Türkiye’nin stratejik kültürü, genel kapsamıyla tarihsel deneyim, jeopolitik konum ve siyasal kültürün etkileşimiyle şekillenmektedir. Bu kültür, karar alma süreçlerinde uzun vadeli düşünmeyi, esnekliği ve çok boyutlu denge politikalarını temel alır. Türk dış politikasında süreklilik arz eden bazı davranış biçimleri, stratejik kültürün kalıcı unsurlarını oluşturur.

Türkiye Haritası - AA
Tarihsel Arka Plan
Türkiye’nin stratejik kültürü, tarihsel süreklilik gösteren bir güvenlik ve dış politika anlayışına dayanır. Bu kültürün kökenleri Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet yapısında ve jeopolitik okuma biçimlerinde bulunur. Osmanlı, üç kıtaya yayılan hâkimiyeti boyunca çok katmanlı bir yönetişim modeli geliştirmiştir. Bu model, merkezî otoritenin yanı sıra yerel aktörlerle dengeli ilişkiler kurmaya dayanıyordu. Farklı etnik, dini ve kültürel gruplarla birlikte yaşam deneyimi, dış politikada çok yönlülük anlayışının temelini oluşturmuştur. Osmanlı’nın geniş coğrafyası, stratejik tehditleri her zaman çok yönlü değerlendirme gerekliliğini doğurmuştur. Bu durum, çevresel tehdit algısının sürekli tetikte olmasını sağlamıştır. Bu tarihsel refleks, Türkiye Cumhuriyeti’ne de miras kalmıştır. Özellikle sınır güvenliği, çevresel denge politikaları ve kriz yönetimi anlayışında bu geçmişin izleri açıkça görülür.
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte ulus-devlet modeli benimsense de, Osmanlı’dan miras kalan dış politika refleksleri tümüyle terk edilmemiştir. Yeni rejim, içe kapanmacı bir politika izleyerek önce devletin konsolidasyonuna odaklanmıştır. Ancak çevresel tehditlerin sürekliliği ve jeopolitik konumun dayattığı zorunluluklar nedeniyle dış politika zamanla daha aktif bir çerçeveye evrilmiştir. 1930’lu yıllarda Balkan Paktı ve Sadabad Paktı gibi bölgesel güvenlik girişimleri bu dönüşümün erken örnekleridir. Soğuk Savaş dönemi, Türkiye’nin stratejik kültüründe yeni bir kırılma noktasıdır. NATO üyeliği ile Batı güvenlik mimarisine entegre olunmuştur. Ancak bu entegrasyon, tam anlamıyla bir bağımlılık ilişkisine dönüşmemiştir. Türkiye, Batı ile iş birliği yaparken zaman zaman kendi güvenlik önceliklerine göre farklı tavırlar da almıştır.
21. yüzyıla gelindiğinde ise tarihsel hafıza, dış politika söylemlerinde daha görünür hale gelmiştir. “Yumuşak Güç”, “Ortak Tarih”, “Gönül Coğrafyası” gibi kavramlar, tarihsel derinliği stratejik amaçlarla birleştirme eğiliminin sonucudur. Özellikle Balkanlar, Orta Doğu, Orta Asya, Kafkasya ve Afrika gibi bölgelerle ilişkilerde bu tarihsel perspektif sıkça kullanılmaktadır. TİKA, Yunus Emre Enstitüsü, TRT World ve Maarif Vakfı gibi kurumlar, bu tarihsel bağları günümüz stratejik araçlarıyla yeniden inşa etmeye çalışmaktadır.

Efes 2024 Tatbikatı - MSB
Jeopolitik Gerçeklik
Türkiye, Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının kesişim noktasında yer alır. Bu konum, sadece fiziki bir coğrafya değil, aynı zamanda stratejik bir rol tanımı anlamına gelir. Türkiye, Karadeniz, Akdeniz ve Ege Denizi gibi önemli deniz yollarına komşudur. Ayrıca Kafkasya, Orta Doğu ve Balkanlar gibi jeopolitik gerilimin yoğun olduğu bölgelere de doğrudan sınırdır. Bu gerçeklik, Türkiye’yi doğal bir enerji koridoru, geçiş noktası ve güvenlik tamponu haline getirir. Bu çok katmanlı coğrafi konum, Türkiye'nin dış politika yapımında sürekli bir denge arayışı doğurur. Hem doğudaki gelişmeleri izlemek hem batı ile entegrasyonu sürdürmek zorundadır. Doğu ile Batı arasında köprü olma söylemi, yalnızca kültürel bir metafor değil, aynı zamanda yapısal bir dış politika zorunluluğudur. Bu zorunluluk, stratejik karar alma süreçlerini karmaşıklaştırır ve çok yönlü diplomasi ihtiyacını artırır.
Türkiye, bir yandan NATO ve AB gibi Batılı ittifakların üyesi ya da aday ülkesidir. Öte yandan, Rusya, Çin, İran ve Körfez ülkeleriyle de siyasi, ekonomik ve güvenlik alanlarında iş birlikleri geliştirmektedir. Bu çeşitlilik, Türkiye'nin dış politikada "denge siyaseti" olarak tanımlanabilecek bir yaklaşımı benimsemesine neden olur. Bu politika, bloklar arası geçişkenliği mümkün kılarken, bağımsız hareket alanını da genişletmeyi hedefler. Stratejik özerklik arayışı, bu noktada Türkiye’nin jeopolitik konumuyla doğrudan ilişkilidir. Uluslararası krizlerin merkezinde bulunan Türkiye, dış baskılarla karşı karşıya kalma riskini sürekli taşır. Bu nedenle kendi savunma sanayiini geliştirmek, enerji kaynaklarını çeşitlendirmek ve bölgesel ittifaklarını güçlendirmek gibi stratejik hedefler öncelikli hale gelir.
Ayrıca Türkiye’nin jeopolitik konumu, göç, terör ve sınır aşan krizler gibi güvenlik tehditlerinin merkezinde yer almasına neden olur. Suriye İç Savaşı, Ukrayna-Rusya Savaşı, Doğu Akdeniz gerilimleri ve İran’ın bölgesel etkisi gibi başlıklar, Türkiye'nin bu karmaşık coğrafyada aktif ve proaktif davranmasını zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda krizlere müdahale kapasitesini arttırarak, stratejik kültürünün sürekli güncellenmesini gerektirir. Türkiye’nin jeopolitik konumu, dış politikasının hem imkân hem de tehdit kaynaklarını belirleyen temel etkendir. Bu durum, Türkiye’yi çok kutuplu sistemde stratejik olarak esnek, ancak sürekli dikkatli olmak zorunda kalan bir aktöre dönüştürür. Konumun sunduğu fırsatlar kadar yarattığı kırılganlıklar da Türkiye'nin stratejik kültürünü derinleştirir ve çeşitlendirir.
Çok Yönlü ve Girişimci Yaklaşım
Türkiye'nin dış politika yaklaşımı son yıllarda “Girişimci ve İnsani Diplomasi” kavramlarıyla tanımlanmaktadır. Bu yaklaşım, Dışişleri Bakanlığı'nın kurumsal vizyonuna da yansımıştır. Türkiye, artık sadece klasik diplomatik kanallarla değil; aynı zamanda ekonomik iş birlikleri, kalkınma yardımları, kültürel temaslar ve kriz diplomasisi gibi çok boyutlu araçlarla dış politikasını şekillendirmektedir.
Çok yönlü diplomasi, Türkiye’nin farklı küresel güçlerle aynı anda ilişki kurma stratejisidir. Ülke, Batı ile tarihsel müttefiklik ilişkilerini sürdürürken, aynı zamanda Rusya, Çin, Körfez ülkeleri, Afrika ve Türk dünyası gibi farklı bloklarla da stratejik ortaklıklar kurmaktadır. Bu yaklaşım, tek kutuplu dünya düzeninin sona erdiği ve çok merkezli bir uluslararası sistemin ortaya çıktığı fikrine dayanmaktadır.
Girişimci diplomasi ise Türkiye'nin pasif bir aktör değil, sahada inisiyatif alan bir devlet olma hedefini ifade eder. Bu politika, sadece tepki vermekle yetinmeyip, gelişmeleri yönlendirme ve yeni gündemler oluşturma çabasını içerir. Türkiye’nin Afrika açılımı, Orta Asya ile yeniden kurulan bağlar, Latin Amerika'daki diplomatik atılımlar ve Balkanlar'daki etkinliği bu anlayışın örnekleridir. Türkiye bu coğrafyalarda kalkınma iş birliği, altyapı desteği, kültürel diplomasi ve güvenlik diyaloğu gibi araçlarla çok boyutlu varlık göstermektedir.
Bu dış politika çizgisi, stratejik özerklik kavramı ile doğrudan ilişkilidir. Türkiye, dış ilişkilerinde bağımsız karar alma kapasitesini güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu durum zaman zaman müttefiklerle farklılaşan pozisyonlar almasına neden olmaktadır. Örneğin Suriye politikası, Libya’daki askeri angajman, Doğu Akdeniz’deki enerji diplomasisi veya Rusya ile geliştirilen savunma iş birlikleri bu çerçevede okunabilir.
Stratejik kültür sadece askeri ya da güvenlik odaklı değildir. Türkiye, kamu diplomasisi araçlarını da etkin biçimde kullanır. İletişim Başkanlığı tarafından yayımlanan 2024–2029 Kamu Diplomasisi Strateji Belgesi, bu alandaki hedefleri netleştirmektedir. Türkiye, uluslararası alanda olumlu imaj oluşturmayı ve dezenformasyonla mücadeleyi stratejik bir gereklilik olarak görmektedir. Bu kapsamda diaspora ile ilişkiler, dijital diplomasi ve kültürel diplomasi öne çıkar. Türkiye ayrıca dost ve kardeş ülkelerde kapasite geliştirmeye ve insani yardımlara önem verir. Bu çerçevede sürdürülebilirlik, katılımcılık ve şeffaflık gibi ilkeler benimsenir. Bu tür faaliyetler, Türkiye'nin yumuşak gücünü artıran ve dış politika araçlarını çeşitlendiren unsurlar arasında yer alır.

DENİZKURDU-II/2025 Tatbikatı - MSB
Stratejik Esneklik ve Kriz Yönetiminde Askeri Güç
TASAM tarafından yapılan analizler, Türkiye'nin sahip olduğu stratejik araçları “Politik Kartlar” olarak tanımlar. Bu araçlar içinde askeri kapasite, yumuşak güç, coğrafi konum, enerji yolları üzerindeki kontrol ve diplomatik çeşitlilik öne çıkar. Türkiye, bu kartları bölgesel dinamiklere göre esnek biçimde kullanabilme becerisine sahiptir. Bu esneklik, sabit ittifaklara değil, çıkar temelli iş birliklerine dayanan pragmatik bir stratejik kültürün ürünüdür.
Askeri güç, Türkiye’nin krizlere verdiği tepkilerde önemli bir araçtır. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), hem caydırıcı hem de müdahaleci kapasitesiyle dış politika hedeflerini destekleyen yapısal bir unsurdur. Türkiye, özellikle son 20 yılda askerî gücünü sadece savunma amaçlı değil, aynı zamanda dış politikada aktif bir unsur olarak da kullanmaya başlamıştır. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı gibi operasyonlar bu yaklaşımın örnekleridir. Libya ve Suriye'deki askeri destekler de bu dış müdahale kabiliyetinin yansımasıdır.
Savunma sanayiindeki gelişmeler ise, bu stratejik esnekliğin altyapısını güçlendirmiştir. Türkiye, yerli ve milli savunma sanayi politikaları sayesinde dışa bağımlılığını azaltmayı hedeflemiştir. Bayraktar TB2 ve AKINCI gibi SİHA’lar, modern harp teknolojisinde Türkiye’yi bölgesel güç konumuna taşımıştır. Aynı şekilde yerli savaş gemisi, hava savunma sistemleri, roket teknolojisi ve milli muharip uçak projeleri, Türkiye’nin operasyonel bağımsızlığını artırmıştır. Bu askeri teknolojiler, sadece güvenlik açısından değil, aynı zamanda diplomatik etki bakımından da önem taşır. Türkiye, savunma sanayi ürünlerini ihracat aracı olarak kullanmakta ve bu sayede uluslararası alanda stratejik bağlar kurmaktadır. Bu bağlamda savunma sanayi, sadece teknik değil, aynı zamanda politik bir enstrümandır.
Kriz yönetimi konusunda Türkiye'nin yaklaşımı genellikle proaktif ve çok katmanlıdır. Diplomatik girişimler, insani yardım, askeri müdahale ve kamu diplomasisi araçları birlikte kullanılmaktadır. Örneğin Ukrayna-Rusya Savaşı’nda Türkiye hem NATO ile uyumlu bir çizgide durmakta hem de taraflar arasında diplomatik bir denge sağlamaktadır. Ayrıca Türkiye, sınır ötesi krizlerin etkilerini yönetebilmek için güvenli bölgeler oluşturma, göç yönetimi ve istihbarat koordinasyonu gibi araçları da stratejik repertuarına dahil etmiştir. TSK ve MİT bu süreçte eş güdüm halinde çalışmakta, askeri operasyonlar diplomatik hedeflerle uyum içinde yürütülmektedir.

