Bir şeyi kaybettiğinde değil, onun eksikliğini sezinlediğinde anlarız çoğu şeyi. Bu, basit bir neden-sonuç değil; insan algısının, alışkanlığın ve zamana yayılan bir unutkanlığın ördüğü ince bir paradokstur. Varlık, ancak yokluğun sınırlarıyla çevrelendiğinde net bir kontur kazanır. Tam da bu yüzden yokluk çoğu zaman öğretmendir, bazen zalim ama dürüst.
İçimizdeki duygu dünyası bir lambaya benzer. Sürekli açık kaldığında ışığın sıcaklığını unutursun. Karanlık bir an gelip de elektrik kesildiğinde lamba yalnızca aydınlatmaz, hatırlatır. Bu hatırlama anı acı verici olabilir; eksikliğin sızıntısı, pişmanlığın kıyafetini giyer. Ama aynı zamanda değerlerin yeniden yerleştiği bir toprağın ilk yağmur damlasıdır.
Neden böyle işleriz? Beynimiz uyum sağlar; koruyucu, enerji tasarruflu bir makinadır. Gün be gün sahip olduğumuz şeylerin etrafındaki heyecan, dürtü azalmasıyla silinir. Duygusal ekonomi gereği, dikkatimiz önemli olanı ayırt etmek için otomatik filtreler kurar. Bu filtreler hayatı mümkün kılar ama aynı zamanda kıymeti görünmez kılar. Kaybetme korkusu ya da gerçek kayıp, o filtreyi delip geçerek değerin tekrar görünür olmasını sağlar.
Yokluğun Varlığı Anlamlandırmasını Yansıtan Bir Görsel (Yapay Zeka İle Oluşturulmuştur.)
Tarih ve kültür, bu dinamiğin kolektif tezahürleridir. İnsanın deneyimlediği büyük yokluklar, savaşlar, kıtlıklar, göçler, toplumsal bellekte sacayağı gibi durur. Kaybedilenle birlikte değer yeniden hesaplanır. Kıyamet sonrası hissiyat, barışı ve güveni bir zamanlar olduğundan farklı bir parlaklıkta gösterir. Ancak bu öğrenme şekli ağırdır; bireylerde ve toplumlarda iz bırakan bir sarsıntıyla gelir.
Felsefe bu paradoksla yüzyıllardır uğraşır. Stoacılar imkân dahilindeki kayıpları önceden tahayyül edip şükrü bir uygulama hâline getirmeyi öğütlerken varoluşçular insanın anlamını ölümün ve yoksunluğun kıyısında yeniden keşfettiğini söyler. Bu görüşlerin ortak dili şudur: yokluğun gölgesi, varlığın hatlarını belirginleştirir. Ölüm, eksilme, ayrılık, hepsi varoluşun birer ayna yüzü gibidir.
Peki illa yokluk mu gerekli? Gerekli değil; ama çoğumuzun otomatik dikkati bunu gerektiriyormuş gibi çalışır. Farkındalık, kasıtlı dikkat ve minnettarlık pratikleri bu otomatikliği kırmanın yollarıdır. Küçük bir nefes duruşu, her gün tekrar eden bir teşekkür, sıradan bir anı yavaşlatıp yeniden değer atfetmeye yarayabilir. Yani yokluğu beklemeden de varlığı hak ettiği ağırlığa kavuşturmak mümkündür.
Bir düşün: elindeki bardak suyu fark etmeden yudumluyor musun? Veya sevdiğin bir sesi, bir dokunuşu, bir manzarayı olduğu gibi duyumsuyor musun, yokluğunun kıyısına gelmeden önce? Sordukça soru çoğalır: Değer nedir? Ona kim karar verir; sen mi, zaman mı, yokluk mu?
Yokluğun bize öğrettiği en sert ama en saf gerçek belki de şudur: varlık, fark edilmediğinde yitirir; fark edildiğinde çoğalır. Kaybetmenin acısı, değerlerin gerçek ölçütü olmamalıdır; fakat bazen o acı, gözlerimizi açan tek şeydir. Seçim bizimdir: ya bekleriz, yokluğun darbeleriyle uyanmak için; ya da bugün, şimdi, o küçük şeylerin kıymetini sayıp yaşamı yeniden adlandırırız.
Son soru sessiz ama ağırdır: Bugün sahip olduklarının hangisini gerçekten hissediyorsun?