İnsanlık tarihinin en belirgin ve kalıcı izleri, yerleşim merkezleri olarak adlandırdığımız şehirlerdir. Bir şehrin kuruluşu, gelişimi, coğrafi konumu, topografyası, iklimi, ticari ilişkileri ve ulaşım ağları, o şehrin önemini sürekli olarak artırır. Tarihi süreçler ve siyasi koşullar da şehirlerin kaderini derinden etkiler. Aynı tarihi deneyimleri paylaşan topluluklar, bir arada yaşama zorunluluğuyla şehirlerine güçlü bağlarla bağlanırlar.
Şehir, insanoğlunun yeryüzünde kurduğu karmaşık ilişkiler ağının somutlaşmış halidir. Şehir mekanlarının yaratılmasında temel rol oynayan mimarlık, aynı zamanda uygarlığın doğuşuna zemin hazırlar. Çünkü uygarlıklar şehirlerde yeşerir. Bu açıdan bakıldığında, uygarlığın tarihi aslında şehirlerin tarihidir. Şehir, uygarlığın sahnesi ve bu sahnede sergilenen her obje, insanlık tarihini, serüvenini ve el emeğiyle, özenle yaratılmış sanatını yansıtır. Şehirleşme, medenileşme ve uygarlaşma, yani insanların güven içinde, konforlu ve sağlıklı bir yaşam sürmesinin kaçınılmaz bir sürecidir. Bu süreçte, bir şehrin sakinleri kendi dünya görüşlerini, sosyal ve toplumsal bağlarını huzurlu bir ortamda paylaşırlar. Şehrin varlığının en temel amacı, sadece yaşayanların değil, gelecek nesillerin de manevi ve kültürel hayatlarının, algı ve davranış tercihlerinin en üst düzeyde gelişmesini sağlamak ve bu gelişimi düzenlemektir.
(Cansever, 1997: 121). Aynı tarihi yolculuğu paylaşan ve benzer kaderi yaşayan toplulukların ortak güvencesi, şehir kurmanın önemini açıkça ortaya koymuştur. Güven içinde bir arada yaşama ve günlük ticari ve ekonomik faaliyetleri güvence altına alma düşüncesi, şehrin benimsenmesini ve ortak bir bilinçle geliştirilmesini zorunlu kılmıştır.
Şehir kimliğinin karmaşık bir kavram olduğu ve basit bir tanımla analiz edilemeyeceği kabul edilmelidir. Ancak şehirlerin kimlikleri, benlik algıları, dünya görüşleri ve kültürel bakış açıları arasındaki ilişkiler, mimari, ekonomik ve hatta gündelik yaşam gibi birçok alana yansır. Bu nedenle, şehirlerin kültürü ve kimliği, sakinlerinin hayatlarına derinden işlemiştir (Arlı, 2019: 54). İnsanlar, yaşadıkları coğrafi koşullara ve yaşam geleneklerine bağlı olarak, tarihin akışı içinde şehir dokularına şekil vermişlerdir. Her topluluk, dünya görüşü ve geçirdiği tarihi serüvene göre, farkında olsun ya da olmasın, yaşadığı şehir örgüsüne biçim ve kimlik kazandırma sürecine katkıda bulunmuştur.
Türklerde Şehir Anlayışı
Türklerin tarih boyunca sıfırdan şehir inşa etmedikleri, daha önce kurulmuş şehirlere yerleştikleri yönünde bazı görüşler bulunmaktadır. Bu tezi desteklemek için, özellikle Türklerin anayurdu olan Orta Asya şehirleri hakkında kapsamlı arkeolojik araştırmaların sonuçlarına ihtiyaç vardır. Bu konuda aceleci davranmak doğru olmayacaktır. Esasen, Batı Türk dünyasının, Türklerin anayurtlarının şehircilik ve mimarlık tarihi hakkında detaylı bilgilere sahip olduğunu söylemek zordur.
Anayurtlarından dünyaya yayılan Türklerin, egemen oldukları coğrafi bölgelerde daha önce kurulmuş şehir dokularına önemli katkılar sağladığı bilinmektedir. Orta Asya ve İran coğrafyasından Anadolu'ya kadar uzanan ve yaklaşık iki yüzyıl süren Büyük Selçuklu Döneminde Oğuz boyları yoğun bir şekilde Anadolu coğrafyasına akın etmiştir. İslam şehirlerine canlılık getiren ve bunun parlak örneklerini ortaya koyan Selçuklu Devleti, Türk şehircilik tarihine büyük bir zenginlik katmıştır.
Selçuklular, 1071 Malazgirt Zaferi'nden sonra Anadolu topraklarını vatan edinmişler ve doğudan itibaren yerleştikleri şehirleri birer Türk-İslam beldesine dönüştürmüşlerdir. Şehirlerin imarına büyük önem veren Türkler, kendi medeniyet tasavvurlarına göre geliştirdikleri yapıları yerleştikleri şehirlere inşa etmişlerdir. Yapıcılık alanında önemli gelişmeler gösteren Anadolu Selçukluları, ortaya koydukları mimari anıtlar ve şehirlere kazandırdıkları değerlerle Anadolu coğrafyasını geniş çapta zenginleştirmişlerdir. Doğu halkları arasında İslami anlayışı şehre en çok uyarlayan millet Türklerdir. İnsanın hayatını düzenlemek üzere ortaya konan en önemli ve en büyük fiziki ürün olan şehrin imajı, İslam kültüründe cennet tasavvurunun bir yansımasıdır (Cansever, 1997: 124).
Mimarlık tarihinde taş yapı geleneği olarak ortaya çıkan Selçuklu üslubunda inşa edilen taç kapılarının etkileyici plastikleri, bu dönemin zengin mimari örneklerini oluşturur. Özellikle medrese mimarisini bütün bir İslam coğrafyasında yaygınlaştıran Selçuklu Devleti, öğrencilerin eğitimlerini yatılı ve ücretsiz olarak sürdürmelerine olanak sağlamıştır. Selçuklular ayrıca kervansaraylar tasarımında büyük bir atılım göstermiştir. Anadolu’da şehirler arasında yüzün üzerinde inşa edilen kervansaraylar, bu coğrafyada ticari canlılığı artıran yapılar olarak seyahate ve ticari hayata büyük imkan sağlamışlardır. Bu dönemin başarılı tasarımlarının bir diğeri olan Selçuklu kümbetleri (mezar anıtları), türbe mimarisinde özgün yapılar olarak dikkat çekerler. Ayrıca cami, mescit, han, bedesten ve hamam gibi yapı türleriyle ihya edilen şehir dokuları yeni bir kimliğe kavuşmuştur. Böylece Erzurum, Sivas, Kayseri ve Konya gibi yerleşmeler Selçuklu medeniyetini temsil eden başlıca şehir kimlikleri ile ön plana çıkmışlardır.
Kale ve Surların Önemi ve Osmanlı Medeniyetinin Yükselişi
Anadolu’da güvenliği sağlayan Selçuklular, ticaretin gelişmesine büyük önem vermişlerdir. Anadolu şehirleri arasındaki ticaret yollarının artması ve bu yollar üzerinde kafilelerin güven içinde seyahat etmesini sağlayan kervansarayların inşası, Selçuklu Devleti'nin önemli başarılarından biridir. Anadolu’da inşa edilen yüzün üzerindeki kervansaray yapısı, insanların her türlü ihtiyacını karşılayan küçük birer şehir gibiydi. Kale surları gibi kalın ve sağlam beden duvarlarına sahip kervansaraylarda mescit, yazlık oturma ve dinlenme salonu olan eyvanlar, okuma ve oturma mekanları, hamam, yatak odaları, mutfak ve yemek salonları bulunuyordu. Herkese kervansarayın imaretinden sıcak yemekler ikram edilir, yolcuların burada kalıp dinlenmelerine ve ağırlanmalarına imkan tanınırdı. Kervansaraylar ayrıca at, deve ve katır gibi yük ve binek hayvanlarının dinlenmesine uygun geniş ahırlara sahipti. Burada hayvanların bakımları ve yemlerinin temini devlet tarafından sağlanırdı. Selçuklu Devleti'nin ülkede güveni tesis etmesi sayesinde halk, büyük bir huzur ve barış içinde yaşamış ve her yöne serbestçe seyahat edebilmiştir. Bu dönemde Anadolu şehirlerindeki kale ve surlar önemini kaybetmiş ve şehir dokuları surların dışında gelişmeye başlamıştır. Böylece huzur ve güven ülkesi olan Anadolu toprakları, bir hukuk devleti olarak önemli bir cazibe merkezi haline gelmiştir. Civar ülkelerden Anadolu’ya gelip yerleşen, devletin sağladığı asayiş ve güven içinde ticaret ve sanat faaliyetlerini yürüten her türlü meslek ve zanaat sahibi esnaf, hayatlarını Anadolu topraklarında sürdürmeyi tercih etmiştir.
Selçuklu sultanları, dini tesisler kurmak ve bunları sosyal bir merkez haline getirmek için büyük çaba göstermişlerdir. Böylece şehir dokusu, sosyal hayatın merkezi olan camilerin etrafında gelişmeye başlamıştır. Tuğrul Bey’in “kendime bir köşk yapıp da yanında bir cami inşa etmezsem Allah’tan utanırım” sözleri, cami yapımına sultanların verdiği önemi açıkça vurgular.
Bilginler ve öğrenciler için vakıflar kuran Selçuklu Devleti, ücretsiz eğitim sistemi sunan medreseler inşa etmiştir. Alp Arslan zamanında Bağdat’ta kurulan (1067) Nizamiye medreseleri, hızla yayılarak bütün İslam ülkelerine yayılmıştır. Bağdat’tan sonra İsfahan, Rey, Nişapur, Merv, Belh, Herat, Basra, Musul gibi büyük merkezlerde kurulan ilk medreseler de Nizamiye adını almış ve sonradan diğer isimlerle başka medreseler de kurulmuştur. Selçuklu Devleti, İslam coğrafyasına medrese yapıları ile zenginlik kattığı gibi, Anadolu’da da medrese kültürünü yerleştirmiştir. Medreselerde eğitim gören öğrenciler, ücretsiz yatılı olarak devletin himayesinde eğitim sürelerini tamamlayarak İslam dünyasına yayılmışlardır. Böylece aydınlanma çağının elçileri olan yüzlerce değerli insanın yetişmesine zemin hazırlanmıştır. Bu sayede İslam coğrafyasında önem kazanan şehirler, ilim ve irfan merkezleri olmuş, kültür, sanat, fikir ve düşünce alanlarında pek çok değerli insan yetişmiştir (Turan, 2009: 324-330). Anadolu şehirleri, cami, medrese, darüşşifa, imaret, çarşı, bedesten ve pazarların etrafında kümelenen mahallelerin oluşmaya başlamasıyla gelişimlerini sürdürmüştür. Yerleşmelerin dokularına katılan bu mimari elemanlar, Anadolu şehirlerinin en belirgin anıtları olmuşlardır. Aydınlık, huzur ve güven içinde yaşayan şehirler, aynı dünya görüşüne sahip insanların zevkine ve tercihine göre şekillenmeye başlamıştır. Erzurum Çifte Minareli Medrese, Sivas Gök Medrese, Kayseri Döner Kümbet ve Divriği Ulu Camii ve Şifahanesi, Anadolu Türk mimarisi geleneğini oluşturan Selçuklu ve Beylikler döneminde inşa edilmiş Türk-İslam medeniyetinin özgün abideleridir. Bir sevgi pınarı olarak insanlığa huzur ve saadet saçan Mevlana, Konya ile bütünleşmiş evrensel bir değerdir. Günümüze kadar yapılan baskıları milyonları aşan Mesnevi divanı, Konya şehrinin manevi ikliminde yeşermiştir. Hacı Bayram-ı Veli, Hacı Bektaş, Yunus Emre gibi mürşitleri yetiştiren Anadolu toprakları, Türk-İslam medeniyetinin merkezi olmuş, ilmin, irfanın ve eğitim dünyasının kaynağı haline gelmiştir.
Selçukluların mirasını devralan Osmanlılar ise 14. yüzyıldan itibaren Batı Anadolu, Orta Doğu ve Balkanları İslam kültürünün sınırları içine almışlardır. Bütün bu bölgeleri Osmanlı coğrafyasına katarak imar etmişlerdir. Daha da kucaklayıcı olan Osmanlı şehirleri, böylece her milletten ve inançtan, değişik içtimai kesimlerin bir arada yaşadığı yerleşim merkezleri olmuştur. İznik, Bursa, Edirne ve İstanbul gibi şehirleri, Bizans’ın mirasına da saygı duyarak Osmanlı mimarisinin özgün yapıları ile süslemişlerdir. Osmanlı şehirlerinde oluşan mimarlık abideleri arasında özellikle ulu mabetler birinci sırada yer almıştır. Simgesel nitelikte olan bu yapılar, şehirlere kimlik kazandıran toplumun ortak değerleri haline gelmiştir.
Sadece Türk tarihinin değil, dünya tarihinin de yönünü değiştiren İstanbul’un fethi, İslam dünyasının en büyük ve en mübarek zaferi olarak kabul edilmektedir. Bir dünya başkenti olan İstanbul, konumu itibarıyla da büyük bir stratejik derinliğe sahip bir şehirdi. Eski dünyanın, yani Amerika kıtasının keşfinden önceki zamanların dünya coğrafyasının da ortasında yer almaktaydı. Asya, Avrupa ve Afrika’nın, yani üç kıtanın kavşağında bulunan İstanbul, dünya medeniyetinin beşiği olan Akdeniz ile Karadeniz’i birleştiren bir konumdadır. Roma, Bizans ve en son Osmanlı Devleti dünyayı İstanbul’dan yönetmişlerdir. Türk devlet geleneğine göre hakan, sultan ve beyler gibi tanınmış siyaset ve devlet ileri gelenleri, şehirleri bayındır hale getirmek için imar işlerine büyük önem vermişlerdir. Türkler, oturdukları beldeleri bakımlı tutmaya özen gösterdikleri gibi, yeni fethettikleri şehirleri de aynı şekilde imar etmeye çalışmışlardır.
İstanbul’u fethetmek idealine gönül veren Fatih Sultan Mehmet de şehirlerin fiziksel dokusuna büyük önem vermiştir. İstanbul’u fetih kararı ile savaşa hazırlanan Fatih, şehrin zarar görmemesi için ilk önce barış yollarını aramış ve şehir halkına bu mesajını iletmiştir. Fatih Sultan Mehmet Han, savaşın tahribatına maruz kalmadan İstanbul’un teslim olması için büyük çaba göstermişti. Böylece tarihi dokusu zedelenmeden dünyanın incisi olan bu beldenin Osmanlı Devleti’ne geçmesini istemiştir. Henüz genç yaşta olmasına rağmen bu denli olgun bir yaklaşımda bulunan Fatih, kendi adına düzenlediği vakfiyesinde şu beyti dile getirerek, şehir yapısına verdiği önemi göstermiştir:
Hüner bir şehir bünyâd etmektir (Marifet ve beceri bir şehir yapmaktır),
Reaya kalbini abâd etmektir (Halkın, milletin kalbini şenlendirmektir).
Mimari ve Medeniyet İlişkisi ile Şehir ve Koruma Bilinci
Medeniyetler şehirlerde oluştuğu için, medeniyet tarihi de şehirlerin tarihi anlamına gelir. Türklerin yerleştikleri şehirlerde inşa ettikleri medeniyet abideleri, o beldelere Türk-İslam hüviyeti kazandırmıştır. Osmanlı döneminde inşa edilen Bursa Ulu Camii, İstanbul Süleymaniye Külliyesi ve Edirne Selimiye Camii, bu şehirlerde medeniyetin birer tanığı olarak varlıklarını sürdüren simgesel yapılardır. Bu bakımdan Kuban’ın (2010: 304) belirttiği gibi, Kanuni Sultan Süleyman dönemi hala Türk İstanbul’unun gelişim evresini temsil eder ve Süleymaniye Külliyesi, Sinan’ın ve Kanuni Sultan Süleyman’ın İstanbul’a vurduğu bir damgadır, aynı zamanda Türk kültüründeki şehir kavramını aydınlatan en önemli 16. yüzyıl kentsel bildirgesidir.
Şehir ve kasabaları külliyeler, kervansaraylar, imaretler, yol ve köprülerle imar eden Osmanlı Devleti’ne ait kültür varlıklarının izlerini, günümüze kadar gelen yapılarla geniş bir coğrafyada görmek mümkündür. Mekke, Medine, Kudüs, Bağdat, Basra, Şam ve Halep gibi bütün bir İslam dünyasının önemli şehirlerini ihmal etmeyen Osmanlı anlayışı, diktiği abidelerle bu şehirlerin dokularını zenginleştirmiştir. Kültür ve sanat alanında en yoğun gelişmelerin ortaya konduğu bu dönemin dev ismi hiç şüphesiz Mimar Sinan’dır. Yapıları o dönemdeki Hıristiyan Avrupası ile karşılaştırıldığında, Sinan’ın konstrüksiyon bakımından İtalyan Rönesans mimarlarını aştığı ve mimar ve mühendis olarak çağının en seçkinlerinin gerisinde kalmadığı görülür (Kos, 2019: 198-199). Osmanlı’nın 16. yüzyılı ve özellikle Kanuni Sultan Süleyman zamanı, Türk ve İslam dünyasının en parlak dönemini simgeler. Bu dönemde büyük külliyeler inşa edilmiş, böylece Osmanlı şehirciliğinin en gelişmiş yapılar topluluğu yerleşim dokularını zenginleştirmiştir. Böylece başkent İstanbul dünyanın en önemli cazibe merkezi olmuştur.
Cami merkezli külliye tasarımına önem veren Osmanlı mimarisi, 16. yüzyılda şehircilik alanında büyük bir başarı sağlamıştır. Bu dönemde şehir planlaması cami ve külliye biçiminde ele alınmıştır. Böylece külliye hem toplumsal refahın hem de kentsel tasarımın çekirdeği olmuş, cami ve çevresi de antik forumun yerini almıştır (Kuban, 2010: 306). Bir cihan devleti olan Osmanlı’nın yönetim anlayışı Kırım ve Balkan coğrafyasını da içine alan pek çok imar işi gerçekleştirmiştir. Dini mimari yanında sivil mimari alanında da Osmanlı dönemi, İstanbul dışındaki yerleşme merkezlerinin imarını sürdürmüştür. Balkanlarda Osmanlı döneminde gelişen Saray Bosna, Üsküp ve Ohri gibi birçok yerleşmenin mimari dokuları, kısa sürede Türk mahallesi karakterini kazanmış, Kastamonu, Safranbolu, Amasya, Kütahya ve Bursa’ya benzer yerleşmeler olarak ön plana çıkmışlardır. Anadolu geleneksel mimarisinin aynı rengini taşıyan Bosna’nın Mostar şehrinde inşa edilen ve şehrin adıyla özdeşleşen Mostar Köprüsü, günümüzde bile dünyanın ilgisini çeken bir Osmanlı eseridir.
Mostar’a değer katan ve şehrin simgesi olan bu köprü, her yıl yüz binlerce turisti çekerek, bölge halkına önemli bir ekonomik gelir sağlamaktadır. İstanbul 16. yüzyıldan itibaren dünyanın en önemli liman şehri olarak da ün kazanmıştır. Ülkenin milli gelirine büyük bir ekonomik girdi sağlayan İstanbul, devletin Akdeniz üzerinde sağladığı egemenlik sayesinde en müreffeh şehir haline gelmiştir. Bu gelişmelere paralel olarak İstanbul’un imarı ve şehrin büyük anıtlarla süslenmesi mümkün olabilmiştir.