
Teknoloji ve İnsan Haysiyeti
Geçtiğimiz günlerde MIT’de bir konuşma yapan Howard Üniversitesi Rektörü Ben Vinson, yapay zekanın toplumsal yaşamımıza entegrasyonu sürecinde insan haysiyetinin korunması gerektiğine dikkat çekti. Vinson bir yapay zeka uzmanı olmadığından ilk bakışta soyut bir etik hassasiyet gibi görünebilecek bu uyarı aslında somut, tarihsel ve politik bir tartışmanın merkezinde yer alıyor: İnsan haysiyeti ne anlama gelir ve teknolojiye değinmeksizin konuşulamayan bu modern dünyada haysiyet nasıl muhafaza edilir? Cevaplar ve perspektifler muhtelif.
Teknolojinin insan haysiyetiyle kesiştiği alanlardan ilki, bireyin somut ve fiziksel kapasitesinin genişlemesiyle ilgilidir. Örneğin, engelli bireylere hareket, iletişim ya da bilişsel destek sunan teknolojik araçlar işlevselliklerinin yanında varoluşsal bir nitelik de taşır. Amartya Sen’in özgürlük kuramına göre insan onuru, kişinin kendi değer verdiği hayatı sürdürebilme kapasitesine bağlıdır. Dolayısıyla, bireyin öğrenme, iletişim kurma ya da toplumsal hayata katılma yollarını çoğaltan teknolojiler özneleşme imkanını artırır. Bu tür teknolojiler, kişinin potansiyelini gerçekleştirmesini mümkün kıldıkları ölçüde, haysiyetle doğrudan bağlantılıdır.
Ne var ki teknoloji her zaman güçlendirici değildir. Bazen denetleyici ve dışlayıcıdır. Bunun bir örneği ise izleme ve gözetim teknolojilerinin yaygınlaşması. Rıza dışı gözetim, bireyin mahremiyetini ve özneliğini tehdit eder. Foucault’nun disipliner iktidar analizleri burada zihin açıcıdır: Modern iktidar biçimleri, bireyi disipline etmek için onu görünür kılar, fakat bu görünürlük aynı zamanda onu bir nesneye indirger. Sürekli gözetim altında tutulan bir birey, kendi varoluşunu başkasının bakışıyla tanımlamaya başlar; bu ise haysiyeti azalmış, içselleştirilmiş itaate dayalı bir varlığın doğuşudur.
Teknolojik imkanlara erişim kısıtları maddi maddi yoksunluğun yanında sembolik bir dışlanma da üretir. Martha Nussbaum’un yetkinlikler yaklaşımı haysiyetin yalnızca hayatta kalmayı değil, insani kapasitelerin tam anlamıyla gerçekleştirilebildiği bir yaşamı gerektirdiğini savunur. Bu okumaya göre teknolojiye erişimdeki eşitsizlik, hem adaletsizlik hem de insan potansiyelini körelten bir yapısal şiddet halini alır. Toplumdan dışlanan birey yalnızca ekonomik olarak değil, ontolojik olarak da yoksullaşır.
Otomasyonun iş gücü üzerindeki etkisi de benzer bir boyut taşır. İş, günümüz insanı için yalnızca geçim kaynağı değil, kimlik inşasının temel unsurlarından biridir. İnsanların kendilerini tanıtırken saydıkları ilk birkaç husustan biridir. Otomasyonla birlikte bu alanın daralması, bireyin yalnızca gelirini değil, kendini anlamlandırma biçimlerini de tehdit eder hale gelebilir. Marx’ın yabancılaşma kavramı, bu bağlamda güncelliğini korumaktadır: Kişi emeği üzerindeki denetimi kaybettiğinde, yalnızca üretim sürecinden değil kendi insanlığından da uzaklaşır. Anlamlı işin yerini algoritmik süreçler aldığında birey yalnızca ekonomik olarak değil varoluşsal olarak da yersiz yurtsuzlaşır.
Belki de en ürkütücü olan insan hayatını şekillendiren kararların artan ölçüde algoritmik sistemlere devredilmesidir. Sağlık, işe alım ya da hukuk gibi alanlarda insan muhakemesinin yerini yapay zeka sistemlerinin alması, karar süreçlerini şeffaflıktan ve hesap verebilirlikten yoksun hale getirerek bireyin öznelliğini aşındırabilir. Hannah Arendt’in bürokratik aklın insani muhakemeyi felce uğrattığına dair uyarısı burada tekrar hatırlanmalıdır. Arendt’e göre insan ancak konuşma ve eylem yoluyla dünyada kendini gösterebilir. Oysa algoritmalar tarafından belirlenen ve açıklanmayan kararlar, insanın sahneye çıkma imkanını ortadan kaldırır. Karar nesnesi haline gelen birey, kendi yaşamına dair söz hakkını yitirir.
Bu örnekler, teknolojinin insan haysiyetiyle ilişkisini çok boyutlu ve gerilimli bir alan olarak ortaya koyuyor. Teknoloji insanı güçlendiren bir araç olabileceği gibi onu pasifleştiren bir mekanizmaya da dönüşebilir.
İnsan haysiyeti teknolojiyle uyumlu bir biçimde korunabilir. Ama bu, kendiliğinden bir süreç değildir. Aksine, her teknolojik atılımın eşlik ettiği politik, etik ve kültürel sorularla birlikte düşünülmesi gerekir. Aksi halde elimizde kalan belki daha işlevsel ama daha silik, içi boş bir insanlık hali olabilir.
Yapay Zeka ve Otomasyon
İnsanın kendi emeğini devredeceği bir düzen kurma arzusu, tarih boyunca otomasyon sistemleriyle farklı biçimlerde vücut buldu. Belirli görevleri tekrar eden bu sistemler, iş yükünü hafifletse de neyin yapılacağına dair karar yetisini insanda bıraktı. Fakat bugün, yapay zeka ile birlikte bu denge sarsılıyor. Karşımızda artık yalnızca verilen işleri yerine getiren değil, ne yapılması gerektiğine dair kararlar alabilen sistemler var. Bu dönüşüm başlangıçta sofistike otomasyon sistemleri gibi görünen yapay zekânın aslında ondan çok daha fazlası olduğunu düşündürüyor. Öyleyse, yapay zeka otomasyondan ne ölçüde farklı ve ne kadar fazlası?
Otomatik makinelerin tarihine baktığımızda, onları çoğu zaman Sanayi Devrimi’nin gölgesinde şekillenen modern icatlar olarak görmeye meylederiz. Oysa insanlık tarihine ince bir iplikle dokunan otomasyonun kökleri çok daha derinlere uzanır. M.Ö. 4000’li yıllarda düşünülen otomatik su saatlerinden, son derece karmaşık işlevleri yerine getiren fabrikasyon robotlara kadar, yüzyıllardır hayatımızın pek çok alanında otomasyon sistemleriyle iç içeyiz. Üstelik bu birliktelik yalnızca teknik bir çerçevede kalmamış; mitolojiden felsefeye uzanan geniş bir düşünsel zeminde de karşılık bulmuştur. Aristoteles’in Politika’sında Hephaistos’un kendi kendine hareket eden üç ayaklı kazanları gibi, ustanın eli değmeden dokuma yapabilen makineler, insan hayal gücünde çok uzun zamandır yer etmektedir.
Orta Çağ'da madencilerin kullandığı mekanik sistemlerden buharlı makinelere, otomotiv üretimindeki otomasyondan cerrahi müdahale yapabilen sofistike robotlara kadar geniş bir çeşitlilik gösteren otomasyon sistemlerinin son halkası olarak ise bugün yapay zeka karşımıza çıkıyor. Yapay zekanın sunduğu pratik işlevsellik, onu çoğu zaman gelişmiş bir otomasyon biçimi olarak algılatıyor. Ancak gerçek, bundan biraz farklı.
Tarihsel süreçte bazı alanlarda kesişseler de, otomasyon ve yapay zeka temelde farklı sorunlara yönelir. Geleneksel otomasyon, belirli bir sürecin ya da görevin önceden tanımlanmış kurallarla, tekrar eden ve insan müdahalesi gerektirmeyen biçimde yürütülmesini ifade eder. Örneğin otomatik bir kapı bağlı olduğu sensör tetiklendiğinde açılır ve belirli bir süre sonra kapanır. Burada bir “zeka”dan söz etmek mümkün değildir, yalnızca programlanmış bir düzenek işlemektedir. Buna karşılık yapay zeka, makineleri salt kurallarla çalışan sistemler olmaktan çıkarıp, deneyimle öğrenen, örüntüleri tanıyabilen ve karmaşık kararlar alabilen yapılara dönüştürmeyi hedefler. Teknik ifadeyle, yapay zeka sistemleri verilerden öğrenebilir, çevreye uyum sağlayabilir ve zamanla kendi performansını geliştirebilir.
Bu fark, makinelerin yapay zeka ile birlikte yalnızca işlevsel değil, aynı zamanda karar verici aktörler haline gelmesine yol açmaktadır. Örneğin bir asansör kontrol yazılımı, her gün binlerce kez aynı işlemleri kusursuzca yerine getirebilir; fakat beklenmedik bir arıza anında yalnızca hata verir ve durur. Oysa ideal bir yapay zeka sistemi, bu tür durumlarda alternatif çözümler üretebilir ve koşullara uyum sağlama becerisi gösterebilir.
Geleneksel otomasyon sistemleri çoğunlukla arka planda işleyen mekanizmalardır ve kullanıcıyla doğrudan bir ilişki kurmaz. Oysa yapay zeka örnekleri sesli asistanlardan sohbet botlarına, insansı robotlardan öneri sistemlerine kadar doğrudan insanla etkileşim içindedir ve bu da onlara sosyal bir boyut kazandırır. İnsanlar, insansı davranışlar sergileyen makinelere karşı duygusal tepkiler verme, onlara isim takma, hatta kişilik atfetme eğilimi gösterebilir. Bu da yapay zekayla kurulan ilişkinin yalnızca işlevsel değil, aynı zamanda etik, politik, sosyal ve kültürel boyutlar taşımasına neden olur.
Sonuçta otomasyon insanın fiziksel becerilerini makinelere devretme çabasının ürünü iken, yapay zeka insan zihninin işleyişini teknolojik ortama taşıma arzusunun bir yansımasıdır. Biri insanın kol gücünü üstlenirken, diğeri düşünsel gücünü paylaşmaya adaydır. Her ikisi de yaşam kalitesini artırma hedefinde birleşse de bu hedeflerin ne olduğunu belirleme sorusu hala masada durmaktadır.
Anketler ve Dijital Trendlerin Nabzını Tutmak #3
🎧 KÜME’nin Toplum ve Teknoloji podcast serisinin üçüncü bölümü yayında!
Bu bölümde, Türkiye’nin en kapsamlı toplumsal araştırmalarından biri olan Türkiye Geniş Alan Seçim Araştırması’nı (TGSS) mercek altına alıyoruz. TGSS ekibinden Zübeyir Nişancı ve Tahir Kılavuz’la, böylesi büyük ölçekli bir veri çalışmasının nasıl planlandığını, hangi sorulara yanıt aradığını ve ortaya çıkan bulguların bize ne söylediğini konuştuk.
Toplumun teknolojiyle ilişkisini anlamaya çalıştığımız bu sohbette, yapay zekanın anket süreçlerine etkisinden toplumun sosyal medya kullanımına, Türkiye’de teknoloji algısından dijitalleşmenin toplumsal yansımalarına kadar pek çok başlığa değiniyoruz
Yapay Zeka Çağında İtikafa Girmek
Yapay zeka çağında beliren teknik imkanlar ve araçların benliğimizi yeniden yapılandırdığı vaki. Dünyayla kurduğumuz ilişki biçimi değişirken kendimize ihtimam göstermeyi nasıl sürdüreceğiz?
M. Burak Bakır’ın yapay zeka, bilme biçimleri ve benlik üzerine yazdığı “Yapay Zeka Çağında İtikafa Girmek” başlıklı yazısı yayımlandı!