a) Tanımı: Türkçe'de tekil anlamda kullanılan ahlak, Arapça hulkun çoğuludur. "Huy, karakter, yaratılış ve mizac"ı ifade eden hulk, manevi yaratılışa gönderme yapar: Arapça'dan türetildiği fiilin kök harfleri (h-l-k), "yaratmak, biçimlemek, oranlamak" demektir. İnsanın fizikî yapısı için halk, içsel/manevi yapısı için hulk terimi kullanılır. Kelime Kur'an'da ve hadislerde geçmekte, ıstılah kitaplarında, sözlüklerde ve felsefî eserlerde ele alınmaktadır. Kalem sûresinin 4. âyetinde Hz. Peygamber'e hitaben, "Ve sen elbette yüce bir ahlak (huluk) üzeresin" buyurulur. Lisânü'l-Arab adlı meşhur sözlüğün yazarı İbn Manzûr söz konusu kelime için anılan sözlük anlamlarını verdikten sonra karşılaştırmalı bir şekilde onun "mahiyeti"ni ele almakta ve açıklamasına şöyle devam etmektedir: Bu kelime gerçekte insanın içsel görünümünün ifade edilmesi hakkındadır. Nasıl ki insanın dış görünümü, dış görünümünün nitelikleri ve anlamları hakkında halk (yaratılış) deniyorsa, ona benzer bir şekilde insanın nefsi, nefsinin özellikleri ve nefsine ait olanlarla ilgili içsel görünümlere de huluk (ahlak) denir. Zira insan nefsinin hem iyi hem kötü nitelikleri vardır. Sevap, günah gibi kavramlar da insanın dış görünümünden çok iç dünyasını ilgilendirmektedir. Dil bilgini ve ahlak felsefecisi Râgıb İsfahânî de halak kelimesiyle insanın ahlakıyla kazandığı erdemlerinin kastedildiğini söyler.
Seyyid Şerîf Cürcânî terimler sözlüğü et-Ta'rîfât'ta kavramla ilgili şöyle diyor: Ahlak (huluk), kişinin kök salmış içsel derinliğini yansıtan bir mekanizmadır. Kişinin eylemleri, düşünmesine gerek kalmadan, rastgele, gayet kolay ve doğal bir şekilde bu mekanizmadan dışarı taşar. Eğer bu mekanizmadan aklen ve dinen güzel sayılan eylemler meydana geliyorsa ona güzel ahlak denir. Ahlak hakkında "derine kök salmış bir içsel mekanizma" dedik. Nitekim içinde cömertlik ahlakı yer etmediği ve içinden gelmediği halde malını infak eden biri için "cömertlik ahlakına sahip bir kişi" denilemez (Cabiri, 2019).
Ahlakın Batı dillerindeki karşılığı olan moral (morality), ahlak ile paralel etimolojiye sahiptir. Latince moral kelimesi yine "âdet, alışkanlık, karakter" anlamına gelen mostan (çoğulu mores) türetilir. Zaman zaman ahlak ile aynı anlama gelen, daha çok ahlak üzerine düşünme bağlamında kullanılan Grekçe kökenli etik de karakter ve alışkanlık anlamına gelen ethostan türetilmiştir. Aristo, bir bilgi türü olarak etiği karakter ilmi olarak vasıflandırır. Moral kelimesi daha çok bir olgu olarak ahlakî hayatı ifade eder. Etik ise farklı ahlak örneklerinden genel bir bağıntıya ulaşmak ister ve ahlak üzerine felsefe olarak tek tek ahlaklar yerine ahlak düşüncesine gönderme yapar. "Ahlaklar çoktur, etik tektir."
Ahlak insanlar arası ilişkilerde geçerli kılınmış değer ya da değerlilik ölçütü olarak da tanımlanabilir. Toplumsal ilişki biçimlerini belirleyen değerler ve bu değerlere göre oluşmuş kural ve davranış ilkelerinin bütününü ifade eden ahlak, kişisel/toplumsal ilişkilerde egemen olan, toplumun her bir bireyinden talep ettiği yaşama üslubudur. Ahlak denildiğinde akla ilk olarak bu toplumsal olgu gelir. Toplumların kültürel ve tarihsel yaşam deneyimlerinden ürettiği değer farklılıkları sebebiyle ahlak yapıları da birbirinden farklı olacaktır.
Ahlak sadece toplumsal kurallar bütünlüğü olarak da değerlendirilmez. Çünkü ahlak aynı zamanda iyi bir insanın sahip olduğu kişisel özelliklerle de alakalıdır. Toplumun olmadığı bir yerde ahlaktan söz edilemeyeceği gibi, bireyi yok sayan bir ahlak, bu anlamda mümkün değildir. Toplumsal bir dış ahlak kadar, bireyin ahlakî özellik ve yatkınlığının da ahlak tanımının kapsamı içinde düşünülmesi gerekir. Toplumsal davranış biçim ve kuralları yanında alışkanlık, huylar, karakter ve mizaç özelliklerine de ahlak denir. Bu özellikler, yerleşik yatkınlık ve huylar, kişinin eyleminde onun karakterini açığa çıkartır. Kişinin ahlakından söz edilirken onun huy, karakter ve mizacı da dile getirilmiş olur.
Ahlakî değerler bir topluluğun kültürünün yaşam deneyiminden ürettiği değerler manzumesidir ve bireylerine bu manzume yoluyla "iyi insan" modeli sunar, kişi de o "iyi insan" modeli üzerinden kendini gerçekleştirir. Kişilik özelliklerimiz, kısmen içinde bulunduğumuz toplum tarafından şekillendirilir, kazandırılmış bu karakter öğelerini içselleştirerek kişiliğimizi oluştururuz. Bireysellik ve toplumsallık, ahlakın iç ve dış biçimini meydana getirir. Ahlakın bu iki cephesinden birincisi değer yaratıcı şahsiyeti oluşturacak ilkeyi aktif hale getirecektir. Diğerinde ise yaratılmış değerlere, düzenlemelere tâbi oluş söz konusu olacaktır.
Ahlak kuralları, bu kurallara göre eylediğimizde bizi ahlaklı yapmakla beraber, ahlakın kendisi değildir. Esasen ahlak, kurallar bütününe indirgenemez. Ayrıca ahlakın yaptırımı, hukukunki gibi yasa önünde değil, toplumun maşeri vicdanında karşılık bulur. Ahlaka aykırı olan hukuka da aykırı olabilir ama ahlakî yargılama mahkemede değil, toplumun vicdanı ile kişinin vicdanı önünde olur. Amaç, kurallar yoluyla kuralların da kaynağı olan değerlerle iyi insan idealine ulaşmaktır. Kurallar, ahlakın dış çerçevesini verir ama ahlak tek başına toplumsala da indirgenemez. Böyle bir indirgeme, toplumu bir doğal durum olarak belirleme, bireyi toplumsalın içine hapsetme demektir. Ahlakın toplumsal önem ve değerinden söz etmek, toplumda yaşanan ahlaktan yani o toplumdaki yaşama tarzından, ilişkilerin biçimini belirleyen inançlardan ve tasarımlardan, bu inanç ve tasarımları oluşturan ahlakî-toplumsal bilinçten söz etmektir. Bu bilinç, tek tek bireylerin bilincinden devşirilmiş, deneyimlerinden süzülerek geçmiş, bir ortak deneyime, bilinçlerin ara kesitine işaret eder.
Hangi çağda ve hangi kültür çevresinde yaşarsa yaşasın, insan kendini değerler dünyası içinde inşa eder. Bu anlamda ahlak olgusal ve tarihsel olarak yaşanan bir şey, bir gerçekliktir. Toplum, huyu huyuna, suyu suyuna benzeyenleri kendine uygun görmekte, kurallar yoluyla bireyleri kendine uydurmakta; bu uygunluğun tesisi yoluyla, toplumsal bir olgu olarak ahlakı oluşturmaktadır. Zira "İçinde yaşadığımız toplum, neyin uygun neyin aykırı olduğunu bize öğretir". Kültürel farklılıklar, değerlerin göreceliliği, ahlakın toplumsal yaşantı içindeki değişkenliğine ve çeşitliliğine rağmen, ahlak adını verdiğimiz deneyimler kümesi, formel informel ahlak/değerler eğitimi yoluyla "iyi insan" idealini, bu idealin modelini bir çerçeve olarak sunar, bu ahlak modeli içindeki ideal, bireyin ahlakî (ahlak kurallarına uygun) değerleri ile hayat bulur. Bu anlamda "Bir bireyin, bir halkın bir toplumsal sınıfın, bir çağın bilinçli yaşamına hâkim olan inanç ve tasarımlar topluluğuna ahlak (moral, sitte), bunların toplumsal olgu olarak yaşanmasına ahlaklılık (moralite, sittlickeith), bu inanç ve tasarımlara göre yönlenen insanî tutumlara ve bu tutumlara göre yönlendirilen eylemler hakkında verilen (doğru veya yanlış) yargılara ahlakî (moralisch, sittlich) denilmektedir.
Ahlak alanına bilgisel/teorik düzeyde üç tarz yaklaşım söz konusudur: Din, bilim ve felsefe. Ahlaka dinin yaklaşımı, normatif yani kural koyucudur. Dinler inanç sistemi olduğu kadar ahlak sistemidir. Aşkın bir Tanrı ya da içkin bir tanrısallık inancı, aynı zamanda ahlaka içkindir; ahlakî yaşamanın hem garantisi hem de gerekçesidir. Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık, Budizm gibi büyük dinler ve gelenekler, dünya hayatına ilişkin reçete ve pratikler sunarlar. İmanlı birisi, dinî ahlak çerçevesinde eylemlerinin hesap verilebilir olduğunu bilir. Hiçbir tanrısal emir veya din dili, Tanrı emrini keyfîliğe bırakmaz: "Tanrı X'e uymamı istiyor. Mutlak Tanrı'nın istediği şey iyidir. O halde X'e uymalıyım" mantıksal kalıbı içinde kural koyar.
Bilimin ahlaka yaklaşımı kural koyucu değil betimleyicidir; deneysel, tarihî ya da bilimsel araştırma yöntemleriyle konusunu inceler. Psikolog, sosyolog, tarihçi ve antropolog, ahlak olgusunu açıklamaya, betimlemeye, insan doğasına ilişkin etik soruları keşfederek kuram oluşturmaya yönelir. Normatif yargıda bulunmaz, olgulardan elde ettiği bulgulara ahlakî değerler alanı karıştırılmaz. Çünkü ahlakî değerler, olması gerekeni ifade eder. Yine de bir meslek ahlakı olarak bilim ahlakından söz edilebilir. Lakin bu durum bilimsel etkinliğin nasıl olması gerektiği ile ilgili bir değer sorunudur: Öznel değer yargılarından arındırılmış bir şekilde, olanı olduğu gibi değerlendirmek.
Felsefenin ahlaka yaklaşımı hem kural koyucu hem de eleştireldir. Ne bilim gibi tamamıyla betimleyici olarak ne de herhangi bir geleneğin ahlakı yahut dinî ahlak açısından konusuna yönelir, onu genelliği içinde anlamaya, ahlak kavramlarını ve yargılarını çözümlemeye, açıklamaya çalışır. Etik başlığı altında ahlakın mahiyeti, ahlakî yargılar ve ahlaklılık hakkında tutarlı, bütünlüklü bir düşünce biçimi ortaya koymaya çalışır.
Normatif etik ve metaetik olmak üzere iki tarz felsefî ahlaktan yani etikten söz edebiliriz. Bu iki tarza günümüz etik tartışmaları içinde üçüncü bir tarz eklenmiştir: Uygulamalı etik. Normatif etik nasıl yaşamamız, nasıl eylememiz, nasıl iyi bir insan olmamız gerektiğine ilişkin kural koyucu ve düzenleyici birçok ifadeyi, ilkeyi ortaya koymaya çalışır, hangi türden eylemlerin iyi ve hangi türden yükümlülüklerin ahlakî anlamda bir zorunluluk olup olmadığını tartışma konusu yapar. Normatif etik, ahlakî yargılarımızın düzenini ve tutarlılığını sağlar ve onlar yoluyla ahlakı temellendirmeye çalışır. Kısaca normatif etik nasıl yaşamamız gerektiğine ilişkin ilkeyi ortaya koymaya çalışan ve klasik anlamda ahlak felsefesi nedir sorusunun yanıtını veren bir etik yapma türüdür. Ahlakî eylemi, sonuçları açısından değerlendiren faydacılık, eylemi iyiyi isteme açısından değerlendiren ödev ahlakı (Kantçılık), eylemi eyleyen kişi açısından değerlendiren erdem etiğinden normatif kuramlar olarak söz ederiz. Hazcılık (hedonizm), mutlulukçuluk (eudaimonizm), çilecilik gibi ahlak öğretilerinden (Kyreneliler, Kinikler, Stoacılar); kozmolojik, antropolojik, dinsel, toplumsal temellendirmelerin yanı sıra mutluluk, akıl, duygu ve sezgi ile temellendirilen birçok normatif etik kuramdan söz edilebilir.
Metaetik ise etik üzerine bir üst düşünme, ahlak kavramları ve yargılarını dilsel/mantıksal çözümleme yöntemi olarak ele alınabilir. Metaetik, etik üzerine bir üst dildir. Bütün metaetik kuramların temel özelliği bir davranış dikte etmemesi, normatif etik yargılar gerektirmemesidir. Metaetik kuramlar, insanlar bir ahlak yargısı verdiklerinde ne yaptıklarını çözümler. Etik doğalcılık, sezgicilik, duyguculuk ve evrensel kural koyuculuk belli başlı metaetik kuramlar olarak öne çıkar.
Uygulamalı etik ise ahlak felsefesinin somut ahlakî konulara odaklanan kısmıdır. Bu konular arasında kürtaj, ötanazi, fanatizm gibi aktüel konular, tıp etiği, biyoetik, medya etiği gibi alt başlıklar bulunmaktadır.
Modern dönemde günlük hayatın ve çalışma sahasının belli ilkeler etrafından biçimlenebilmesi için ahlak formel eğitimin temel alanlarından biri haline gelmiş ve müfredatın parçası olmuştur. XIX. yüzyılın sonlarında müfredata devlet, toplum, çalışma alanı, siyaset vb. kurumları ilgilendiren ahlak dersleri eklenmiştir. Seküler devlet ve toplumun tanzimi için üretilen kuralları içeren yeni ahlak kuralları modern bireyin vasıflarını tarif etmiştir. Modern devletin idare ettiği eğitim ortamları yeni ahlak kazandırma süreci olmasını kavramsallaştıran E. Durkheim'e göre toplumu bir arada tutacak değerler dünyası, yeni ahlakî kuralların oluşturulmasına ve bunun yeni nesillere aktarılmasına bağlıdır (education as a moral activity). Buna göre ahlak eğitiminin en önemli toplumsal merkezlerinden biri, geleneksel dönemin mâbetleri yerine okullar olarak teessüs etmiştir (school as moral community). Yeni eğitim sisteminin aktörleri devlet eliyle yetiştirilen öğretmenler, okul idarecileri ve diğer eğitim personeli olduğu için ahlakın en önemli temsilcisi ve öğreticisi de onlar olmuştur (teacher as a moral authority, principal as a moral leader).
Okul gibi eğitim kurumları, bireyin ahlakî eksiklerini tamamlama, yanlışları düzeltme ve iyi olanları pekiştirip geliştirmekle yükümlü kılınmıştır. Pozitivist anlayışla kimileri, okullarda eğitimi değerlerden arındırmayı iddia etmiştir. İnsan olma ve ahlak kazanma özdeşleştirilmiş ve ayrılmaz bir bütün olarak da görülmüştür. Eğitim özü itibariyle değer yüklüdür. İnsanın, eğitimle daha iyi olması beklenir. Her eğitim sistemi, kendince iyiyi, doğruyu ve güzeli bulmayı ve hayata geçirmeyi amaçlar; iyi insan, iyi vatandaş, iyi meslek insanı gibi ideal tipler üretir ve bunlara ulaşmaya çalışır.
Bütün kültür ve eğitim sistemlerinde ahlakî değerlerle bezenmiş bir öğreti dünyasından bahsedilebilir. Eğitimin hem bireye ahlak kazandırması hem ahlak ile yürütülmesi beklenir; eğitimcinin de eğitilenin de ahlaklı olması istenir. Farklı kültürlerin eğitim anlayışlarına bakıldığında eğitimin hem amacının hem konusunun ahlakı geliştirme aracı olarak sistematize edildiği görülmüştür. Bunlar, eğitimin özü itibariyle ahlakî girişim olduğunu göstermiştir.
b) İslam Ahlakı: İslam öncesinde Araplar'ın ahlak anlayışına dair başlıca kaynaklar, İslamî dönemde yazıya geçirilmiş olan Cahiliye şiiri ve hikemiyatıdır. Ayrıca dönem hakkında ilk yazılı belgelerden olma niteliği taşıyan Kur'an-ı Kerim ile döneme tanıklık etmiş Hz. Peygamber ve sahabe sözleri de vazgeçilmez kaynaklardır. Bunlardan edinilen bilgilere göre Cahiliye döneminde genellikle "iyi ahlak" mânasında el-mer'ü (erkek) kökünden el-mürûe (mürüvvet) kullanılıyordu. Mürüvvet ve hayır, mâruf, hak gibi başka kavramlar kabileci bir karakter taşımaktaydı.
Cahiliye kelimesinin kökü olup, dönemin kültüründe sıklıkla kullanılan el-cehlü kelimesi, Cahiliye Arabı'nın ahlak telakkisini en iyi yansıtan kavramdır. Goldziher'in "barbarism" şeklinde çevirdiği cehl/cahiliye kavramının o dönemdeki saldırganlık ruhunu ve şiddet ahlakını gösteren sayısız örnek arasında en çarpıcı olanlardan biridir. Cahiliye ve İslam ahlakını mukayese etme imkânı veren bir âyette "Rahmanın (iyi) kulları yeryüzünde vakarla yürürler; cahiller onlara sözlü sataşmada bulunduğunda incitmeksizin 'selâm' derler geçerler" (Furkan 25/63) buyrulur. Burada "cahiller" ile Cahiliye döneminin barbarlık ahlakına, "selam" ile de "İslam" döneminin uygarlık ahlakına dikkat çekilmiştir.
İslam dininin Cahiliye'nin barbarlık ahlakının karşısına, "insanın nefsini öfkeden ve şiddetten koruması" anlamına gelen hilim ahlakını koyduğunu ifade etmek mümkündür. Bu kavram insanın mücadele azmini kendi dışındakilere yöneltmek yerine, kendi nefsinin heva ve heveslerine çevirmesini hedeflemektedir. Cahiliye dönemi Arap kabilelerinin şirk inançları, hayat tarzları, örfleri ve uygulamaları üzerine yüksek bir ahlak yapısı kurmak mümkün değildi. İslam'da ise kabile ve soy bağnazlığı yerine Allah'a saygı (takva), ferdî ve sosyal planda değer kazanmanın ölçüsü haline geldi. Cahiliye zihniyetinin aksine, İslam'ın öğretisi, Allah'ın yarattıklarına merhametli olmayı, ilişkilerde dürüstlük ve güvenilirliği, sevgi ve fedakârlığı, iyi niyeti, kötü eğilimlerin bastırılmasını ve daha birçok fazileti içeriyordu.
Bu büyük dönüşümü sağlamak üzere Kur'an'ın 1800 kadar âyetinde, takriben 175 kadar ahlak konusuna yer verilmiştir. Özellikle iyi müslümanların niteliklerini sıralayan âyetler ve âyet kümeleri, İslam'da ahlaka verilen önemi gösteren ilgi çekici veriler sunmaktadır. Kur'an'ın on sûresindeki bu âyetlerde iyi müslümanın yetmiş iki özelliğinin sıralandığı görülür. Bu özelliklerin altısı itikat, sekizi ibadetle ilgili iken elli sekizinin ahlak alanına girmesi dikkat çekicidir. Mesela Nisâ sûresinin 36. âyetinde müminlere yönelik olarak biri iman, biri ibadet, yedisi ahlakla ilgili şu konularda buyruklar yer alır: 1. Allah'a ibadet etmek, 2. Şirkten sakınmak, 3. Ana babaya, 4. Akrabaya, 5. Yetimlere, 6. Yoksullara, 7. Yakın ve uzak komşuya, 8. Yolculara, 9. Köle ve cariyelere iyilik etmek. Meâric sûresinin 22-34. âyetlerinde ise iyi müminlerin özellikleri şöyle sıralanmıştır: 1. Namazı kılmak, 2. Malından yoksula-çaresize belli bir hak tanımak, 3. Din gününe (ahirete) inanmak, 4. Ahiret azabından korkmak, 5. İffetini korumak, 6. Emanete riayet, 7. Ahde vefa, 8. Şahitlikte dürüstlük. Bu iyi özelliklerden birinin ibadet, ikisinin itikat, diğerlerinin de ahlak alanına girdiği görülmektedir. İyi müslümanların özelliklerinin sıralandığı diğer sekiz sûredeki âyet kümelerinin tamamında da ahlakî erdemlerin itikat ve ibadet alanlarına oranı aynı şekilde yüksektir.
Kur'an'da "Allah (şunları) sever", "Allah (şunları) sevmez" şeklinde geçen bazı ifade kalıpları bulunmakta olup, bunlarda da ahlakî özelliklerin diğer alanlara göre çok fazla oluşu Kur'an'ın ahlaka yüklediği değeri gösteren başka bir önemli veridir. Allah'ın kimleri sevdiğini bildiren on sekiz âyetteki on iki sevgi sebebi özellikten dokuzu ahlak alanına ait olup, ilgili âyetlerdeki anlatımdan bazı özelliklerin birkaç erdemi kapsadığı anlaşılmaktadır. Mesela Âl-i İmrân sûresinin 133-134. âyetlerinde geçen "Allah iyileri/işini güzel yapanları sever" ifadesindeki "iyiler"le (muhsinîn) ilişkilendirilen "takva sahipleri"nin nitelikleri şöyle sıralanır: "Onlar bollukta da darlıkta da Allah yolunda infakta bulunurlar, öfkelerini kontrol ederler, insanları affederler." Aynı sûrenin "Allah kendisine güvenenleri sever" ifadesiyle sonlanan 159. âyetinde Hz. Peygamber'in çevresiyle ilişkilerinde sergilediği ahlakî incelik ve bu yöndeki buyruklar yer almaktadır. Diğer bir ifade kalıbı da "Kuşkusuz Allah adaletli olanları sever" şeklindedir. Bu ifadenin geçtiği üç âyetin birinde (Mâide 5/42) yönetim ve yargıda adalet, birinde (Hucurât 49/9) toplumsal barışın tesisinde adalet, birinde de (Mümtehine 60/8) yabancılarla ilişkide adalet emredilmiştir. "Allah (şunları) sevmez" şeklindeki yirmi üç ifade kalıbında zikredilen on üç olumsuz özellikten küfür/inkârcılık ("Allah kâfirleri sevmez" [3/32; Rûm 30/45]) hariç, diğerlerinin tamamı ahlakî kötülüklerdir.
Hadis mecmualarında da bireysel ilişkilerde, aile ve komşuluk ilişkilerinde; ekonomi, hukuk, yönetim, siyaset gibi toplumsal alanlardaki muamelelerde ahlak, adalet, doğruluk ve dürüstlüğün; şefkat ve merhametin önemine vurgu yapan pek çok hadis vardır. Mesela kategorik ifadeli bir hadiste "Sizin en hayırlılarınız, ahlakı en güzel olanlarınızdır" (Buhârî, "Edeb", 38) denilir. Komşuluk hukukuna dair bir hadiste "Komşusuna kötülük eden, bu konuda güvenilmez olan kimse" hakkında "Vallahi iman etmiş olmaz!" denilmekte ve bu ifade üç defa tekrarlanmaktadır (Buhârî, "Edeb", 29; Müslim, "Îmân", 73). Ahlakî dindarlık için ilkesel değer taşıyan bir hadis de şöyledir: "Hiçbiriniz, kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz" (Buhârî, "Îmân", 7; Müslim, "Îmân", 71, 72).
İslam'ın ilk yüzyılında ahlak dinî ilkelerle insanların temiz bir kalp ve vicdanla verdikleri kararlara dayanmaktaydı. Fetihler sırasında karşılaşılan yeni kültürlerin etkisiyle VII. yüzyılın sonlarına doğru farklı ahlak anlayışları doğmaya başladı. Hadis ve fıkıh âlimleri tarafından yapılan Kur'an ve hadis kaynaklı ahlak çalışmalarının başlangıcı hadislerin tasnif dönemine kadar gider. Hadis mecmualarında "Kitâbü'l-Edeb", "Kitâbü'l-Birr", "Kitâbü Hüsni'l-hulk" gibi başlıklar altında ahlak hadislerini ihtiva eden bölümler oluşturuldu. Ayrıca Buhârî'nin el-Edebü'l-Müfred'i, Abdullah Mervezî'in Kitâbü'z-Zühd ve'r-Rekaik'ı gibi yalnızca ahlaka dair hadis ve haberlerden oluşan eserler de yazıldı. Sonraları birkaç hadis, fıkıh ve kelam âlimi müstakil ahlak kitapları telif ettiler. Örnek olarak Ebû Hâtim Büstî'nin (ö. 965) Ravzatü'l-Ukalâ' ve Nüzhetü'l-Fuzalâ', Mâverdî'nin (ö. 1058) Edebü'd-Dünyâ ve'd-Dîn, İbn Hazm'ın (ö. 1064) el-Ahlâk ve's-Siyer başlıklı kitapları zikredilebilir.
İslam ahlakı alanında en çok eser üretilen tür, edep ve hikmet tarzında Arapça, Farsça ve Türkçe yazılmış eserlerdir. İbnü'l-Mukaffa'ın Kelîle ve Dimne adlı ünlü tercümesi, İbn Kuteybe'nin Uyûnü'l-Ahbâr'ı bu türün en eski örneklerindendir. Daha sonra Kabusnâme, Siyâsetnâme, Nasîhatnâme, Pendnâme, Fütüvvetnâme gibi adlar altında ahlakî-edebî mahiyette eserlerin, irşat ve mev'iza kitaplarının yazımı aralıksız sürmüştür.
Kelam İlminde Ahlak: Kelam ilminde ele alınan ahlâk problemlerinin temelini, kader meselesiyle ilgili "kulların fiilleri" (ef'âlü'l-ibâd) teşkil eder. Kader ve ona bağlı olarak insanın irade ve ihtiyarı, adalet, hüsün ve kubuh (hayır ve şer), salah ve aslah gibi konular dolayısıyla yapılan tartışmalar bir yönden uluhiyetle, bir yönden de ahlakla ilgili olmuştur. Kader ve insanın irade hürriyeti, yükümlülük ve sorumluluğu gibi ahlak felsefesinin başlıca konuları etrafında ulema arasında yapılan tartışmalar VIII. asırda başladı ve devam etti. Ma'bed Cühenî, Gaylân Dımaşkî, Vâsıl b. Atâ gibi Mûtezile öncüsü kelamcılar kader ve insanın fiilleri konusunu ciddi şekilde ele alarak Allah'ın ancak insanların iyiliğine olanı (salah) yaratacağını, dolayısıyla şerrin insana nispet edilmesi gerektiğini savundular. Buna karşılık Cebriye'nin kurucusu Cehm b. Safvân insanın fiillerinde tam bir zorunluluk (cebr) altında bulunduğunu savundu. Bu gelişmeler neticesinde, kader ve onun etrafında incelenen dini ve ahlak problemleri Mûtezile, Eş'ariye ve Mâtürîdiye'den ibaret bu üç mezhebin tartışma konuları arasında yer aldı.
Mûtezile'nin beş prensibi (usûl-i hamse) arasında tevhit ile diğer üç prensibi içine alan adalet, bu mezhebin düşünce sisteminin temelini oluşturur. Mûtezile'nin adalet kavramına böylesine önem vermesinin özellikle şu iki maksada yönelik olduğu açıktır: a) Allah'ın mutlak ahlakî kemalini her türlü kusurdan uzak tutmak; b) İnsanın yükümlülük ve sorumluluklarını ahlakî bir zemine oturtmak.
Ehl-i sünnet'in Eş'ariye kolunun Mûtezile'den ayrıldığı meselelerin başında, insan iradesinin iyi ve kötü fiillerdeki rolü ve ahlakî değerlerin izafîliği gelmektedir.
Mâtürîdiye kolu ise, ahlakı ilgilendiren "kulların fiilleri" ile ilgili bazı meselelerde Eş'ariye'den ayrılmıştır. Mâtürîdîler, insanın bütün fiillerinin yaratıcısının Allah olduğunu kabul etmekte fakat O'nun, hikmetten sapmanın sebepleri olan "bilgisizlik" ve "ihtiyaç"tan münezzeh olduğu için hikmetin dışına çıkmadığını belirtmektedirler. Mâtürîdî'ye göre, kulda "yaratılmış kudret, zorunluluğun değil, hürriyetin sebebidir." Bu kudretle insan, zıt ahlakî değerlere sahip fiillerden birini veya ötekini seçme ve yapma hürriyetine sahiptir.
Tasavvufta Ahlak: Hemen bütün Sünnî mutasavvıflar, ibadetler kadar ahlakî faziletlere de önem vermiş ve uygulamışlardır. Birçok mutasavvıf, tasavvuf teriminin tarifinde bile onun ahlakla ilişkisini göstermiştir. Mesela Ebü'l-Hasan Nûrî'ye göre, "Tasavvuf yalnızca ahlaktır." Tasavvufu kısaca "hüsnü'l-hulk" veya "el-ahlâku'r-razıyye" şeklinde tarif edenler de vardır (Hücvîrî, 1980: I, 237-239).
Mutasavvıflar ahlakî kaygılarla dünya ilişkilerine olumsuz bakmışlar, hatta bazıları ahlak ve dinin selameti için bekâr yaşamayı gerekli görmüşlerdir. Özellikle servet ve mevki sahiplerinden uzak durmak, tasavvuf ahlakının önemli ilkelerindendir. Ancak tasavvufta bir makam olan fakr, "insanın hiçbir şeye sahip olmamasından ziyade, hiçbir şeyin insana sahip olamaması" diye anlaşılmıştır. Tasavvufta bu halin adı hürriyettir. Ayrıca hiçbir büyük mutasavvıf dilenmeyi veya malından dolayı zenginin önünde eğilmeyi hoş karşılamamıştır.
İslam Felsefesinde Ahlak: İslam kültüründe ahlak, müstakil ve sistematik bilimsel ve fikrî alan olarak ilk defa müslüman filozoflar tarafından işlenmiş, en önemli temsilcilerini de IX-XIII. yüzyıllarda yetiştirmiştir.
Müslüman filozoflar, geleneğe uyarak felsefenin "bilme" ile ilgili kolları olan ontoloji ve epistemolojiye "hikmet-i nazariye", yapma ile ilgili kollarına da (tehzîbü'l-ahlâk, tedbîrü'l-menzil, tedbîrü'l-müdün) "hikmet-i ameliye" demişlerdir. Onlar ahlak terimini "nefiste yerleşmiş yatkınlıklar toplamı" şeklinde tanımlamışlardır.
İslam ahlak felsefesi aklî, metotlu ve sistemli bir çalışma olup, nasihat türü veya kelam ve fıkıh gibi ilkesel olarak nas kaynaklı ya da referanslı çalışmalardan farklıdır. Başlıca konuları ahlakî fâilin mahiyetini tanımak (ilmü'n-nefs, ma'rifetü'n-nefs), ahlakın değişip değişmeyeceği, ahlak eğitiminin prensipleri, erdemler (fezâil) ve erdemsizlikler (rezâil), hayır ve şer, mutluluk, siyaset ahlakı gibi ahlakın temel problemleridir.
İslam filozofları, genellikle ahlakın insanlık için zorunlu ve en yüksek değer alanlarından biri olduğunu kabul ederler; bu değerlerden yoksun kalmanın insan ve insanlık için büyük bir kusur olduğunu düşünürler. Onlar aklın iyinin ve kötünün bilgisine ulaşabileceğini savunurlar. Bununla beraber, rasyonel ahlak ile dinî ahlak arasında yahut hakiki filozofun ahlakı ile hakiki dindarın ahlakı arasında esasta bir zıtlık olmadığını savunurlar. Allah'ı bilmede din ile akıl aynı sonuca ulaşır; aradaki yöntem ve hitap farkıdır. Akıl, ahlakın nihaî gayesini oluşturan ve "entelektüel gelişmişliğin kazandırdığı yetkinlik" demek olan en yüksek mutluluğu (el-gayetü'l-kusvâ, el-hayrü'l-a'lâ) ve mutlak "iyi"yi bilmek, dolayısıyla ahlakîliği gayri ahlakîlikten ayırmak hususunda da din ile aynı sonuca götürür.
İslam filozofları insanın ahlak kapasitesinin tespiti ve iyileştirilmesi için "ma'rifetü'n-nefs" (kendini bilme, tanıma) konusuna, dolayısıyla ahlak psikolojisine önem vermişler; bu sebeple ahlakı "tıbb-ı rûhânî" olarak da tanımlamışlardır. Bunu ahlak pedagojisi takip eder. Onlar ahlakın eğitimle değişebileceği kanaatindedirler. Bu eğitimin gayesi, ahlakî fâil/özne olan insanın ruhunu ve davranışlarını erdemsizliklerden (rezâil) arındırmak, erdemlerle (fezâil) bezemektir. İslam ahlak felsefesinde Aristo'nun "Fazilet, ikisi de rezilet olan iki aşırılığın ortasıdır" şeklindeki vasat veya itidal görüşü hâkimdir. "Bütün faziletlerin içinde toplandığı dört temel fazilet vardır" şeklindeki Eflâtun'dan gelen anlayış İslam filozoflarında da devam eder. Bu faziletler çoğunlukla, hikmet, şecaat, iffet ve adalet olarak sıralanır.
İslam ahlak felsefesinde -İbn Miskeveyh gibi birkaç isim dışında- biraz mistik sayılabilecek bir ahlakî hayat telakkisi benimsenmiştir. En yüksek gaye konusunda da aynı yaklaşım farkedilir. İslam filozoflarının çoğunluğu bu yüzden bedenî arzulara ve dünyevi ikballere pek değer vermemiş; aksine, züht ve kanaat gibi faziletlerle ruhsal saflık kazanmanın gerekliliğine inanarak feragat ahlakına eğilimli olmuşlardır.
Ahlak kavramı, felâsifenin ve az çok onlardan etkilenen -Doğu'da Gazzâlî, Fahreddin Râzî (ö. 1210), Nasîrüddîn Tûsî (ö. 1274), Batı'da (Endülüs) İbn Bâcce (1139), İbn Tufeyl (ö. 1185) gibi- birkaç muahhar düşünür ve âlimin dışında kalan ulemanın teorik tartışmalarında yer almaz. Kınalızâde Ali Efendi'nin Ahlâk-ı Alâî'si ile birkaç çeviri istisna edilirse Osmanlı tarihi boyunca bilimsel-felsefî anlamıyla kayda değer ahlak kitabı yazılmamıştır. Sistematik sayılabilecek az sayıdaki kitabın ise neredeyse tamamı XIX ve XX. yüzyıllarda Batı etkisinde yazılmıştır denilebilir.
c) Ahlak Kitapları: İslam ve Türk eğitim tarihinde köklü bir yeri bulunan ve klasik olarak nitelendirebilecek ahlak kitapları genel şekliyle ahlakı "ilm-i ahlak" adı altında ahlakî konuların ele alındığı bir ilim olarak tanımlayan çalışmalardır. Bu tür eserlerde ahlak, nazarî (teorik) ve amelî (pratik) olmak üzere iki kısımda ele alınmaktadır. Kitapların nazarî kısımlarında, ahlak felsefesi olarak nitelendirilebilecek olan ahlakın tanımı, kaynağı, konusu, insan davranışlarında vicdanın ve iradenin rolü, ahlakın değişip değişmeyeceği meselesi, huyun doğuştan mı geldiği yoksa sonradan mı kazanıldığı gibi konular üzerinde durulmaktadır. Amelî kısımlarda ise ferdî ve sosyal ahlak olarak nitelendirebilecek insanın yaratıcısına, kendisine, ailesine, çevresine, diğer yaratıklara, vatanına ve genel olarak topluma karşı olan görevleri ve sorumlulukları ele alınmıştır.
Ahlak kitapları için belirli tek bir formdan bahsetmek mümkün değildir. Zira ahlak konusu dinden bağımsız kabul edilmemiş, hayatın bir parçası olarak birçok farklı disiplin içerisinde yer almıştır. Özellikle Tanzimat öncesi dönemde din ve ahlak eğitiminin gerek örgün gerekse yaygın eğitim sistemi içinde müstakil bir ders olarak işlenmek yerine hayatın bir parçası olarak ele alınması hususu da göz önüne alındığında, ahlak kitaplarını da özel muhtevaya sahip müstakil bir eser şeklinde tasnif etmenin zor olduğu, ahlakın, özellikle dinle ve toplumla ilişkisi sebebiyle birçok farklı kitaba konu olduğu söylenebilir. Dolayısıyla nasihatnameler (pendnameler), ahlakî öğütleri içeren kırk hadisler, hayvanların temsilen konuşturulduğu Kelile ve Dimne türü eserler, fütüvvetnameler, siyasetnameler, ahlakî öğütler ve hikâyeler içeren Mesnevî, Gülistan ve Bostan tarzı bütün eserleri ahlak kitabı kategorisinde kabul etmek mümkündür. Aynı şekilde Nâbî'nin Hayriye'si, Sünbülzâde Vehbi Efendi'nin Lutfiye'sinin yanında mekârimü'l-ahlak, ahlâk-ı hasene, ahlâk-ı hamîde vb. başlıklar içeren birçok kitap da benzer şekilde değerlendirilebilir.
İslam eğitim tarihinde kendisinden sonraki dönemi etkilemiş klasik ahlak kitapları olarak nitelendirilebilecek eserler arasında ilk bahsedilebilecek kitabın filozof, tarihçi ve ahlak bilgini İbn Miskeveyh'in (ö. 1030) ahlaka dair görüşlerinin sistematik bir şekilde toplandığı Tehzîbü'l-Ahlâk ve Tathîrü'l-A'râk isimli eseri olduğu kabul edilir. Bu eser kendisinden sonra yazılan ahlak kitaplarını geniş ölçüde etkilemiştir. Türkçe'ye de çevrilen Tehzîbü'l-Ahlâk (2017) yedi bölümden (makale) oluşmaktadır. İlk bölümünde nefsin mahiyeti, bilginin kaynağı ve değerinden bahsedilmekte, daha sonra ise ahlaka konu olan davranışlar, erdemler ele alınmaktadır. İkinci bölümde ahlakın tanımı yapılarak ahlak eğitiminin mümkün olup olmadığından bahsedilmektedir. Bu bölümün sonunda müellif, gençlerin ve çocukların eğitimine de değinmiştir. Üçüncü bölümde, iyilik ve mutluluk kavramları ele alınmaktadır. Aristo ve diğer Yunan filozoflarına göre mutluluğun tanımları verildikten sonra, kişinin mutluluğa ulaşması ve mutlu kalmasının yollarından bahsedilmiştir. Dördüncü bölümde insanın fiillerinden; beşinci bölümde ise sevginin türlerinden bahsedilen eserde altıncı ve yedinci bölüm de nefsin hastalıklarına ve bu hastalıkların tedavi yollarına ayrılmıştır (bk. İbn Miskeveyh).
Aynı yüzyılda Mâverdî'nin (ö. 1058) kaleme aldığı Edebü'd-Dünyâ ve'd-Dîn kısa bir mukaddime ve beş bölümden (bab) oluşur. İlk bölümde aklın tarifi ve mahiyeti, akıl-tecrübe ilişkisi gibi konular ele alınmış; ikinci bölümde bilginin değeri, ilim-din ilişkisi, insanların ilme ve ilim adamlarına bakışı, eğitim ve öğretim metotları, kuralları, öğrenci-öğretmen münasebetleri, ilim-amel ilişkisi, ilim adamlarının ahlakî görev ve yükümlülükleri; üçüncü bölümde genel olarak görev ve yükümlülük problemleri üzerinde durulmuş, bu çerçevede temel ibadetlerin hikmetleri, nefsin eğitimi konusu işlenmiştir. Eserin en önemli ve orijinal kısmı olan dördüncü bölümde insanın sosyal bir varlık olduğu düşüncesinden hareketle tecrübelere dayalı, tutarlı ve yaşanılabilir bir ahlak anlayışı ortaya konulmuştur. Son bölümde, İslam ahlakında fazilet ve rezilet sayılan duygu ve davranışlar geniş bir şekilde incelenmiştir. İbn Hazm'ın (ö. 1064) bir mukaddime ve on iki bölümden oluşan Müdâvâtü'n-Nüfûs (el-Ahlâk ve's-Siyer) adlı eseri de aynı dönemin diğer önemli bir ahlak kitabıdır.
Daha sonraki ahlak kitaplarının en önemlilerinden biri de Gazzâlî'nin (ö. 1111) İhyâü Ulûmi'd-Dîn adlı eseridir. Gazzâlî felsefî, tasavvufî ve gelenekçi ahlakı başarılı biçimde birleştiren isim olarak kabul edilmektedir. Dört ciltten oluşan İhyâ'nın her cildinde "kitap" başlığı altında onar konu işlenmiştir. Gazzâlî bu eserde ahlakın yanında tasavvufî, felsefî birçok konuya da değinmiştir. Ahlâk-ı Celâlî'den Mârifetnâme'ye, Ahlâk-ı Nâsırî'den Tarîkatü'l-Muhammediyye'ye varıncaya kadar kendisinden sonraki birçok eseri etkileyen İhyâü Ulûmi'd-Dîn, birçok defa Türkçe'ye de çevrilmiştir. Bu çevirilerden ilkini Şeyhülislam Bostanzâde Mehmed Efendi (ö. 1598) gerçekleştirmiştir. Günümüzde de Ahmet Hulusi Serdaroğlu, Ali Arslan Aydın, Dilaver Selvi gibi birçok mütercim tarafından çevirisi yapılmıştır (bk. İhyâü Ulûmi'd-Din). Gazzâlî'nin çağdaşı Ebû Nasr Tabersî'nin (ö. 1153) Mekârimü'l-Ahlâk adlı eseri de burada anılmalıdır.
Kendisinden sonraki literatüre etki eden bir başka ahlakî eser, Nasîrüddîn Tûsî'ye (ö. 1274) ait Ahlâk-ı Nâsırî'dir. Bu eser, İslam ahlak düşüncesinin olgunluk dönemi klasiklerinin en önemlilerinden biri kabul edilmektedir. Tûsî'nin İbn Miskeveyh, Kindî, Fârâbî ve İbn Sînâ'nın görüşlerinden faydalanarak hazırladığı bu eserde ahlakın konusu olan insan davranışlarındaki fazilet ve reziletlerin nasıl ortaya çıktığı, sonuçlarının ne olduğu, faziletleri elde etme ve reziletlerden kaçınma yolları ile nefsin hastalıklardan korunma ve tedavi yolları ele alınmıştır. Ahlak alanında Farsça yazılan eserlerin ilki olması bakımından da önem taşıyan Ahlâk-ı Nâsırî, bir mukaddime ve üç bölümden oluşmaktadır. "Tehzîbü'l-ahlak" ismini taşıyan ilk bölümde fazilet ve reziletler konu edilmektedir. "Tedbîrü'l-menâzil" başlıklı ikinci bölümde aile ahlakından ve ev idaresinden; "Siyâsetü'l-müdün" başlığını taşıyan üçüncü bölümde ise sosyal ve siyasî ahlaktan bahsedilmektedir. Bu bölüm aynı zamanda bir siyasetname özelliği de taşımaktadır. Ahlâk-ı Nâsırî, Rahim Sultanov tarafından Âzerî Türkçesi'ne, Anar Gafarov ve Zair Şükürov tarafından da Türkçe'ye çevrilmiştir.
Kendisinden sonraki literatürü etkileyen klasik ahlak eserinden biri de Celâleddin Devvânî'ye (ö. 1502) aittir. Ahlâk-ı Celâlî olarak bilinen bu eserin tam adı Levâmiu'l-İşrâk fî Mekârimi'l-Ahlâk'tır. Nasîrüddîn Tûsî'nin Ahlâk-ı Nâsırî isimli eseri ile gerek şekil gerekse muhteva yönünden büyük benzerlikler taşıyan bu eser, Farsça ahlak kitaplarının en meşhurlarındandır. Büyük oranda İbn Miskeveyh, Gazzâlî ve Fârâbî'den izler taşımakta ve üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm "Tehzîbü'l-ahlak", ikinci bölüm "Tedbîrü'l-menzil", üçüncü bölüm ise "Tedbîr-i müdün ve rüsûm-ı pâdişâhî" başlığını taşımaktadır. Eser, Türkçe'ye çevrilmiştir (2020).
Bu iki eserden sonra Farsça yazılan ahlak kitaplarının en meşhurlarından biri Hüseyin Vâiz-i Kâşifî'nin (ö. 1504-1505) Ahlâk-ı Muhsînî'si olup Sultan Hüseyin Baykara'nın oğlu Ebü'l-Muhsin Mirza adına kaleme alınmıştır. Kırk bölüm (bab) halinde düzenlenmiş olup her bölümde ibadet, ihlas, sabır, sebat, istikamet, şefkat, merhamet, ihsan, sehavet, emanet, diyanet, adalet, şecaat gibi ahlak ve fazilet kavramlarından biri ele alınmıştır. Ahlâk-ı Muhsinî, başta Türkçe olmak üzere çeşitli dillere çevrilmiştir. Türkçe'ye ilk tercümesi II. Selim zamanında, Azmî mahlasıyla tanınan Pîr Muhammed tarafından Enîsü'l-Ârifîn adıyla yapılmış (1566), daha sonra Ebü'l-Fazl Muhammed b. İdrîs Defterî, şair Abdurrahman Firâkî, Hoca Sâdeddin'in oğlu Abdülaziz ve Osmanzâde Tâib tarafından da Türkçe'ye çevrilmiştir. Osmanzâde Tâib'in Ahlâk-ı Ahmedî adıyla özet olarak yaptığı ve III. Ahmed'e sunduğu tercüme basılmıştır (1840). Ahlâk-ı Muhsînî'yi, şair ve tarihçi Âgehî Muhammed Rızâ (ö. 1874) da Doğu Türkçesi'ne çevirmiştir.
Kınalızâde Ali Efendi'nin (ö. 1572) yazdığı ilk Türkçe ahlak kitabı Ahlâk-ı Alâî'dir. Ahlâk-ı Alâî'nin de kendisinden sonra yazılan Türkçe ahlak kitaplarına bir şekilde kaynak olduğu söylenebilir. Nitekim Ahlâk-ı Alâî uzun bir süre Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulmuştur (bk. Ahlâk-ı Alâî).
Eğitim tarihimizde özellikle XIX. yüzyıl, ahlak konulu kitapların sayısında artışın gözlendiği bir dönem olarak dikkati çekmektedir. Bu artışın sebeplerini Meşrutiyet devrinde ahlak eğitimi etrafında cereyan eden tartışmalarda aramak mümkündür. Basım imkânlarının gelişmesi, ders kitaplarının yazılmasının yanında özellikle Batılı devletler karşısında Osmanlı Devleti'nin geri kalmasının en önemli sebeplerinden biri olarak ahlakî seviyenin düşüklüğünün gösterilmesi gibi hususlar, söz konusu artışın sebepleri olarak kabul edilmektedir. Buna ilişkin durum tespiti açısından ortaya konulan iki sebep dikkat çekicidir. Bunlardan birincisi olarak, Bursalı Mehmed Tâhir müslümanların geçmişte bölümlere ayrılmış ve çeşitli tahsil zorluklarını barındıran ahlak kitapları yerine kısa yoldan hadîs-i şeriflere müracaatı tercih etmeleri sebebiyle ahlak kitabına fazla ihtiyaç duymamalarını göstermektedir. Bundan dolayı, Mehmed Tâhir'e göre hedefe kısa yoldan varmak için İslam'ın doğuşuyla onu takip eden devirlerde, ahlak kitapları tertip etmeye ve toplamaya lüzum görülmemiştir (bk. Bursalı Mehmed Tâhir).
İkinci sebep ise Tanzimat öncesi Osmanlı dönemi eğitim kurumlarında ahlakla ilgili, öğrencilere ahlakî güzellikleri kazandırmak için özel/müstakil bir dersin yer almamasıdır. Bu durum dönemin bütün eğitim kurumları için geçerlidir. Dolayısıyla Tanzimat öncesi dönemde ahlak eğitimi, yaygın eğitim içinde yer almaktaydı. Mesela camilerdeki vaaz ve hutbeler yanında Ahîlik kurumu da bu konuda önemli işlevler görmekteydi (bk. Ahîlik). Örgün eğitim sistemi içinde müstakil bir ders olarak yer almayan ahlak dersi ihtiyacı özelde din dersleri, genelde ise bütün dersler içinde birlikte karşılanmaktaydı. Bir bakıma din ve ahlak öğretimi bir bütün olarak kabul edilmekteydi. Ancak Tanzimat sonrasında özellikle ilim/bilim alanında branşlaşmaya gidilmesi sonucunda Osmanlı'daki eğitim anlayışında da branşlaşmaya gidilmiştir. Bu süreçte din/ahlak eğitiminin bütün müfredatın merkezinde yer alan konumu değişmiş, din/ahlak öğretimi müstakil bir ders halini almıştır. Bir bakıma din(î) eğitiminden din/ahlak eğitimine geçilmiştir. Din dersleriyle birlikte verilen ahlakî öğüt ve nasihatler, Tanzimat sonrasında yeni eğitim öğretim metotlarıyla beraber ahlak adı altında ayrı bir ders olarak teşekkül etmeye başlamıştır. Bu da beraberinde başta ders kitapları olmak üzere, ahlak kitaplarının sayısında ciddi bir artışa sebep olmuştur.
Tanzimat dönemi modern okulların açılmaya başlamasıyla müfredatta yer alan derslerin başında ahlak gelmiştir. Bu ders, ibtidâî, rüşdî, idâdî ve yükseköğretimin bazı bölümlerinde düzenli olarak yer almıştır. Osmanlı son döneminde Tanzimat'tan Cumhuriyet'e ibtidâî mekteplerinde sıklıkla okutulan ahlak ders kitapları şöyledir: İmam Birgivî, Risale-i Ahlâk; Mehmed Sâdık Paşa, Risale-i Ahlâk; İbrâhim Edhem Paşa terbiye-ve-talim-i-adab-ve-nesayihul-etfal">Terbiye ve Ta'lîm-i Âdâb ve Nesâyihü'l-Etfâl; yazarı belli olmayan Rehnümâ-yı Ahlâk; Ali Nazîmâ Bey, Yeni Risale-i Ahlâk ve Vezâif-i Etfal; Cevdet Efendi, Risale-i Ahlâkiye; Ali Rızâ Bey, İbtidâîlere Ma'lumât-ı Ahlâkiye ve Medeniyet Dersleri; Ali Seydi Bey, Musahabât-ı Ahlâkiye; Mehmed Hâzık Ma'lûmât-ı Medeniye ve Ahlâkiye; Jule Payot Mektebde Ahlâk; Ahmed Cevât (Emre), Musahabât-ı Ahlâkiye: Sıhhiye Medeniye, Vataniye ve İnsâniye, Ma'lumât-ı Ahlâkiye ve Medeniye Dersleri; İsmâil Cezmi, Ma'lumât-ı Ahlâkiye ve Medeniye Dersleri, Ali Seydi Bey, Kızlara Mahsus Terbiye-i Ahlâkiye, Sıhhiye, Tarihiye ve Medeniye; Hasan Tahsin, Rehnümâ-yı Ahlâk. Ebü'l-Cezmi Hıfzî, Ma'lûmât-ı Ahlâkiye ve Medeniye Dersleri; Tüccarzâde İbrahim Hilmi Çığıraçan, Çocuklara Ahlâk Dersleri.
Osmanlı son döneminde Tanzimat'tan Cumhuriyet'e rüştiye (ortaokul) mekteplerinde okutulan ahlak ders kitapları şunlardır: Mehmed Sâdık Rifat Paşa, Risale-i Ahlâk; Mustafa Hâmi Paşa, Vezâif-i Etfâl; Ali İrfan Eğribozî, Çocuklara Tâlim-i Fezâil-i Ahlâk; Ali Nazîmâ, Yeni Risale-i Ahlâk ve Vezâif-i Etfâl; Ali Rızâ, Kızlara Mahsus İlm-i Ahlâk; Ali İrfan Eğribozî, Rehber-i Ahlâk; Ahmed Şemî, Hülâsatü'l-Ahlâk; Mehmed Hâzık, Malûmât-ı Medeniye ve Ahlâkiye; Nazım İçsel, Kızlara Mahsus Terbiye-i Ahlâkiye ve İctimaiye Ders Kitabı; Ahmed Cevad (Emre), Mektebde Malûmât-ı Ahlâkiye ve Medeniye Dersleri; J. Payot, Mektebde Ahlâk; Ahmed Ziyâ ve Ali Haydar, Yeni Malûmât-ı Medeniye; İsmâil Cezmi, Malûmât-ı Ahlâkiye ve Medeniye Dersleri.
Osmanlı son döneminde Tanzimat'tan Cumhuriyet'e idâdî ve sultânî (lise) mekteplerinde okutulan ahlak ders kitapları şunlardır: Yağlıkçızâde Ahmed Rifat, Bergüzâr; Mehmet Said, Ahlâk-ı Hamide; Hüseyin Remzi, Ahlâk-ı Hamîdî; Ali İrfan Eğribozî, Çocuklara Tâlim-i Fezâil-i Ahlâk, Rehber-i Ahlâk; Ali Rızâ, İlm-i Ahlâk; Mustafa Hâmi Paşa, Musahhah Vezâif-i Etfâl; Abdurrahman Şeref, İlm-i Ahlâk; Ali Seydi, Terbiye-i Ahlâkiye ve Medeniye; Hakkı Behiç, Ma'lûmât-ı Medeniye ve Ahlâkiye; Ali Rızâ, Ahlâk ve Malûmât-ı Medeniye Dersleri; Ali Kemal, İlm-i Ahlâk; Pîr Hızrızâde Abdüssamed Fahri, Malûmât-ı Ahlâkiye ve Medeniye; Muslihiddin Âdil Taylan, Malûmât-ı Medeniye ve Ahlâkiye; Rifat, Fezâil-i Ahlâk; Ali Seydi ve Mustafa, Musâhabât-ı Ahlâkiye ve Malûmât-ı Medeniye.
Osmanlı son dönemi öğretmen okullarında ve diğer orta ve yükseköğretim mekteplerinde ahlak ders kitapları okutulmuştur. Bunların başında gelen eserler yazarlarıyla birlikte şöyledir: Ayşe Sıdıka, Usûl-i Tâlim ve Terbiye Dersleri; Ali Rızâ, Kızlara Mahsus İlm-i Ahlâk; Muslihiddin Âdil Taylan, Malûmât-ı Ahlâkiye ve Medeniye; Ali Rızâ, Malûmât-ı Ahlâkiye ve Medeniye; Yağlıkçızâde Ahmed Rifat, Bergüzar; Hüseyin Remzi, Ahlâk-ı Hamîdî; Mehmed Sâdık Rifat Paşa, Risale-i Ahlâk; Ali Rızâ, Kızlara Mahsus İlm-i Ahlâk; Abdurrahman Şeref, İlm-i Ahlâk; Ali Seydi, Kızlara Mahsus Terbiye-i Ahlâkiye ve Medeniye.
Osmanlı'nın son dönemindeki ahlak eğitim öğretimi ile ilgili eserler incelendiğinde; İslam ahlak geleneğinin ön plana çıktığı görülmektedir. Söz konusu eserlerde Batı'nın etkisi hissedilse de Osmanlı müelliflerinin bu etkiyi İslam ahlak geleneği ile birleştirdikleri ifade edilebilir. Bu bakımdan ahlak kitaplarında İbn Miskeveyh, Tûsî, Gazzâlî, Devvânî, Kınalızâde Ali Efendi gibi âlimlerin yanı sıra özellikle vazife ahlakının izlerini de görmek mümkündür. Nitekim 25 Muharrem 1287 (27 Nisan 1870) tarih ve 1217 numaralı Takvîm-i Vekayi' gazetesinde yayımlanan "Telif ya da Tercüme Olunacak Kitaplara Dair Nizamname Layihası"nda "Ahlak Risalesi" başlığı altında ahlakla ilgili yazılacak kitapların içinde bulunması gereken konuların "İlm-i ahlakın mevzusu ve gayesine dair muhtasar mukaddime, insanın vezâif-i dîniyesi, vâlideynine karşı vezâifi, muallimlerine karşı vezâifi, ebnâ-yı cinsine karşı vezâifi, nefse karşı vezâifi, ülülemre karşı vezâifi, vatana karşı vezâifi, kavânîn-i memlekete riâyetin vücûbu, hayvanat vesair mahlûkata karşı vezâifi" şeklinde belirtilmesi, o dönemde oldukça revaç bulan Kant'ın vazife/görev ahlakı felsefesinin özellikle ahlak ders kitaplarında merkeze alındığını göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Ancak söz konusu etkiye rağmen kitaplarda, özellikle kullanılan âyet ve hadis referansları ile İslam dininin etkisi baskındır.
Osmanlı'nın son dönem ahlak kitaplarında göze çarpan bir başka husus ise dinî ahlakın yanında millî ahlak olarak tanımlanabilecek bir vurgunun giderek artmasıdır. Bu çerçevede kanaat, sa'y, gayret, tevekkül gibi bazı kavramların yeni anlamlar kazandığı, vatan sevgisi ile ilgili bazı yeni kavramların da ahlak kitaplarına girdiği görülmektedir. Aynı şekilde bu dönemdeki kitaplarda, yetiştirilmek istenen vatandaş tipinin taşıması gereken özellikler, "vazifelerimiz ve sorumluluklarımız" başlıkları altında kitaplarda yer bulmuştur. Bu doğrultuda vazife kavramı çerçevesinde ahlakî sorumluluklar genel olarak kişinin kendisine, yaratıcısına, topluma, ailesine, devletine ve diğer varlıklara karşı görevleri ve sorumlulukları gibi bölümler halinde incelenmiştir. Eserlerde genel olarak bu başlıklar altında ele alınan ahlakî terbiye, iyiye yönlendirme ve kötüden sakındırma şeklinde tasnife tâbi tutulmakta, bireyin görevlerinin ve sorumluluklarının yanında, sakınması gereken tutum ve davranışlar da ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Bu doğrultuda ahlakî faziletler (erdemler) ve reziletler (kötü huy ve davranışlar) başlıkları altında en çok ifade edilen kavramlardan faziletle ilgili olanlardan bazıları "sağlığı korumak, sa'y ve amel, ilim tahsili, doğruluk, alçak gönüllülük, yumuşak huyluluk, sabır, iffet, şecaat, cömertlik" şeklinde iken, reziletle ilgili olanlardan bazıları ise "tembellik, cehalet, yalan söylemek, kibir, gazap, korku, cimrilik, sefahat, haset" şeklindedir. Eserlerde ahlakî değerlerin yanında, masada nasıl yemek yeneceği, büyüklerin yanında nasıl oturulup kalkılacağı gibi âdâb-ı muâşeret kurallarına da yer verilmiştir.
Osmanlı'nın son dönemi ahlak kitaplarında, ahlak eğitiminin yöntemine dair de çeşitli ipuçları bulunmaktadır. Kitaplarda göze çarpan hususlardan biri, modern olarak nitelendirebilecek yöntem ve tekniklere başvurulmasıdır. Bu doğrultuda kitaplarda istenilen davranışların kazandırabilmesi için öncelikle davranışın ne olduğunun muhataba iyi bir şekilde açıklanmak istendiği görülmektedir. Mesela yalan konusu işlenirken öncelikle yalanın anlamı verilerek mahiyeti açıklanmış, neyin yalan olduğu neyin ise yalan olmadığı belirtilmiş, daha sonra yalanın sebepleri ve yalanın yol açtığı bireysel ve toplumsal zararlar üzerinde durulmuş, en sonunda ise konuyla ilgili kısa hikâyelere yer verilerek bu davranışın görüldüğü kişilerde yalan alışkanlığının nasıl düzeltilebileceğine dair çözüm önerileri sunulmuştur. Kitaplarda ahlakî değerlerin daha iyi anlaşılması, somut örneklerle aktarılması ve zihinlerde kalıcı hale gelmesi amacına yönelik olarak peygamberlerin hayatlarından ve güncel hayattan örneklere, soru-cevap usulüne, toplumun örnek kabul ettiği tarihî kişiliklerin sözlerine ve hayatlarına, hikâye ve şiirlere yer verildiği görülmektedir.
Dönem eserlerinde dikkat çeken diğer bir metot ise kötü bir davranışın yerine güzel davranışın ikame ettirilmesidir. Bu yönteme göre kişide var olan kibrin yerine tevazu, hasedin yerine gıpta, cimriliğin yerine cömertlik erdemi kazandırılmalıdır. Bu sebeple kitaplarda iyi ve kötü davranışlar birlikte zikredilmektedir. Bu konuda verilen örneklerden biri temiz elbise örneğidir. Buna göre, kişi kirli elbisesini çıkarıp banyo yaptığında, aynı kirli elbiseyi tekrar giydiğinde temizlenmiş sayılmaz. Banyo yaptıktan sonra temiz ve güzel kıyafetler giydiğinde temiz kabul edileceği gibi, kötü ahlakının yerine güzel ahlakı koyduğunda da aynı şekilde güzel ahlaklı kabul edilir.
Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde eğitim ve bilhassa din eğitimiyle ilgili gelişme ve değişmeler dönem içinde yazılan dinî ve ahlakî kitapların sayısı ve içeriklerini de etkilemiştir. Özellikle 1950'ye kadar din eğitiminde yaşanan olumsuz gelişmelerin din ve ahlak alanında yazılmış kitapların sayısında önemli bir düşüş meydana getirdiği, kitap içeriklerinde de bazı değişikliklere gidildiği görülmektedir. Dönemin en önemli örneklerinden biri, Kant'ın vazife ahlakını İslam süzgecinden geçirerek yeniden yorumladığı ve müslüman kişiliği ile birleştirdiği görülen Ahmet Hamdi Akseki'nin Ahlâk Dersleri isimli eseridir. Bu dönem kitaplarında ahlakî olarak Hz. Peygamber'in örnekliği ön plana çıkarılmıştır. Konular, kişinin rabbine, kendisine, ailesine, topluma, devlete, çevresindeki hayvan ve bitkilerle bütün insanlara karşı sorumlulukları çerçevesinde işlenmiş, devletine karşı olan sorumlulukları üzerinde de ayrıca durulmuştur. Özellikle din eğitiminin yapılmadığı dönemlerde basılan ahlak kitaplarında, ahlakî faziletler olarak zikredebilecek doğruluk, saygı, nefsine hâkim olmak, dedikodudan uzak durmak, tasarruf, tutumlu olmak, alçak gönüllü olmak gibi hasletlere yer verildiği ancak bu hasletlerin dinle bağlantılarının kurulmadığı görülmektedir.
Günümüzde yazılan ahlak kitaplarına bakıldığında niceliksel olarak artışın yanı sıra niteliklerinde de değişiklikler olduğunu söylemek mümkündür. Buna göre kitapların artık yaş gruplarına göre kategorize edildiği, çocuklara, anne babalara ve/veya yetişkinlere yönelik farklı kitapların hazırlandığı görülmektedir. Güncel ahlak kitaplarında ahlak, genellikle dinî bir arka planla birlikte okuyuculara sunulmakta ve bu kitaplar daha çok kişisel gelişim kitapları olarak kabul edilmektedir.
Bütüncül olarak bakıldığında ahlak kitaplarında en göze çarpan hususlardan biri ahlak eğitiminin dayak ve korku ile değil, güzellikle ve ikna yoluyla yapılması gerektiğinin vurgulanmasıdır. Muhataba kazandırılacak davranışın bilgi düzeyinde kalmamasının, öğrendiklerini davranışa dönüştürmesi için kendisinde ayrıca bir motivasyon ve heyecan uyandırılmasının gerekliliği de ifade edilen hususlar arasında yer almaktadır. Bu süreçte dinin kişi için en güçlü motivasyon kaynaklarından biri olarak görüldüğünü söylemek mümkündür. Bununla beraber, ahlak kitabı yazarları ahlak eğitiminde muhataba verilecek küçük mükâfatların da (aferinler, küçük hediyeler) öğretilenlerin davranışa dönüştürülmesinde olumlu yönde etki edeceğini ifade etmektedirler.
Ahlak kitaplarında üzerinde önemle durulan noktalardan biri de bireyin davranışlarının iki aşırı uçtan uzak, itidal (orta yol, ılımlı tutum ve davranış) üzere olmasıdır. İtidal, hem kişinin güzel ahlak sahibi olmasına hem de bu hali korumasına yardımcı olan bir ilke olarak dikkat çekmektedir.
Ahlak kitabı yazarlarının ahlak eğitimi hususunda önemle üzerinde durdukları bir diğer konu, bu eğitimin bütüncül bir karakter taşımasıdır. Buna göre, kişi güzel ahlak sahibi olabilmek için bütün davranışlarında itidalli olmaya özen göstermelidir. Kişinin ahlakî görevlerinin bir kısmını yerine getirip bir kısmını yerine getirmemesinin güzel ahlakın tamamlanmasının önünde engel teşkil edeceği, dolayısıyla ahlakî gelişimini olumsuz etkileyeceği düşünülmektedir.