Feraset (firâset), kişilerin ve olayların iç yüzünü keşfetme, gelecek hakkında doğru tahminde bulunma, bazı durumlarda insanların zihninden geçenleri bilme melekesi anlamına gelir. Bahsedilen hususlarla ilgili ilim dalına da ilmü'l-firâset, ilm-i firâset veya firât adı verilir. Sözlükte "sezmek, hissetmek, bir şeyi dikkatle incelemek" anlamına gelen firâset duyu ve akıl dışında bir bilgi edinme yeteneği olarak kabul edilir. Aynı kökten gelen ferâset "binicilik", fâris ise "süvari" anlamındadır.
Eski tarihlerden beri bir kısım insanların bazı hususları beş duyu ve akıl dışında sezgi gücüyle keşfedebildikleri kabul edilir. Bunların bir kısmı gelecekle, bir kısmı gayp âlemiyle bazıları da insanların zihninde bulunan veya kalplerinden geçen gizli şeylerle ilgili olabilir.
Filozoflar ve bazı âlimler ferasetle de ilgilenerek çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Aristo'ya nispet edilen Kitâbü's-Siyâse fî Tedbîrir-Riyâse (Sırrü'l-Esrâr) isimli eser bu konularla da ilgilenir. Bu eserin Yuhannâ b. Bıtrîk tarafından Arapça'ya tercüme edilmesi müslüman düşünürlerin feraset anlayışını etkilemiştir. Filozof Kindî'nin Kitâbü'l-Firâse, Ebû Bekir Râzî'nin Kitâbü'l-Mansûrî ve Fahreddin Râzî'nin Kitâbü'l-Firâse (Paris 1939) gibi eserleri eski bir geleneğin İslam'daki devamıdır. Bu eserlerde fizyonomiyi ve beden dilini andıran bilgiler mevcuttur. İnsanların hal, hareket, ifade tarzı, renk ve mimiklerine bakıp bir kimsenin huyunu, meşrebini, kişiliğini ve psikolojisini teşhis ve tahmin etmek bu ilmin inceleme alanına girer. Feraset ilmine bağlı kıyâfe ilmi, esârir ilmi, ihtilaç ilmi, ırâfe ilmi gibi ilmî dalları da mevcuttur.
Araplar arasında İslam'dan evvel kehanet, ırâfet ve firâset türünden pek çok bilgi edinme mevcuttu. İslam dini kehanet ve benzeri uğraşıları açıkça yasakladı. Kur'an'da feraset kelimesi geçmez, ancak bir âyette geçen "mütevessimîn" (Hicr 15/75) "müteferrisîn" (feraset sahipleri) şeklinde yorumlanmıştır (Râgıb el-İsfahânî, 1961: 524). Bakara (2/273) ve Fetih (48/29) sûrelerinin âyetlerinde geçen sîmâ kelimesi de ferasetle ilgilidir. Dindar bir adamın dindarlığının işaretleri onun simasına yansıdığı, feraset sahibinin de bu işaretleri doğru anladığı kabul edilir.
İslam kültüründe feraset, Allah'ın verdiği nurla bakan bir müminin başkalarının göremediği bazı şeyleri görebilmesi, düşünce ve duygular hakkında bilgi sahibi olması şeklinde değerlendirilir. Allah'ın takva sahibi kullarını onların kalbine attığı bir nurla bilgilendirdiğini ifade eden âyetler mevcuttur. "Takva üzere olursanız Allah size bilmediğinizi öğretir" (Bakara 2/182, 151). "Allah kulunun kalbine hak olanı atar" (Sebe 34/48; Enbiyâ 21/18). Böylece nur furkan ile feraset sahibi zat, hak olanı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayırt eder (Enfâl 8/29). Bu durum bir hadiste de şöyle ifade edilmiştir: "Müminin ferasetinden sakının, kendinizi koruyun, çünkü o Allah'ın nuru ile bakar" (Tirmizî, Hicr Sûresi "Tefsîr", 298) içinizde gizli tuttuğunuz fikir ve hislerinizi bilir."
Mutasavvıfların çoğu feraset kavramına geniş yer verirler ve bu kavramı marifet, basiret, keşif, yakîn, ilham, imanla ilişkilendirerek kehanetten farklı tarafının altını çizerler. Sufilere göre her müminde az çok feraset yeteneği mevcuttur. Fakat kötülük ve günah bu yeteneği köreltir; iman, ilim ve akıl ise geliştirir, parlatır. İman-ilim-akıl üçlüsü bir araya geldi mi yakîn hasıl olur ve ferasetin kaynağı zaten yakîndir. Yakîn gözüyle gayp sayılan bazı hususlar görülür, feraset budur. Ancak çakmak taşından ateş elde etmek için taşın, çeliğin ve kavın nitelikli olması ve bunların ustaca kullanılması gerekir. Yakîn halinin kuvvetli veya zayıf olmasına göre feraset açık veya silik olabilir. Bu da ferasetin kesin bilgi vermesini engeller. Nefis mücadelesi, riyazet ve terbiye ferasetin net olmasını sağlayabilir.
Ferasette hasıl olan bilginin dereceleri birbirinden farklıdır. Bu fark feraset sahibinin yeteneğinden ve tabiatından kaynaklandığı gibi riyazet ve mücahedesinden veya takva derecesinden de kaynaklanabilir. Nefsini şehvetten koruyan, devamlı olarak onu denetim altında tutan ve helal yemeyi alışkanlık haline getiren bir kimsenin ferasetinin şaşmayacağına, kişilerin dış yüzüne bakıp iç yüzlerini bilebildiklerine inanılır.
Mümin sürekli olarak Allah'ın gözetimi ve denetimi altında olduğunun bilincinde olmalıdır. Kalp Allah'ın nazar ettiği bir yerdir. Ancak feraset sahibinin ferasetle edindiği bilgi ne kadar kesin olursa olsun bu bilgi hiçbir helalı haram, haramı helal kılmaz, başkalarını da bağlamaz. Feraset sahibi bu yolla elde ettiği bilgiyi sadece dinin izin verdiği sahalarda değerlendirebilir. Bunun sebebi ferasetle hasıl olan bilgilerin zan ve tahmin seviyesinde bir bilgi olması yüzündendir. Bundan dolayı da kural olarak hukuk işlerinde delil olarak kabul edilmez.
Basiret ise sözlükte "görmek, bilmek, ibret almak, şahit olmak, idrak etmek, feraset" gibi anlamlara gelmektedir (çoğulu: basâir). Kur'an-ı Kerim'de basiret sahibi olanlara ülü'l-ebsâr, ülü'l-elbâb ve ülü'n-nühâ denilmektedir (Sâd 38/13,45; Tâhâ 20/54, 128). Basar da (çoğulu: ebsâr) çoğu zaman zâhir gözü denilen baştaki gözle ilgili görme, bilme ve idrak etme iken, basiret batın gözü denilen kalp gözü ile ilgili görme, bilme ve idrak ile ilgilidir. Kelam literatüründe, basar ve ibsâr Allah'ın sıfatıdır, Allah basîrdir, her şeyi görür ve bilir ve her şeye şahittir, her şeyden haberdardır.
Kalp gözüne nispetle baştaki gözün görme alanı sınırlı iken basiretin görme, bilme ve idrak alanı daha geniştir. İşlevini yerine getirmesi için baştaki gözün korunması, temiz tutulması, hasta olması halinde tedavi edilmesi icap ettiği gibi kalp gözünün de işlevsel olması için kötülüklerden ve günahlardan korunması, kalp hastalığına yakalanması halinde tedavisinin yapılması lazımdır.
İslam inancında varlıklar gözle görülen ve akılla bilinen şeylerden ibaret olmayıp manevi, ruhanî ve gaybî varlıklar da mevcuttur ve bunlara iman dinin temelidir. Biri emir, diğeri halk olmak üzere iki âlem vardır (A'râf 7/54). Bu iki âlem şehadet-gayb, mülk-melekût, cismanî-ruhanî, maddi-manevi şeklinde de isimlendirilir. Baştaki göz eşyanın suretini ve dışını gördüğü halde basiret denilen kalp gözü eşyanın iç yüzünü ve hakikatlerini de görür. Buna kutsî kuvvet de denir. Bu özelliği sebebiyle bu şekilde hasıl olan ilim ve irfanın ilahî bir hediye olduğuna inanılır. Kulun yapması gereken şey kalbini bunu kabule uygun hale getirmek, ruhunu buna hazırlamaktır. Bu da riyazet ve mücahede, nefsi ıslah ve terbiye ile olur.
Günah ve kötülüklerden arınan nefiste mâna âlemini gören gözün açılması basiretin açılmasıdır. Basiretle hasıl olan bilgiye de marifet, irfan, feraset, ilham ve ledün ilmi gibi isimler verilir. Bu nitelikteki bilgi peygamberlere ve onların hakiki vârisleri olup ilimleriyle amel eden takva sahibi âlimlere mahsustur.
Bir hadise göre bir mümin farzlar ve buna ek olarak da nafile ibadetleri ihlaslı ve düzenli bir şekilde ifa ederse Allah'ın yakınlığını kazanır ve onun evliyasından olur. Allah böyle bir kulunu sever ve onun gören gözü, işiten kulağı olur. Bu mertebedeki kul gördüklerini ve işittiklerini hak ile görür ve işitir (Buhârî, "Rekaik", 38).