor. Yani Celentano, İngilizce bilmeyen birinin Amerikan İngilizcesini duyumsamasını taklit etmiş!
Prisencolinensinainciusol (Remastered) (Adriano Celentano Official YouTube Kanalı)
Bu şarkı, iletişim kuramamaktan söz eden bir parodi. Sanatçı, “İletişim kuramama hakkında bir şarkı” yapmak istediğini söylemiş. Sözleri kasten anlamsız; asıl deney, “tınısı Amerikan” olduğu sürece insanların buna nasıl tepki vereceği... Nitekim ilk başta çok fark edilmemiş, sonra televizyon performansları ve yıllar içinde sosyal medya sayesinde kült bir klasiğe dönüşmüş.
Buradaki ince ironi şu: Celentano, Amerikan İngilizcesi’ni taklit ediyor ama anlamı tamamen boşaltıyor. Yani kültür emperyalizminin o büyülü görünen sesini, boş bir kabuk olarak önümüze bırakıyor. Biz de o kabuğu izlerken, güle oynaya, şöyle bir ürperiyoruz:
“Ben aslında kaç zamandır böyle içi boş şeylere mi hayran oluyorum?”
Ayrıca, bu şarkı tam da anlamsızlığı sayesinde, Amerika-merkezli pop kültür evreninin bir parçasına dönüşüyor. Yani sistem, kendisiyle dalga geçen ürünü bile içine çekip yeniden pazarlamayı başarıyor!
Tu Vuo’ Fa’ L’Americano: “Amerikalı Olmak İsteyen”lere Neşeli Bir Tokat Mı?
1956 tarihli “Tu Vuo’ Fa’ L’Americano” ise savaş sonrası İtalya’da yükselen Amerikan hayranlığına müzikal bir tokat. Renato Carosone, Napoli’nin sokaklarında Amerikan gibi giyinen, viski içen, boogie-woogie dans eden İtalyan gençleri anlatmış. Şarkının adı kabaca “Amerikalı olmak istiyorsun” ya da daha gündelik bir dille “Amerikalı kesiliyorsun” gibi çevrilebilir.
Carosone, bu karakterin dünyasına girip onu yargılayan bir vaiz gibi değil, takılan bir arkadaş gibi konuşmuş: “Havalı olmak istiyorsun, rock’n roll yapıyorsun, beyzbol oynuyorsun da… Sana Camel parasını kim veriyor? Annen!”
Tu vuo' fa' l'americano (2007 Remastered) (Renato Carosone YouTube Kanalı)
Ekonomik gerçeklik yerli yerinde dururken, üstüne giydirilmeye çalışan Amerikan kostümünün nasıl bol geldiğini gösteriyor. Bu şarkı, kültür emperyalizminin bir başka boyutunu ortaya çıkarıyor.
Kendi dilinin, kendi mahallendeki hayatın, kendi ekonomik koşullarının tamamen dışında, ithal bir “cool”luk hali... Celentano’nun şarkısı Amerikan İngilizcesi’nin sesini boşaltırken, Carosone Amerikan tarzı yaşamın taklidini boşaltıyor.
Biri diliyle, diğeri davranışıyla oynuyor; ama ikisi de aynı soruyu soruyor:
“Sen gerçekten kim olmak istiyorsun?”
Peki, Biz Bunun Neresindeyiz?
Türkiye’de gençlik üzerine yapılan araştırmalar, Amerikan pop kültürünün gençlerin günlük hayatında, dilinde ve kimlik algısında ne kadar etkili olduğunu gösteriyor. Türkiye’deki gençlerin Amerikan pop kültürünü hem yoğun biçimde tükettikleri, hem de buna karşı kendi mizahlarını, eleştirilerini ve yerel uyarlamalarını geliştirdikleri çok açık.
Yani gençler, bir yandan Amerikan dizilerini orijinal dilde izleyip, İngilizce kelimeleri kendi aralarındaki günlük konuşmalarına taşıyorlar. Öte yandan, yerel espriler, sosyal medya dili ve Türkçe şarkılar üzerinden bu kültürü yeniden harmanlıyorlar.
Bu açıdan baktığımızda, bugün Türkiye’de yaşanan şey tam anlamıyla tek yönlü bir “emilme” değil, hibritleşme.
Belki bizim de içimizde bir yerlerde şöyle bir ses var:
“Artık "biri" olmak istiyorsun… Ama asıl mesele, sen kimsin?”
Anlamsız Başkaldırının Gücü: Saçmalık Neden İşe Yarıyor?
“Prisencolinensinainciusol”un başarısının büyük bir kısmı, onun tamamen anlamsız olmasında yatıyor bence... Şarkı, anlamı olmayan ama duyulduğunda “Amerikan” gibi hissedilen seslerin ne kadar etkili olabileceğini gösteriyor bir kere. Celentano’nun bu oyunu, kültür emperyalizmini tam kalbinden yakalıyor: Bazen anlam değil, sadece “Amerikan tınısı” yetiyor.
“Tu Vuo’ Fa’ L’Americano” ise gençlerin Amerikan özentisiyle dalga geçerken, bizi de kendi hayatımıza bakmaya itiyor: Kaçımız, kendi ekonomik ve sosyal gerçekliğimizle uyumsuz imajlara özenip, onların kostümünü giymeye çalışmıyoruz ki?
Bu iki şarkı, kültür emperyalizmine karşı öfkeli bir manifestodan ziyade, anlamsız, dans edilebilir, komik ve akılda kalıcı bir başkaldırı sunuyor. Belki de tam da bu yüzden bu kadar etkili oluyorlar.
Çünkü bugün kültür emperyalizmi, akademik makalelerde tartışılan soyut bir kavram olduğu kadar, dans pistinde, TikTok’ta, YouTube’da, AVM koridorlarında yaşanan gündelik bir deneyim.
Kendinizi kültürün tüketicisi değil, çoğu zaman kültürün playback sanatçısı zannetmeye devam edin.
O yüzden, say Hello!
Bu şarkılarla dans edin, eğlenin; gülmeyin lütfen ama...
Hem kültür emperyalizmine, hem de ona karşı ürettiğimiz anlamsız, komik, müzikal, hibrit ve çok renkli başkaldırılara, kocaman bir "merhaba."

