Tımar sistemi, Osmanlı İmparatorluğu'nda toprak düzeninin temelini oluşturan ve aynı zamanda askerî gücün örgütlenmesinde önemli bir rol oynayan merkezî bir uygulamadır. Bu sistem, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Anadolu Beylikleri gibi önceki İslam devletlerinde "ikta" adıyla, Bizans İmparatorluğu'nda ise "pronoia" adıyla benzer uygulamalar şeklinde görülmüştür. Tımarın Osmanlı İmparatorluğu'ndaki kökeni XIV. yüzyılın ortalarına dayansa da yaygınlaşması XV. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiş ve olgunluk dönemini XVI. yüzyılda yaşamıştır.
Osmanlı Devleti'nin ekonomik, iktisadi, sosyal ve askerî yapısının temelini oluşturan tımar sistemi, devletin kuruluşundan yıkılış sürecinin başlamasına kadar olan zaman diliminde, topraklarını hızla genişletmesini ve fetihlerde kalıcılığı sağlamıştır. Devlet bu sistem sayesinde toprağın sürekli işlenmesini temin etmiş, vergileri kolayca toplamış ve hazineden herhangi bir ücret harcamadan asker yetiştirmiştir. Osmanlı Devleti, en güçlü dönemini tımar sistemini en iyi uyguladığı dönemde yaşamıştır. Son dönemlerde tımar sistemindeki usulsüzlükler ve bozulmalarla birlikte devlet her bakımdan zayıflama sürecine girmiş ve akabinde yıkılmıştır.
Tımar Sözcüğünün Kökeni ve Anlamı
"Tımar" kelimesi Farsça kökenli olup bu dilde "acı, ızdırap, sadakat ve bakım" gibi anlamlara gelir. Türkçe veya Moğolcada bu kelimeye rastlanmazken, Rumcadaki "timarion" kelimesi, Osmanlı Türkçesi'nden geçmiştir. Türk tarihinde tımar kavramının kullanımına dair en eski kayıt, Büyük Selçuklu Sultanı Sencer'in (1117-1157) Farsça bir hükmünde bulunmuştur. Bu hükümde "yönetim" anlamında kullanılan tımar kavramı, henüz kurumsal bir niteliğe sahip değildir. Kurumsal anlamına ise kaynaklara göre Sultan Orhan zamanında ulaşmıştır. Aşık Paşazade, Sultan Osman Bey'in silah arkadaşlarına tımarlar dağıttığını belirtse de bu durum daha çok yurt ve Doğu Anadolu'daki Türkmen devletlerinde görülen "ülke" kavramına benzetilmektedir. Bu kelimeler, miras bırakılabilen arazi parçalarını tanımlamak üzere Osmanlı Devleti döneminde de kullanılmıştır. Osmanlı tımar sisteminin bazı özellikleri Büyük Selçuklu Devleti ve Mısır Memlüklülerinde de mevcut olmuştur.
Tımar sisteminde araziler, yıllık gelirlerine göre üç ana çeşide ayrılmaktaydı:
- Has Arazi: Yıllık geliri yüz bin akçeden fazla olan arazilerdir. Sultanlara, şehzadelere, vezirlere veya beylerbeyine tahsis edilirdi.
- Zeamet Arazi: Yıllık geliri 20.000 akçeden 99.999 akçeye kadar olan arazilerdir. Sahiplerine "zaim" veya çoğul olarak "zuama" denirdi. Zeamet sahipleri, her 5.000 akçe için bir "cebeli" (silahlı atlı asker) hazırlamakla yükümlüydü.
- Tımar Arazi: Yıllık geliri 19.999 akçeye kadar olan arazilerdir. Tımar sahipleri (ehl-i tımar), senelik gelirden "kılıç" adı verilen belirli bir kısım ayrıldıktan sonra, her 30.000 akçe için bir cebeli getirmekle görevliydiler. "Kılıç bedeli" veya "kılıç hakkı", sipahinin kendi ulufesine karşılıktı.

Tımar Sistemi Konulu Minyatür (Yapay Zekâ ile Oluşturulmuştur)
Tımar Sisteminin Uygulanışı
Osmanlı tımar sistemi, Osman Gazi'nin ilk zaferleriyle başlamıştır. Osman Gazi, fethettiği tüm yerleri silah arkadaşlarına ve askerlerine tımar olarak verirken, itaat eden yerli halkı yerlerinde bırakmış ve hatta arkadaşlarının halkı sebepsiz yere yerlerinden kaçırmalarına engel olmuştur.
Aşık Paşazade'ye göre Osman Gazi, tımar hakkında bazı esaslar koymuştur: Tımar sahibinin elinden sebepsiz yere tımarın alınmaması, babası ölünce tımarın oğluna verilmesi ve oğul küçükse büyüyünceye kadar maiyetindeki hizmetkârlarının sefere gitmesi. Ancak bu esasların Selçuklular döneminden kalma olduğu ve Osman Gazi'nin mevcut sistemi devam ettirdiği kabul edilmektedir.
Osmanlı Devleti'nin büyümesinde önemli rol oynayan topraklı veya tımarlı süvari teşkilatı, ikta olarak da bilinen tımar sistemi ile oluşturulmuştur. Tımarlı sipahi veya süvarinin halktan hizmet karşılığı aldığı öşür ve resimlere "dirlik", sipahinin kendisine ise "Sahib-i arz" denilirdi. Osmanlı Devleti, diğer Türk devletlerinde olduğu gibi fetihlerde bu tımar usulünü uygulamış ve geliştirmiştir. Dirlik sahipleri, bu geçim karşılığında devletin korunmasını üstlenmişlerdir.
Tımarlı veya topraklı süvarilerin yıllık gelirleri, hizmet ve kıdemlerine, ayrıca yararlılıklarıyla elde ettikleri zamlara göre bin akçeden başlayarak 19.999 akçeye kadar çıkabilirdi. Bu miktardan fazla tımar olmazdı. Yirmi bin akçeden yüz bin akçeye kadar olan dirlikler "zeamet", bundan yukarı olanlar ise "has" olarak adlandırılırdı.
Tımarlı sipahilere ve diğer dirlik sahiplerine tahsis edilen senelik öşür ve rüsum, hazineye alınmayarak kendilerine bırakılırdı. Bu dirlik sahipleri, kendilerine terk edilen köylerin öşür ve resimlerini kendileri veya dolaylı yollarla tahsil ederek, buna karşılık askerÎ vazife görür ve sefere giderlerdi. Yani devlet, reaya denilen köylü halktan her sene alacağı öşür ve resimleri bizzat tahsil etmeyerek askerÎ hizmete mukabil tımarlı sipahiye tahsis etmişti.
Tımarlı sipahi, aldığı bu öşür ve resme karşılık, savaş zamanında tımarının büyüklüğüne göre ya yalnız ya da "cebeli" adı verilen tam donanımlı bir veya birkaç süvari ile birlikte sefere katılırdı. Tımarlı sipahinin kaç bin akçede bir cebeli götüreceği, bölgesine göre kanunla açıkça belirlenmişti. Cebelinin tüm masrafı, efendisi olan tımarlı sipahiye aitti. Mazeretsiz sefere gitmeyen sipahinin dirliği elinden alınır, hizmeti görülenlerin dirliğine ise zam yapılırdı. Sipahinin kendi bölgesi (sancağı) dahilinde oturması kanundu. Vefat eden tımarlı sipahinin tımarının bir kısmı, eğer varsa erkek evladına verilirdi. Eğer oğlu yoksa, boşalan bu tımar için "alay beyi" denilen o bölgenin en büyük tımarlı zabitinin inhasıyla yine askerî sınıftan uygun bir kişi tayin edilirdi.
Tımarlı sipahiler, her sancakta bölüklere ayrılmıştı. Her bölüğün subaşıları (çeribaşıları), bayraktarları ve çavuşları bulunurdu. Her on bölük, bir alay beyinin komutası altındaydı. Alay beyleri, savaş durumunda bölgesindeki sancak beylerinin, onlar da Çelebi Sultan denilen şehzadelerin veya Beylerbeyilerin komutaları altında sefere giderlerdi. Sipahilerin onda biri, sefer sırasında hem bölgesinin korunması ve asayişin sağlanması hem de sefere giden arkadaşlarının işlerinin takibi için nöbetleşe memlekette kalır ve toprağın işletilmesine bakarlardı. Seferde kalan sipahilerin kışı harp sahasında geçirmeleri gerektiğinde, içlerinden bazıları "harçlıkçı" adıyla memleketlerine gelerek arkadaşlarının harçlıklarını tedarik edip geri dönerlerdi.

Tımar Sistemi Konulu Görsel (Yapay Zekâ ile Oluşturulmuştur)
Tımarlı Sipahi Teşkilatının Genişlemesi
Tımarlı sipahiler, aynı zamanda "topraklı sipahi" olarak da adlandırılırdı. Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan itibaren uygulanan tımar usulleri, zamanla yeni maddeler ve değişikliklerle gelişmiş ve XVI. yüzyılın ortalarında en mükemmel ve kesin şeklini almıştır. XV. yüzyılın ortalarından itibaren hudutların genişlemesi, devlete ait arazi ve tımarlı sipahi sayısını artırmış, Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki seferler de sipahi imtiyazlarını çoğaltmıştır.
Tımarın Çöküşü ve Bozulması
Tımar sistemindeki bozulma, ilk olarak Koçi Bey'in risalesinde ele alınmıştır. Özdemiroğlu Osman Paşa'nın bazı yabancılara yiğitlikleri görüldüğü için tımar hakkı vermesiyle yabancılar fırsat bulmuştur. Osman Paşa liyakate göre tımar verirken, ondan sonra gelenler iyi kötü demeden, dirlik sahipliğine hakkı olmayan şehir oğlanlarına ve reaya sınıfından kişilere hak etmedikleri halde bol bol tımar dağıtmışlardır. Bunun sonucunda, zeamet ve tımar isteyenler bir günde yüz bin akçe tımara hak sahibi olmuşlardır. Boşalan dirlikler (mahlüller), eski kanunlara aykırı olarak doğrudan merkezî yönetimden (Asitane-i Saadet) verilmeye başlanmıştır. İleri gelenler ve vekiller, bu boş yerleri kendi adamlarına ve akrabalarına vermişlerdir. İslam memleketlerindeki en seçme tımar ve zeametler, İslam şeriatına ve kanunlara aykırı olarak paşmaklık, arpalık yapılmış; havass-ı hümayuna katılmış; mülk, vakıf veya sağlıklı kişilere emeklilik olarak verilmiştir. Tüm zeamet ve tımarlar, ileri gelenlerin yatağı hâline gelmiş; bu değişim ve bozukluklar, devletin en cesur ve güçlü askerinin harap olmasına neden olmuştur. Koçi Bey, paralı askerlerin halkın en alt tabakasından devşirilmesi durumunda hiçbir yararlığı olmayacağını, aksine barış zamanlarında azgınlık ve isyan için bir araç hâline geleceklerini belirtmiştir.
Yusuf Halaçoğlu'na göre tımar sistemi, devletin diğer kurumları gibi XVI. yüzyılın sonlarından itibaren bozulmaya başlamış ve eski kimliğini yitirmiştir. Tımar dağıtımında uyulması gereken kurallara aykırı olarak, tımarların ehli kişilere verilmemesi, askerlikle ilgisi olmayan kişilere rüşvetle tahsis edilmesi teşkilatın bozulmasına yol açmıştır. XVII. yüzyılın başlarında, Rumeli Eyaleti'nde 33.000 olan tımarlı sipahi sayısı iki binin altına düşmüş, Anadolu Eyaleti'nde ise 18.700 olan sipahi sayısı bine inmiştir. Kitab-ı Müstetab'da ise iki yüz bin olan tımarlı sipahi sayısının onda bire indiği belirtilmektedir.
Koçi Bey başta olmak üzere pek çok Osmanlı müellifi, tımar teşkilatının bozulma nedenlerini açıklamış ve ıslahı için çeşitli yollar önermiştir. Anonim bir eser olan Kitab-ı Müstetab, teşkilatın, devlet ileri gelenlerinin kanunlara aykırı olarak rüşvetle tımar sahiplerini rastgele tayin etmeleri ve tımarlarını ellerinden almaları sebebiyle bozulduğunu ve bu bozulmanın III. Murad döneminde başladığını belirtir. Koçi Bey de eski usul ve nizamların terk edilerek, dirliklerin nüfuzlu devlet adamlarının hizmetkârları, köleleri ve iş adamlarının eline geçtiğini ve rüşvetin bu durumda büyük rol oynadığını yazmıştır.
XVIII. yüzyıla ait bilgiler, 1720-1785 yılları arasında yaşamış Canikli Ali Paşa'nın Risalesi'nden öğrenilmektedir. Canikli Ali Paşa, tımar ve zeametlerin rastgele kişilere verilmiş olmasından bahsetmiş, bu kişilerin reayaya dahil edilmesini, kabul etmeyenlerin ise öldürülmesini istemiştir. Ona göre tımarın bozulma nedenleri üç ana sebebe dayanmaktaydı:
- Tımar kayıt defterleri seraskere gittiğinde, ne kadar işe yarar tımar varsa kendi taraftarlarına vermeleri.
- İşe yarar tımarların çoğunun vezir ve devlet ricalinin eline düşmesi.
- Büyük tımar sahiplerinin korkularından gedik peyda etmeleri sebebiyle kendilerinden yeterince faydalanılamaması.
Canikli Ali Paşa, bu aksaklıkların düzeltilmesi için tımar ve zeamet sahiplerinin yerlerinde oturmalarını, ekip-biçip, yurt edinme yoluna gitmelerini, kendilerine öküz ve tohum verilerek ziraat yapmalarının sağlanmasını ve tımar ve zeametlerin ehli kişilere verilmesini şart koşmuştur.
Tımarın bu şekilde bozulması ve eski işlevini kaybetmesi, devletin tımar gelirini hazineye aktarmasına yol açmıştır. I. Abdülhamid ve III. Selim zamanlarında yapılan bazı ıslah girişimleri yetersiz kalmıştır. III. Selim tarafından çıkarılan 9 Eylül 1792 tarihli kanun ve buna bağlı Hatt-ı Hümayun ile eyalet askerinin düzene konulmasına çalışılmıştır. Ancak tımar ve zeamete eski rağbetin kalmaması, bu teşkilatın yeniden eski hâline getirilmesine imkân vermemiş ve nihayet 1844 yılından itibaren zaptiye (jandarma) ve başka hizmetlerde kullanılmak suretiyle eski işlevini kaybetmiş ve kademeli olarak ortadan kalkmıştır.

