Hiç yaşamadığın bir şeyi özlemenin nasıl bir his olduğunu tarif edebilir misin?
Mesela hiç eline almadığın bir kaseti, hiç çevirmediğin bir walkman’i özlemek veya hiçbir bölümünü canlı yayınla izlemediğin “Süper Baba” dizisinde baban gibi biri varmışçasına duygulanmak...
Bizim kuşağımız, yani 2000’lerde doğanlar, ilginç bir şekilde, hep geçmişe dönüp bakıyor. Yaşamadığımız dönemlere ait hatıraları sahipleniyoruz. Bilmediğimiz sokakları özlüyoruz. Duygusal olarak ait olmadığımız bir zamanı savunuyoruz. Sanki 90’lar bizim kayıp çocukluğumuz gibi.
Ama neden? İnsan yaşamadığı bir şeyi neden bu kadar özler? Neden içinde bulunmadığı bir döneme karşı bu kadar tutkulu olur?
Kayıp Ruhlar Kuşağı
2000’lerde doğduk ama birçoğumuzun ruhu sanki 90’larda unutulmuş gibi.
Gerçekten 90’lar çok mu güzeldi? Yoksa bugünü bu kadar yorucu yapan bir şeyler mi var?
Aslında mesele 90’lar değil, mesele bugünün ruhsuzluğu. Bugün her şey çok hızlı. Mesajlaşmalar, ilişkiler, yemekler, düşünceler... Hepsi bir story uzunluğunda yaşanıyor. Aşklar bile sanki yapım hatalı. Tanışmalar uygulamalarda, vedalaşmalar okunmamış mesajlarda saklı.
Birine âşık oluyorsun, 12 saat sonra tanımıyor gibi davranıyorsun. Bir şey izliyorsun, yarısında bırakıp TikTok’a geçiyorsun. Ve her şey bu kadar hızlı olunca, hiçbir şey derinleşmiyor. Hiçbir şeyin tadı damağında kalmıyor. İşte tam da bu yüzden, yavaş akan zamanlara özlem duyuyoruz. Mektup beklemenin heyecanını, sokakta arkadaşla karşılaşmanın rastlantısallığını, boş boş oturup pencereden dışarı bakmayı... Bunları yaşamadık belki, ama yaşamış gibi çok özlüyoruz.
Nostalji: Gerçeğin Değil, Hatıraların Seçici Hafızası
Bir de nostaljinin şöyle sinsi bir yanı var: Geçmiş, hiç kötü hatırlanmaz. Sadece güzel olanları alır zihin, geri kalanını süpürür atar sanki... O yüzden 90’lara hayran olan çoğu kişi, dönemin krizlerini, yoksulluğunu ya da sınırlı dünyasını unutup; sadece Tarkan şarkılarını, pembe telefonları ve mahalle kültürünü hatırlar. Aslında biz geçmişi hayal ederken, bugünün karanlığından bir kaçış noktası buluruz.
Belki de en önemlisi şu: Bizler kendimize ait bir ruh bulmakta zorlanıyoruz. Her şey başka bir şeyin kopyası. Herkes başka birine benzemeye çalışıyor. O yüzden, biz biricik olana, “ilk” olana, bozulmamış olana sarılıyoruz.
90’lar bize ilk bakışta “saflık” gibi geliyor. Filtrelenmemiş bir dünya. Daha az ekran, daha çok göz teması. Daha az kalabalık, daha çok samimiyet. Ama gerçek şu: Biz ne 90’lara aitiz, ne bugünü tam olarak yaşıyoruz. Bir yere sıkıştık. Her şeyi gören ama az şey yaşayan, çok bilen ama az hisseden, özgür görünen ama sürekli yorgun olan bir kuşak olduk. Bir kısmımız 90’lara âşık, bir kısmımız 80’lerin müziğine hayran, bir kısmımız 70’lerin sokaklarında yürümek istiyor. O yüzden nostalji, bizim için sadece geçmiş değil; kendimizi ait hissetmek istediğimiz bir hayal...
Belki hiçbir zaman 90’ları gerçekten anlayamayacağız. Ama o döneme duyduğumuz hayranlık, bugüne dair ne kadar eksik kaldığımızın sessiz bir isyanı gibi.
Kimi zaman Tarkan’ın bir şarkısında, kimi zaman bir dizide, Ve kimi zaman da hiç yaşanmamış bir anının sahte sızısında... Biz, geçmişte olmayan ama bugünde de tam bulunamayan bir kuşağız. Belki 90’larda yaşasaydık, bugünleri bilmek ve yaşamak isteyecektik, kim bilir?
Biz en çok, ait olmadığımız şeyleri özlüyoruz.

Kahverengi Bir Kutuda Eski Fotoğraflar. (Pexels)

