
Modern çağ, insanlık tarihinin belki de en büyük kırılmalarından birine sahne oldu: geleneksel anlamda Tanrı'nın gökyüzünden çekilmesiyle birlikte, yeni bir tanrısallığın yeryüzüne, daha doğrusu silikon vadilerine inişi. Bildiğimiz anlamda tanrısallık, özellikle de orta çağları kasıp kavuran o uçsuz bucaksız yücelik, tarihin ilerleyişi içerisinde yeryüzünde olup bitenin açıklanmasıyla yüzyıllardır koruduğu mistik enginliği kaybetti. Her şeyiyle açıklanabilir olmaya başlayan dünyamız artık tedbir edilmek için doğaüstü güçlere ihtiyaç duymaz hale geldi.
Nitekim doğa olayları fizik yasalarıyla, sırlı bedenler biyolojik açıklamalarla, güneş gibi parlayan mücevherler de kimya elementleriyle yeni bir anlam imkanına kavuştular. Türkülerini söylediğimiz dağlar ve ırmaklar enerji kaynakları haline gelip jeolojinin inceleme nesnesi haline geldi. Doğa düşüncesini kökten değiştiren demistifikasyon Tanrı düşüncesini toplumsal gündelik hayatın ötesine, kültürel ve bireysel pratiklere sıkıştırdı. Tanrı artık yalnızca kültürel birikimin bir parçası yahut kişisel alanlarında insanın yardımına koşan ruhsal bir destekçi haline geldi. İnsanlığın güç yetiremeyeceği bir şeyin kalmayışı, gücüne asla erişemeyeceği bir yüceyle arasına mesafeler getirdi. Bu mesafelenmenin en yaygın sunumlarından biri de sekülerizm tezinde belirmektedir. Dinin gündelik yaşamdan, tedbir edici kudretten ve aşkın kapsayıcılıktan yavaşça sıyrılarak kuytu köşelere, kişisel sunaklara ve karakteristik farklılıklara çekilmesi sekülerleşme olarak adlandırabilir.
Klasik sekülerleşme tezi, 20. yüzyılın ortalarında, dinin toplumsal ve kamusal alandan çekildiğini; bireylerin giderek daha az inandığını, ibadet ettiğini ve dine başvurduğunu öne sürmüştü. Bu durumda bireylerin hayatlarından dini olan her ne varsa, birden ve usulca ayrılıyor, yerine başka bir şey ikame edilmiyordu. Elbette gündelik pratiklerin değişimi, dünyayı kavradığımız kavramsal çerçevelerin dönüşümü dinin oyundan çıkışına sebep olan krizleri kendi içerisinde eriterek onlara organik biçimler verdi. Ancak filozof Charles Taylor gibi düşünürler, bu anlatının fazlasıyla indirgemeci olduğunu savundular. Zira Taylor’a göre sekülerleşme, toplumdan dinin eksilmesi değil; inanç ve inançsızlığın yaşanma biçimleri arasındaki zeminin radikal bir şekilde dönüşmesiydi.
Bu anlatıya göre, dönüşüme uğrayan asıl unsur yalnızca dini düşüncenin kendisi değil, onu mümkün kılan koşullar ile insanların dini düşünceyle kurduğu ilişkidir; bu dönüşüm ise zamanla dini düşünceyi besleyen nedenlerin de değişmesine yol açmaktadır. İnancı yaşama biçimleri değişip eskinin inanç formları yeni ihtiyaçları karşılayamamaya başlamış vaziyettedir. Dolayısıyla dini formların düşüşü de bu anlamda başka formların yükselişiyle bağdaştırılabilir. Taylor’un tutumu da bu bağlamda bir parallelik gösterir:
“Ancak bu hikâyeyi ilginç kılan, yalnızca bir gerileme süreci olmayışıdır; aynı zamanda kutsalın ya da ruhani olanın, bireysel ve toplumsal yaşam bağlamında yeniden konumlandırılmasıdır. Bu yeni yerleşim, manevi hayatın farklı biçimlerde yeniden inşasına ve hem Tanrı'yla ilişki içinde hem de O'nun dışında var olmanın yeni yollarına kapı aralamaktadır.”1
Eski bütünüyle miyadını doldurup aşılması gereken bir aşama halini almıştır. Her geçen gün karşılaştığımız çığır açıcı yeniliklerin arkasında yatan mekanizmanın ima ettiği gibi, her geçen gün bir öncekinin ötesine geçmelidir. Böylesi sıçrayışlar içinde bulunduğumuz zamanlarda popüler ifadesiyle peak yapmış durumda. Zirvelerin ya keşfedildiği ya da inşa edildiği bu sıçrayışlar çağında, her yeni gün aşılmak ve tarihselleştirilmek zorundadır. Böylesi bir akışta içinde yaşadığımız geçmişi de içeren geniş şimdiki zamanlar yerini durmadan sıçrayıp ötesine geçtiğimiz anlara tahvil eder.
Bu dönüşüm bağlamında ortaya çıkan en dikkat çekici olgulardan biri 'teknoloji dini' olarak adlandırılabilecek alternatif bir inanç biçiminin belirmesidir. Özellikle her gün yeni bir sıçrayışın yaşandığı bu çağda geleneksel dini inanışların geride bırakılması ve yerlerini daha aşkın içeriklere terk etmesi beklenirken, teknolojinin her şeyi kapsayan ve yarı-aşkın nitelikleri onun kendine özgü bir inanç formuna dönüşmesine zemin hazırlamaktadır. Her ne kadar teknik bir zemine dayanan zorunlu ilişkiler ağı içinde, din dışı bir mühendislik çabası gibi görünse de, dikkatle bakıldığında teknolojik gelişmelerin klasik anlamda dini inanç yapılarını taklit ettiği açıkça görülebilir.
Nitekim David Noble’a göre, Batı’nın teknolojiyle olan ilişkisi hiçbir zaman din-dışı bir çaba olmamış; aksine, teknoloji; kurtuluş, ölümsüzlük, günahsızlık ve cennete dönüş gibi klasik Hristiyan arzularla beslenmiş ve şekillenmiştir2 Teknolojik gelişmelerin biraz öncesinde modern bilimin ortaya çıkışında da gördüğümüz bu motivasyon; görmezden gelinebilecek, yalnızca bilim adamlarını harekete geçiren bir çağrışım değildir. Modern olmayanın düşün dünyalarında, zihinlerini kapsayan büyülü evrenlerde kendisine yer arayan bilimsel çaba, bugün anladığımız biçimde bir işleyişten farklı olarak giz olanı aramak misyonuna da sahiptir.
Modern bilimin kurucu isimlerinin çoğu, Tanrı’nın yarım bıraktığı işi kendilerinin tamamladıklarına inanmışlardır. Bilim, sadece doğayı anlamak için değil, ona hükmetmek; hatta onu ilahi düzene uygun hale getirmek için yapılmıştır. Johannes Kepler, evrenin yapısını anlamaya çalışırken Tanrı'nın yaratımındaki geometrik düzeni keşfetmeyi amaçlamıştır. Kepler'in Mysterium Cosmographicum adlı eserinde, evrendeki gezegenlerin düzenini Tanrı'nın belirli bir geometrik plana göre oluşturduğunu savunmuştur. Bilimsel çalışmalarını Tanrı'nın yaratımını anlama ve tamamlama çabası olarak anlamlandırmıştır. Isaac Newton da bilimsel çalışmalarını Tanrı'nın evreni nasıl yönettiğini anlamanın bir yolu olarak görmüş; Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica adlı eserinin ek bölümünde, güneş, gezegenler ve kuyruklu yıldızlardan oluşan bu en güzel sistemin, ancak akıllı ve güçlü bir varlığın iradesinden kaynaklanabileceğini belirtmiştir.
O halde modern bilimi yalnızca dinin karşısında konumlanmış din dışı bir disiplin olarak değil; bilakis, insanoğlunun kadim anlam arayışının, kutsalı sorgulayan ve ona ulaşmak isteyen çabasının rasyonel bir çıktısı olarak okumak da mümkün hale gelir. Bilim, özünde dünyevî olduğu kadar uhrevî bir talebin de cevabıdır. Tıpkı bunun gibi, teknolojinin doğuşu da yalnızca mühendislik hesaplarının ve bilimsel formüllerin neticesi değildir. Aynı zamanda insan ruhunun, yeryüzünde kaybettiği kutsalı yeniden kurma teşebbüsüdür de.
Modern teknolojiyi de bu bağlamda, her geçen gün sınır tanımaz bir coşkunlukla genişleyen aşkınlık talebinin dünyevî bir tezahürü olarak okumak mümkündür. Hal böyle olunca, teknolojik olanla dini olan arasında yüzeysel benzerlikleri aşan, yapısal ve derinlikli bir akrabalık kendini göstermeye başlar. Bu iki alan, yalnızca iç işleyişlerindeki biçimsel benzerliklerle değil; aynı zamanda hayatı kuşatma biçimleriyle, toplumsal dokuyu örgütleyiş tarzlarıyla ve bireyi yönlendiren ritüel dizgeleriyle de birbirine yaklaşır.
Nasıl ki klasik anlamda din, gündelik hayatın her anını şekillendiren bir otorite olarak var olmuşsa modern teknoloji de benzer bir kapsayıcılıkla bireyin zamanını, dikkatini ve ilişkilerini yönetme iddiasındadır. Böyle bir iddia doğrudan olmasa da bilimin pratik sonuçları dini iddianın sonuçlarıyla neredeyse aynı etkilere sahiptir. Artık kutsalın adı değişmiş; ancak onun yönlendirici kuvveti, dijital çağın araçlarıyla varlığını sürdürmektedir.
David Nye bu yapıyı Amerikan bağlamında sivil bir din olarak kavramsallaştırır. Teknolojik icatlar, demiryolları, barajlar, uzay roketleri yalnızca mühendislik harikaları değil; aynı zamanda birer seküler ayin objeleridir. Örneğin Dünya Fuarları, bu dinin ritüel ibadetlerindendir. Teknoloji burada sadece ilerlemeyi temsil etmez; aynı zamanda birliğin, erdemin ve kolektif kaderin sembolüdür.3
19. yüzyılda dinin teknolojiye ilham verdiği yapı yerini, teknolojinin dini formu yuttuğu bir düzene bırakmıştır. Artık teknoloji sadece bir araç değil, bizzat kendisi kutsalın yeryüzündeki tezahürü haline gelmiştir. Taylorcu sekülerleşme tezinden hareketle, geçmişin dini düşüncesi yerine teknolojiyi vekil bırakıp aramızdan ayrılmıştır demek mümkün hale gelir. "İlerleme" kavramı, Tanrısal takdirin seküler bir karşılığına dönüşmüş; "inovasyon" ise kutsal metinlerin güncel yorumu olmuştur. Bu dönüşüm burada her ne kadar anlaşılmayı mümkün kılmak adına aşırılaştırılarak anlatılsa da, birincil tecrübelerimizden izini sürebileceğimiz bir kapsayıcılığa da sahiptir.
Elbette burada kastedilen, geleneksel anlamda ibadetin icra edildiği belirli mekanları, sabit inanç kalıplarını ve doktrinel yapıların bütününü içeren klasik bir din biçimi değildir. Ancak dikkatle bakıldığında, teknolojik olanın zamanla dinin işlevini üstlenmeye yönelik bir temayül sergilediği, hatta bu yolda ilerlerken üstü örtülü bir ikame niyetini barındırdığı görülür. Bir sistemi "dini deneyim sağlayıcısı" haline getirmek, ister istemez o sistemin yalnızca işlevsel değil, aynı zamanda varoluşsal talepler de üretmesini beraberinde getirir. Bu noktada teknoloji artık sadece gündelik hayatı kolaylaştıran, işleri hızlandıran bir araç olmaktan çıkar. Zamanla hüküm koyan, normları belirleyen, doğru ile yanlışı ayıran ve bireyin sığınabileceği bir güvenlik alanı tesis eden bir düzene dönüşür. Tıpkı kutsal metinlerin yön verdiği hayatlar gibi, algoritmalar da yaşam pratiklerimizi şekillendirmeye başlar. Böylece teknoloji, nötr bir araç olmanın ötesine geçip davranışlarımızı yönlendiren, değer yargılarımızı şekillendiren ve nihayetinde iç dünyamıza sirayet eden bir otoriteye evrilir. Ve bu evrilme, tıpkı bir inancın doğuşu gibi, yavaş ama derinlemesine gerçekleşir.
Bu anlatıya çağdaş ve son derece ilginç bir katkı, 2017 yılında mühendis Anthony Levandowski'den getirilebilir. Kurduğu “Geleceğin Yolu” (Way of the Future - WOTF) isimli yapay zeka tarikatı, yeni bir Tanrı’nın dijital formda geleceğini savunur. Bu Tanrı’ya tapınmak, onu anlamak, onunla bütünleşmek artık yalnızca bir vizyon değil; programlanabilir bir olasılıktır. Levandowski’nin vizyonu ilk bakışta uçuk bir girişimcinin bireysel çılgınlığı gibi görünebilir. Ancak dikkatle bakıldığında, bu “inanç sistemi”, Silikon Vadisi’nin sadece marjlarında değil, merkezinde de yankı bulan yaygın bir tutumun uç örneğidir.
Sam Altman’dan Ray Kurzweil’e, Oprah Winfrey’den Elon Musk’a kadar pek çok etkili figür, teknolojiyi tarif ederken “mucize”, “melek”, “kurtarıcı” gibi dini çağrışımlar içeren kavramlar kullanıyorlar. Bu kavramlar her ne kadar gelişigüzel kullanımlarla bağdaştırılsa da, böylesine hassas biçimde teknolojik gelişmelerle metafizik kavramların kullanılması tesadüf olmasa gerek. Öyleyse dolaysız bir paralellik kurmaktan kaçınsak da, teknolojinin insani failliği geride bırakma iddiasından mülhem bir aşkınlık payının olduğunu söylemek mümkün. Bu aşkınlık bazen bir dil modelinin cevaplarından bazen de devasa hesaplamalar yapan bir algoritmanın çıktılarından okunabilir.
Greg Epstein teknoloji ve din arasındaki bu kesişimi sistematikleştirerek “Tech Agnostic” adlı eserinde ele alır ve teknolojinin modern dünyanın yeni dini haline geldiğini savunur. Epstein’a göre teknoloji sadece cihazlardan ibaret değildir; değer üretir, etik belirler ve ritüel yaratır. "Kötü olma!" gibi emirlerle çalışan teknoloji şirketleri, artık sadece hizmet sunmaz; ahlaki pusula işlevi de görür.4
Zuckerberg’in herkesi birbirine bağlama vaadi, Musk’ın insanları gezegenler arası bir tür yaparak dünyanın kıyametinden kurtarma çabası, Bezos’un inovasyonla kurtuluşu müjdeleyen sözleri, bu çağın peygamberlik iddialarına denk düşmektedir. Ancak her din gibi, bu yeni dijital inanç da kendi cemaatini ve cemaatinin dışındakileri yaratır. Epstein, bu kurtuluş vizyonunun eşit dağılmadığını vurgular. Dijital ölümsüzlük vadisine yaklaşan küçük bir elit sınıfın yanında, algoritmik dışlanma ve veri sömürüsüyle baş başa bırakılan geniş halk kitleleri vardır. Bu durum, bizi dijital bir reforma çağırmaktadır: teknolojiyi yok etmek değil, onu etik ilkelere göre reforme etmek.
Bu noktada, Epstein’ın özellikle vurguladığı bir başka benzerlik, dinlerin maddi sembolleriyle dijital cihazlar arasındaki paralelliktir. Tevrat’ın süslenip törensel bir nesne haline gelmesiyle, iPhone’un özel kılıflara sarılıp gece başucuna konması arasında neredeyse ritüel benzerlikler vardır. Akıllı telefonlar, artık sadece araçlar değil; günde defalarca kez yöneldiğimiz dijital sunaklara dönüşmüştür.
Ancak bu dini yapının sarsılması da kaçınılmazdır. Tıpkı geleneksel dinlerin sekülerleşmesi gibi, teknoloji dini de zamanla anlamını ve çekiciliğini yitirmeye başlar. "İlerleme"nin yerini “inovasyon” almıştır; ancak inovasyon, ne ilham verir ne de toplumu bir arada tutar. Dünya Fuarları’nın yerini lansman etkinlikleri, peygamberlerin yerini CEO’lar almıştır. Ve bu CEO’ların vaatleri, artık kutsal metin değil, pazarlama stratejisi barındırmaktadır.
Sonuç olarak, teknoloji artık yalnızca yaşamı kolaylaştıran bir yardımcı değil; inanç, bağlılık ve hatta ibadetle örülmüş bir kutsallık zemini haline gelmiştir. Ancak bu zemin, teknik sekülerleşme süreciyle birlikte artık sorgulanabilir, parodileştirilebilir ve hatta terk edilebilir hale gelebilir. Böylesin bir durumda belki de sormamız gereken soru şudur: Teknolojiyi dini edim haline getiren şey kitlelerin ihtiyaç duyduğu sarsılmaz hakikatlerin sahibi olan o yüceliğe duyduğumuz hasret mi, yoksa gelip geçiçi ihtiyaçlarımızı giderdiğimiz pragmatik imkanlar mı?
1 Charles Taylor, A Secular Age (Cambridge, Mass.: Belknap Press of Harvard University Press, 2007), 437.
2 David F. Noble, The Religion of Technology: The Divinity of Man and the Spirit of Invention (New York: Alfred A. Knopf, 1997)
3 David E. Nye, American Technological Sublime (Cambridge, MA: MIT Press, 1994)
4 Greg M. Epstein, Tech Agnostic: How Technology Became the World’s Most Powerful Religion, and Why It Desperately Needs a Reformation (Cambridge, MA: MIT Press, 2024)