1996 yılında bir fizik profesörü, akademi dünyasına öyle bir şaka yaptı ki, yankıları bugün hâlâ sürüyor. Üstelik bu şaka, bir konferans salonunda anlatılan bir fıkra ya da meslektaşlar arasında dönen bir espri değil. Gayet ciddi görünen, dipnotlarla dolu, süslü başlıklı ve saygın bir dergide yayımlanan akademik bir makale.
Makalenin başlığı bile başlı başına göz korkutucu: “Sınırları Aşmak: Kuantum Kütleçekiminin Dönüştürücü Bir Hermenötiğine Doğru.” Yazarı ise New York Üniversitesi’nden fizikçi Alan Sokal. Makaleye buradan ulaşabilirsiniz.
Metin; kuantum mekaniğinden kaos teorisine, Derrida’dan Lacan’a uzanan bir referans yağmuru eşliğinde, fiziksel gerçekliğin aslında toplumsal ve dilsel bir kurgu olduğunu iddia ediyor. Okuyanların çoğunun iç sesi ise şu oluyor:
“Anlamıyorum… ama belli ki çok derin.”
“Komik Bir Şey Varsa Anlatın, Biz de Gülelim.”
Asıl sürpriz, makalenin yayımlanmasından hemen sonra geldi. Sokal, başka bir dergide bu yazının tamamen kasıtlı olarak uydurulmuş bir parodi olduğunu açıkladı. Metnin içine bilerek bilimsel hatalar, anlamsız çıkarımlar ve kulağa hoş gelen ama içi boş cümleler serpiştirmişti.
Amacı basitti: Eğer bir metin yeterince karmaşık, yeterince jargon dolu ve editörlerin dünya görüşüne yeterince yakın görünüyorsa, anlamlı olup olmadığına bakılmadan, akademik bir dergide yayımlanabilir miydi?
Cevap, “evet” oldu.
Bu itiraf, akademi dünyasında küçük bir deprem yarattı. Gazeteler olayı manşetlere taşıdı. Kimi Sokal’ı cesur bir eleştirmen olarak alkışladı, kimi ise etik dışı bir provokatör olarak ilan etti. Ama herkesin kabul ettiği bir şey vardı: Ortada son derece komik ama aynı zamanda fazlasıyla rahatsız edici bir durum vardı. Çünkü bu şaka, yalnızca bir dergiyi değil, akademik kültürün bazı alışkanlıklarını da ti’ye alıyordu.
Gerçekten de komik, değil mi? Kimsenin açıkça “Ben bunu anlamadım” demeye cesaret edemediği bir ortamda, anlamsız bir metnin “derin” sanılması… Jargonun, içeriğin önüne geçmesi… Başlığın bile neredeyse makalenin kendisinden daha karmaşık olması…
Bu şaka neden bu kadar kolay işe yaradı?
Komik olmasıyla değil, her anlamda akademinin en iyi şakası olmaya aday; çünkü çok büyük bir tartışmanın da kapısını aralayan bir hikâye.

Alan Sokal (ResearchGate)
"Son Kez Soruyorum: Anlamadığınız Bir Yer Var mı Çocuklar?"
Alan Sokal’ın “şakası” ortaya çıktığında, kimse bunun yalnızca komik bir hikâye olarak kalacağını düşünmüyordu tabii ki. Ama olayın bu kadar büyüyeceği de tahmin edilememişti… Bir anda mesele, tek bir makalenin ötesine geçti ve 1990’ların en hararetli entelektüel tartışmalarından birinin simgesine dönüştü: Bilim Savaşları.
Tartışmanın bir tarafında, doğa bilimlerinin nesnel gerçekliği ortaya koyabildiğini savunan fizikçiler, matematikçiler ve biyologlar vardı. Onlara göre bilim, her ne kadar eksik ve geçici olsa da gerçek dünya hakkında güvenilir bilgi üretmenin en iyi yoluydu. Diğer tarafta ise, özellikle beşeri bilimler ve kültürel çalışmalar çevrelerinde yükselen postmodern yaklaşımlar bulunuyordu. Bu yaklaşımlar, bilimin de toplumsal, tarihsel ve ideolojik bağlamlardan bağımsız olmadığını; “nesnellik” iddiasının kendisinin bile bir güç ilişkisi ürettiğini savunuyordu.
Sokal’ın makalesi tam da bu ikinci damara hitap edecek şekilde yazılmıştı. Fizik kavramlarını, politik ve kültürel sonuçlar çıkaran iddialarla harmanlıyor; kuantum yer çekiminden patriyarkaya ve iktidar yapılarına uzanan büyük laflar ediyordu. Dergi editörleri de bunu “bir bilim insanının postmodern eleştiriye katkısı” olarak okumuştu.
Ama siz de tahmin edersiniz ki bu metni doğru olduğu için değil, ideolojik olarak hoş durduğu için kabul ettiler. Dürüst olmakta fayda var.
Sokal’ı destekleyenler, bilimden ödünç alınan kavramların, ne anlama geldikleri pek umursanmadan süs olarak kullanılması, ciddi bir entelektüel sorun olarak görüyordu. Eleştirenler ise bambaşka bir noktadan yaklaştı. Sokal’ın etik dışı davrandığını, iyi niyetle çalışan editörleri bilerek aldattığını ve bütün bir düşünce geleneğini karikatürize ettiğini söylediler. Hatta bazıları, bunun “bilim insanlarının kibri”nin bir örneği olduğunu ileri sürdü: Beşeri bilimleri küçümseyen, “biz anlarız, siz anlamazsınız” diyen bir tavır…
Tartışma daha da derinleşti. Postmodern düşünürlerin bilimi gerçekten yanlış mı anladıkları, yoksa bilimin iddia ettiği kadar “saf” ve “tarafsız” olup olmadığı masaya yatırıldı. Sokal ve Jean Bricmont’un daha sonra yazdığı Son Moda Saçmalar (Fashionable Nonsense) kitabı, bu gerilimi iyice alevlendirdi. Kitapta, bazı ünlü düşünürlerin matematik ve fizik kavramlarını hatalı ve gelişigüzel kullandıkları örneklerle gösteriliyordu.
Onca gürültüye rağmen, taraflar birbirini pek ikna edemedi. Bilim insanları, “Bakın, anlamsızlığı ifşa ettik” dedi. Postmodernler ise “Bu bir güç gösterisi; asıl meseleyi ıskalıyorsunuz” diye karşılık verdi.
Bence bütün bu felsefi kamplaşmadan daha temel bir mesele vardı. Çünkü tartışmanın ortasında hâlâ cevaplanmamış, daha basit bir soru duruyordu:
Eğer bu makale gerçekten anlamsızdıysa, niye kimse yüksek sesle “Ben bunu anlamadım” demedi?
“Evladım Bir Daha Anlatıyorum, İyi Dinleyin!”
Sokal Olayı’nı yalnızca “editörler kandırıldı” diye açıklamak, meseleyi fazla basite indirger. Çünkü ortada tekil bir hatadan çok, akademik kültürün içine işlemiş bazı alışkanlıklar ve refleksler var.
Akademide (özellikle teori ağırlıklı alanlarda) yaygın bir psikoloji var galiba: Bir metni anlamıyorsan, bunun nedeni çoğu zaman metnin kötü olması değil, senin yeterince donanımlı olmaman olarak görülüyor.
Sokal’ın makalesi tam da bu duyguyu tetikleyecek şekilde yazılmıştı. Karmaşık cümleler, tanıdık ama zor isimler, havalı kavramlar… Okuyucu, “Bu bana ağır geldi ama demek ki çok derin” demeye daha yatkın hâle geliyor. Kim kalkıp da açıkça “ben bir halt anlamadım” diyebiliyor ki? Bunu demek, entelektüel yetersizlik itirafı gibi algılanabiliyor.
Ayrıca her disiplinin kendine özgü dili var; bu kaçınılmaz. Ama sorun, jargonun bir araç olmaktan çıkıp amaç hâline gelmesinde başlıyor. Dil ne kadar karmaşıksa, metin o kadar “sofistike” sanılabiliyor.
Sokal’ın metni, anlamdan çok bu etki üzerine kurulu. Cümleler, kulağa önemli geliyor ama durup sadeleştirdiğinizde geriye çoğu zaman ya çok zayıf iddialar ya da düpedüz anlamsızlık kalıyor. Günlük hayatta da sık sık, anlaşılması zor olanı otomatik olarak “zekice” sayma eğilimimiz var bence.
Bir de makalenin yazarı anonim biri değildi. Alan Sokal, New York Üniversitesi’nde profesördü ve öz geçmişi etkileyiciydi. Bu da metne baştan bir kredi açılmasına yol açtı. Akademi, eleştirel düşünmeyi yücelttiğini söylese de pratikte itibarın gücü çok büyük. İsimler, kurumlar ve unvanlar; içeriğin önüne geçebiliyor.
Bir diğer boyut, derginin işleyişiydi tabii ki… Social Text, o sayıyı “Bilim Savaşları”na ayırmış, bilim eleştirisi yapan metinler arıyordu. Sokal’ın makalesi buna tam da “cuk” oturuyordu. Üstelik dergi, klasik anlamda sıkı bir hakem sürecinden geçmiyordu. Yani makale, yalnızca içeriğiyle değil; doğru zamanda, doğru yere düşmesiyle de kabul gördü.
Bu da şunu gösteriyor:
Herkes biraz şüpheli ama kimse ilk taşı atmak istemiyor.
Çünkü “kral çıplak” demek, her dönemde ve her konuda zor.
“Ben Susuyorum, Madem Çok Biliyorsunuz, Siz Anlatın Bakalım.”
Bugün, çok daha hızlı üretilen metinlerin, çok daha hızlı dolaşıma girdiği bir dünyadayız. Alan Sokal’ın aldatmacası 1996’da gerçekleşti. İnternetin emeklediği, akademik yayınların büyük ölçüde basılı dergilerle döndüğü bir dönemde...
Peki aynı deneyi bugün yapsaydı ne olurdu?
Aynen öyle, muhtemelen daha kolay olurdu.
Artık akademik dünya, hiç olmadığı kadar hızlı. Publish or perish baskısı, sayısı on binleri bulan dergiler, e-posta kutularına yağan “özel sayıya davet”ler, ücret karşılığı makale yayımlayan yağmacı dergiler… Metin üretmek de yayımlamak da geçmişe göre çok daha "sözde ucuz" ve çok daha "seri".
Üstelik artık oyuna yeni bir aktör de girmiş durumda: Yapay zekâ.
Birkaç doğru komutla, kulağa akademik gelen, referanslı, akıcı ama içeriği son derece yüzeysel metinler üretmek mümkün. Sokal’ın günlerce emek vererek yazdığı parodiyi, bugün dakikalar içinde oluşturabilecek araçlarımız var.
Anlamsız ama “iyi görünen” metinleri üretmek bu kadar kolaysa, biz anlamı nasıl ayırt edeceğiz şimdi?
"Dinlemek İstemeyen Dersten Çıksın, Yok Yazmayacağım..."
Editörlerin çok daha sıkıcı çalışması ve herkesin okuduğu her şeye inanmaması gerektiği kesin!
En önemlisi de anlamadığımız şey karşısında susmak yerine, sorma cesareti gerekiyor.
“Bunu biraz daha açıklar mısın?”
“Burada tam olarak ne demek istiyorsun?”
“Bu iddia neye dayanıyor, kaynağını gösterebilir misin?”
Bu sorular, ne kaba ne de cahilce. Aksine, entelektüel dürüstlüğün başlangıcı.
Eleştirel düşünme, sadece karşı taraf için değil, kendi hoşumuza giden fikirler için de geçerli olmak zorunda. Bir metin bize ideolojik olarak yakın diye, onu otomatik olarak derin ve doğru saymak, tam da Sokal’ın işaret ettiği tuzak.
Yazının başında bu olaya gülmüştük ama bence bu kahkaha biraz da sinirli bir kahkaha. Çünkü mesele, birkaç editörün kandırılmasından ibaret değil. Mesele, anlam ile gösterişi ayırt etme becerimizi ne kadar ciddiye aldığımız...
Bir fizikçinin, akademik jargonla dolu anlamsız bir metni saygın bir dergide yayımlatması ve sonra “şakaydı” demesi…
Bundan daha iyi bir entelektüel fıkra zor bulunur, benden söylemesi.

