Davranışçılık, şartlanmanın, uyarıcı ile tepki arasında bir bağ kurularak gerçekleştiği temel varsayımlarından hareket eden bir yaklaşımdır. Felsefî arka planı insan zihnini doğuştan boş bir levhaya benzeten J. Lock'a dayandırılabilir. 1900'lü yılların başında Amerika'da taraftar bulmaya başlayan davranışçılığın kurucusu J. Watson'dur. Önemli temsilcileri arasında Pavlov (klasik koşullanma), Thorndike (bağ kuramı), Skinner (edimsel koşullanma) ve Guthrie de (bitişiklik kuramı) yer alır. Bu model insan ve hayvan (organizma) öğrenmesinin benzer olduğunu kabul eder; gözlemlenebilir olmayan hiçbir özelliği bilimin konusu olarak kabul etmez. Davranışçılık hayvan davranışlarını incelemede kullanılan nesnel metodun insan davranışlarını incelemede de kullanılabileceğini, bilimsel konuların ölçülebilen ve gözlenebilen davranışlar üzerine odaklanması gerektiğini ileri sürer. Bütün davranışların arkasında uyarıcı-tepki bağları yer alır. Organizma istenen davranışı gösterdiğinde haz verici uyarıcıların (pekiştireç) ya da istenmeyen davranış gösterdiğinde acı verici uyarıcıların (ceza) kullanılmasıyla davranışlar kalıcı hale getirilir. Davranış gözlemlenebilir biçimde ortaya konmadığı sürece öğrenmenin meydana geldiği kabul edilmez.
Davranışçılık, yeterli çevre koşulları (uyarıcılar) oluşturulduğunda organizmaya her türlü şeklin verilebileceğini iddia eder. Öyle ki Watson, bir düzine iyi yapılı ve sağlıklı çocuktan rastgele seçeceği herhangi birini bir doktor, avukat, ressam veya tüccar olabilmesi için eğitebileceğini; yetenekleri, becerileri, kabiliyetleri ve atalarının ırkı ne olursa olsun onları bir dilenci ya da hırsız bile yapabileceğini ileri sürmektedir. Bu görüşü, eğitimde insana bakış açısını betimlemesi, insanın pasif/edilgin olarak tanımlanması açısından manidardır. Çevre bireye istediği şekli verir iddiasındadırlar.
Klasik davranışçılar eğitimden çok koşullanma (öğrenme) üzerine odaklandıkları psikoloji tartışmaları içinde yer almışlardır. Daha sonraki yıllarda kendini radikal davranışçı olarak niteleyen Skinner'ın görüşleri davranışçılığı eğitimle daha sıkı şekilde ilişkilendirmiştir. İnsan beynini, girdi ve çıktılarının bilinmesine rağmen içerisinde olup bitenlerin bilinmediği ve bilinmesine de gerek duyulmadığı bir kara kutuya benzetir. Çıktıların nesnelliği, ölçülebilme ve gözlenebilme özelliğine bağlanır. İnsan beyninin girdileri ve çıktıları ayarlanabilir, düzenlenebilir ve kontrol edilebilir. Bu sebeple insanın duyuları değil, bu duyuların dışarıya yansımaları yani davranışları önemlidir.
İyi bilinen öğrenme ilkelerinden yararlanmaya ve daha geleneksel öğretim uygulamalarının doğasında bulunan birçok sorunu hafifletmeye çalışan davranışçı yaklaşımlar biçim ve kapsam açısından biraz farklılık gösterse de bazı ortak özelliklere sahiptirler: Birinci ortak özellikleri, öğrenci öğrenmesini sağlamak için olumlu pekiştirme kullanırlar. İkincisi, programlar tipik olarak öğrencinin ders materyalinde ustalaşmasına odaklanırlar. Üçüncüsü, öğrenci performansı sık sık değerlendirilir. Son olarak, ders materyalinin sunumu basitten karmaşığa doğru ilerler; karmaşık kavramlar öğrencilerin devam etmeden önce ustalaşması gereken daha basit alt bileşenlere ayrılır. Bu ilkelerin özünde yeterli zaman, uygun mekân ve şartlar sağlandığı takdirde istenen davranışları sergileyecek bireylerin ve toplumun oluşturulabileceği varsayımı yatmaktadır. Koşullanmalara dayalı eğitim anlayışlarında davranışçılar öğrenmenin deneme-yanılma yoluyla gerçekleşmesi, yaparak öğrenmenin esas olması, tekrar ve pekiştirmenin etkin kullanılması, öğrenci güdülenmişliğinin öncelenmesi gibi ilkelerle hareket etmektedirler.
Davranışçılık, Türk eğitim tarihi açısından da hassas bir yerde bulunur ve bir paradigma değişimini betimler. Türkiye'de Tanzimat'la birlikte belirginleşen eğitimde modernleşme (Batılılaşma) hamlelerinde Fransız eğitim sistemi, okul ve programları örnek alınmıştır. Cumhuriyet'in kuruluşunu takip eden yıllarda ise bireyselci ve pragmatik kökenleri olan yeni eğitim akımı bağlamında Dewey'in fikirleri eğitim sisteminde uygulama alanı bulmuştur. II. Dünya Savaşı'nı takip eden süreçte Truman doktrini ve Marshall yardımı gibi bağlamlar üzerinden çeşitli anlaşmalar imzalanır. Bu anlaşmalar eğitim iş birliğini de içermektedir ve davranışçı paradigma Türk eğitim sisteminde yer edinmeye başlar.
1950'li yıllarla birlikte davranışçılık eğitim sistemimizin felsefesinde yüzeyde bir kırılmaya sebep olur. Birçok eğitimcimiz yetiştirilmek ya da yüksek lisans, doktora öğrenimi için Amerika Birleşik Devletleri'ne gönderilmeye başlanır. Bu eğitimcilerimiz döndüklerinde Amerikan davranışçılığını Türk eğitim sistemine yerleştirirler. Eğitim sistemimiz o tarihten sonra Amerika etkisine girer. Aslında bu davranışçılık paradigması, pragmatist bir felsefe gibi gözükse de toplum kökenli bir sistemdir, Durkheim geleneği içindedir: Birey veya öğrenci edilgendir. Davranışçılık, yapılandırmacı (constructivist) paradigmaya bağlı eğitim uygulamalarının pilot okullarda uygulama imkânı bulduğu 2004-2005 eğitim öğretim yılına kadar ülkemizde etkisini arttırarak sürdürür. Denilebilir ki yaklaşık elli beş-altmış yıldır Türkiye'de insan yetiştirme düzeni davranışçılık paradigması üzerine inşa edilmektedir. Halihazırda pek çok eğitim uygulaması da doğrudan veya dolaylı biçimde davranışçı eğitim anlayışının izlerini taşımaktadır.
Davranışçılık öğrenmeyi daha çok çevresel olaylar üzerinden açıklayıp bireyi pasifleştirmesi, öğrenciyi bir bütün olarak değerlendirme yerine sınırlı uyaranlara verdiği tepkiler yoluyla davranışları şekillendirmeye çalışması, öğrenme sürecini ve bilgiyi öğrenen bağlamında ele almaması ve bireydeki bütün eğitim öğrenme birleşenlerini gözlemlenebilir davranışlarla açıklamaya çalışan indirgemeci yaklaşımından dolayı eleştirilmektedir.