İklim politikaları; hükümetler, uluslararası kuruluşlar, özel sektör, sivil toplum örgütleri ve yerel yönetimler gibi farklı paydaşların katkısıyla, iklim değişikliğinin nedenlerini sınırlamak ve etkilerini yönetmek amacıyla uygulanan yasal, ekonomik, teknolojik ve toplumsal düzenlemelerden oluşan politikalardır. Bu politikaların temel hedefi, insan faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan sera gazı emisyonlarının azaltılması yoluyla küresel ısınmanın yavaşlatılması (hafifletme) ve iklim değişikliğinin kaçınılmaz sonuçlarına karşı toplumların, ekosistemlerin ve ekonomik yapıların uyum kapasitesinin güçlendirilmesidir (uyum).
Küresel ölçekte iklim politikaları, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS), Kyoto Protokolü ve Paris Anlaşması gibi çok taraflı anlaşmalar ile yönlendirilir. Bu anlaşmalar, ülkelerin emisyon azaltım taahhütlerini, finansal katkı mekanizmalarını, teknoloji transferini ve uyum politikalarını kapsar. Ulusal düzeyde ise iklim politikaları, iklim kanunları, enerji ve çevre stratejileri, karbon fiyatlandırma araçları (örneğin karbon vergileri ve emisyon ticaret sistemleri) ile sektörel eylem planları aracılığıyla uygulanır.
Bunların yanı sıra iklim politikaları enerji üretiminden ulaşıma, tarımdan sanayiye kadar geniş bir yelpazede dönüşümler öngörür. Yenilenebilir enerji yatırımları, enerji verimliliği standartları, sürdürülebilir arazi kullanımı, ormanların korunması ve teknolojik yeniliklerin teşviki gibi önlemler, bu politikaların temel unsurları arasındadır. Ayrıca uluslararası işbirliği, iklim finansmanı ve bilgi paylaşımı da küresel ölçekte iklim politikalarının etkinliğini belirleyen faktörlerdendir.
Küresel İklim Değişikliğinin Temelleri ve Politika İhtiyacı
Dünya atmosferi, karbondioksit (CO₂), metan (CH₄), diazot monoksit (N₂O) ve su buharı gibi sera gazları aracılığıyla doğal bir sera etkisi oluşturarak gezegenin yaşam için gerekli sıcaklık koşullarını korur. Bu doğal mekanizma, yeryüzünün ortalama sıcaklığının aşırı düşük seviyelere inmesini engelleyerek ekosistemlerin işleyişini ve canlı yaşamını mümkün kılar. Ancak 18. yüzyılda başlayan Sanayi Devrimi ile birlikte kömür, petrol ve doğal gaz gibi fosil yakıtların yoğun kullanımı, sanayi süreçleri, tarımsal faaliyetler ve ormansızlaşma sonucunda atmosferdeki sera gazı konsantrasyonları tarihsel ölçekte benzeri görülmemiş bir hızla artmıştır.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından yayımlanan değerlendirme raporları, bu artışın doğrudan insan faaliyetlerinden kaynaklandığını ve küresel ortalama sıcaklıklardaki yükselişin temel nedeni olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim 2004 yılı itibarıyla insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının yaklaşık %56’sı fosil yakıt kullanımından kaynaklanan karbondioksite, %17’si ise ormansızlaşmaya bağlanmıştır. Bu eğilim, sonraki yıllarda da devam ederek küresel iklim sistemi üzerinde giderek daha büyük baskılar oluşturmuştur.
İklim değişikliğinin etkileri yalnızca sıcaklık artışı ile sınırlı değildir. Kuraklık, sel, fırtına ve kasırga gibi aşırı hava olaylarının sıklık ve şiddetinde gözlenen artış; deniz seviyelerinin yükselmesi; okyanusların asitlenmesi ve kutup ile dağ buzullarının hızla erimesi gibi sonuçlar, hem ekolojik sistemleri hem de insan topluluklarını ciddi risklerle karşı karşıya bırakmaktadır. Bu süreçler tarımsal üretimden su kaynaklarına, halk sağlığından ekonomik istikrara kadar birçok alanda yıkıcı etkiler doğurma potansiyeline sahiptir.
Bilimsel araştırmalar, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini en aza indirmenin yolunun küresel ortalama sıcaklık artışını sanayi öncesi seviyelerin en fazla 1,5 °C üzerinde sınırlamaktan geçtiğini göstermektedir. Bu hedefin gerçekleştirilmesi, 2030 yılına kadar küresel sera gazı emisyonlarında belirgin ve hızlı bir azalmayı zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla, kapsamlı ve çok boyutlu iklim politikalarının tasarlanması ve uygulanması, yalnızca çevresel sürdürülebilirlik açısından değil, aynı zamanda ekonomik istikrar, toplumsal refah ve küresel güvenlik açısından da acil bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktadır.
Uluslararası İklim Rejimi ve Anlaşmalar
İklim değişikliğiyle mücadeleye yönelik küresel çabalar, 1992 yılında Rio de Janeiro’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı (Rio Zirvesi) sırasında imzaya açılan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) ile kurumsal bir zemin kazanmıştır. Bu sözleşme, taraf devletleri iklim sisteminde tehlikeli insan kaynaklı müdahaleleri önlemek için ortak hareket etmeye davet etmiş, aynı zamanda bilimsel işbirliği, bilgi paylaşımı ve finansal destek mekanizmaları için temel bir çerçeve oluşturmuştur.
BMİDÇS’nin ardından 1997 yılında kabul edilen Kyoto Protokolü, uluslararası iklim rejiminde dönüm noktası olmuştur. Bu protokol, gelişmiş ülkelere (Ek-I ülkeleri) yasal olarak bağlayıcı sera gazı emisyon azaltım yükümlülükleri getirerek, “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar” ilkesini pratik düzeyde hayata geçirmiştir. Kyoto’nun esneklik mekanizmaları (Temiz Kalkınma Mekanizması, Ortak Yürütme ve Emisyon Ticareti), ülkelerin emisyon hedeflerini daha maliyet etkin biçimde yerine getirmelerine olanak tanımıştır. Ancak, ABD’nin protokole taraf olmaması ve gelişmekte olan ülkelerin yükümlülük kapsamı dışında kalması, etkinliğini sınırlayan unsurlar arasında yer almıştır.
Günümüzde uluslararası iklim rejiminin temel taşı, 2015 yılında kabul edilen Paris Anlaşması’dır. Anlaşma, küresel sıcaklık artışının sanayi öncesi döneme kıyasla 2 °C’nin oldukça altında tutulmasını ve 1,5 °C ile sınırlandırılması için yoğun çaba gösterilmesini hedeflemektedir. Kyoto Protokolü’nden farklı olarak Paris Anlaşması, gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ülkeleri emisyon azaltımı ve uyum politikalarına katkıda bulunmaya teşvik eder. Taraf devletler, Ulusal Katkı Beyanları (Nationally Determined Contributions, NDC) aracılığıyla kendi emisyon azaltım hedeflerini belirler; her beş yılda bir bu hedeflerin gözden geçirilmesi ve giderek daha iddialı hale getirilmesi öngörülür. Anlaşma ayrıca, 21. yüzyılın ikinci yarısında insan kaynaklı emisyonlarla doğal yutak alanların dengelendiği “net sıfır emisyon” hedefine ulaşmayı amaçlamaktadır.
Küresel çerçevenin tamamlayıcı unsurlarından biri, bölgesel ölçekte geliştirilen politikalar ve düzenlemelerdir. Örneğin Avrupa Birliği’nin Yeşil Mutabakat'ı, düşük karbonlu ekonomi hedefi doğrultusunda enerji, ulaşım, sanayi ve tarım sektörlerinde kapsamlı dönüşüm politikaları içermektedir. Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM) ise, karbon yoğun üretimi olan ülkelerden ithal edilen ürünlere ek maliyet yükleyerek “karbon kaçağı” riskini azaltmayı amaçlamaktadır.
Öte yandan, büyük ekonomilerin iklim politikalarındaki değişiklikler, küresel iklim diplomasisinin seyrini doğrudan etkilemektedir. Örneğin, ABD’nin 2017 yılında Trump yönetimi döneminde Paris Anlaşması’ndan çekilme kararı, uluslararası sürece güveni zayıflatmış; ancak 2021’de Biden yönetimiyle birlikte anlaşmaya yeniden katılım kararı alınmıştır. Bu tür gelişmeler, iklim rejiminin kırılganlığını ve büyük aktörlerin politikalarının küresel ilerleme üzerindeki belirleyici rolünü ortaya koymaktadır.
İklim Politikası Araçları ve Stratejileri
Ülkeler, iklim değişikliğiyle mücadele ve uyum hedeflerine ulaşmak için farklı politika araçlarını genellikle bir arada ve birbirini tamamlayıcı biçimde kullanmaktadır. Bu araçlar genel olarak yasal ve düzenleyici, ekonomik ve uyum ile destekleyici mekanizmalar olarak sınıflandırılabilir.
Yasal ve Düzenleyici Araçlar
Yasal çerçeve, iklim politikalarının temel dayanağını oluşturur. İklim kanunları, ulusal düzeyde emisyon azaltım hedeflerini, sorumlu kurum ve kuruluşları, uygulama takvimlerini ve denetim mekanizmalarını belirler. İngiltere’nin 2008 tarihli Climate Change Act’i, Almanya’nın 2019’da kabul ettiği Federal Climate Protection Act’i ve Yunanistan’ın 2022’de yürürlüğe giren iklim yasası, bu tür kapsamlı düzenlemelere örnek teşkil etmektedir. Ayrıca sanayi tesisleri, binalar, ulaşım araçları ve enerji üretim tesisleri için belirlenen emisyon standartları, enerji verimliliği yönetmelikleri ve yenilenebilir enerji zorunlulukları da düzenleyici araçların önemli bileşenleridir. Bu düzenlemeler, sektörler arası emisyon azaltımını yasal zorunluluk haline getirerek politikaların uygulanabilirliğini güçlendirir.
Ekonomik Araçlar
Ekonomik araçlar, piyasa mekanizmalarını harekete geçirerek sera gazı emisyonlarının azaltılmasını teşvik etmeyi amaçlar. Bu araçların başında karbon fiyatlandırma gelmektedir. Karbon fiyatlandırma iki temel yöntemle uygulanır:
- Emisyon Ticaret Sistemi (ETS): “Sınırla ve ticaret yap” (cap-and-trade) prensibi üzerine kuruludur. Devlet, belirli sektörlerdeki toplam emisyonlar için üst sınır (cap) belirler ve bu sınırı temsil eden emisyon izinlerini (tahsisat) şirketlere dağıtır veya açık artırmayla satar. Tahsisatlarını aşmayan şirketler fazla izinlerini satabilirken, emisyonlarını üst sınırın üzerine çıkaran şirketler ek izin satın almak zorundadır. Avrupa Birliği Emisyon Ticaret Sistemi (AB ETS), bu mekanizmanın en kapsamlı örneklerinden biridir.
- Karbon Vergisi: Karbon yoğun fosil yakıtların veya karbon içeriği yüksek ürünlerin tüketiminden alınan doğrudan bir vergidir. Vergi, karbon salımının maliyetini artırarak emisyon azaltımını ekonomik açıdan cazip hale getirmeyi hedefler.
Bunların yanında, yenilenebilir enerji yatırımlarını teşvik eden mali destekler, vergi indirimleri, sübvansiyonlar, alım garantileri (Türkiye’deki YEKDEM gibi) ve çevre dostu projelere finansman sağlayan yeşil tahviller de önemli ekonomik araçlardır. Bu mekanizmalar, düşük karbonlu teknolojilerin yaygınlaşmasını ve sürdürülebilir yatırımların finansal açıdan daha erişilebilir olmasını sağlar.
Uyum ve Destekleyici Politikalar
İklim politikalarının yalnızca emisyon azaltımı değil, aynı zamanda iklim değişikliğinin etkilerine hazırlık ve toplumsal dönüşüm süreçlerini de kapsaması gerekmektedir. Bu kapsamda:
- Uyum Stratejileri, tarım, su yönetimi, şehir planlaması, kıyı koruma ve afet yönetimi gibi kritik alanlarda toplumsal ve ekolojik direnci artırmaya yönelik projeleri içerir.
- Adil Geçiş Mekanizmaları (Just Transition), fosil yakıtlardan çıkış sürecinde etkilenecek işçiler, topluluklar ve sektörler için sosyal koruma, yeniden eğitim programları ve yeni istihdam olanakları sağlamayı amaçlar.
- Bilgilendirme ve Eğitim Programları, kamuoyunda farkındalık oluşturmayı, bireysel ve kurumsal davranış değişikliklerini teşvik etmeyi ve politika uygulamalarının toplumsal kabulünü güçlendirmeyi hedefler.
Bu araçların bütüncül ve eşgüdümlü biçimde uygulanması, iklim politikalarının etkinliğini artırmakta ve uzun vadeli sürdürülebilirlik hedeflerinin gerçekleştirilmesine katkıda bulunmaktadır.
Türkiye’de İklim Politikalarının Gelişimi
Türkiye’nin iklim değişikliği gündemi 1990’lı yıllarda şekillenmeye başlamış, 2004 yılında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (BMİDÇS) ve 2009’da Kyoto Protokolü’ne taraf olunmasıyla kurumsal bir boyut kazanmıştır. Uzun süre boyunca “özel koşullar” argümanına dayanarak bağlayıcı emisyon azaltım hedefi belirlemekten kaçınan Türkiye, 2021 yılında Paris Anlaşması’nı onaylamış ve 2053 yılı için “net sıfır emisyon” hedefini ilan ederek iklim politikasında önemli bir dönüşüm gerçekleştirmiştir. Bu çerçevede, 2030 yılına kadar sera gazı emisyonlarını referans senaryoya kıyasla %41 oranında azaltmayı taahhüt eden güncellenmiş Ulusal Katkı Beyanı (NDC) sunulmuştur. İklim politikalarının eşgüdümü için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı İklim Değişikliği Başkanlığı kurulmuştur.
Türkiye İklim Kanunu
Uzun süren hazırlıkların ardından Türkiye’nin ilk kapsamlı iklim kanunu Meclis’te kabul edilmiştir. Kanun, 2053 net sıfır hedefine ulaşılmasına yönelik genel bir çerçeve oluşturmayı ve özellikle Avrupa Yeşil Mutabakatı ile uyumlu bir Emisyon Ticaret Sistemi’nin (ETS) kurulmasını öngörmektedir. Ancak kanun, sivil toplum kuruluşları, akademisyenler ve uzmanlar tarafından çeşitli açılardan eleştirilmiştir. Eleştirilerin başlıcaları; kanunun mutlak emisyon azaltım hedefi içermemesi, fosil yakıtlardan özellikle kömürden çıkış için somut bir takvim öngörmemesi, adil geçiş (just transition) mekanizmalarının yetersizliği ve hazırlık sürecinin yeterince katılımcı ve şeffaf yürütülmemesidir.
Uygulamadaki Politikalar
Türkiye, son yıllarda yenilenebilir enerji alanında kayda değer ilerleme sağlamıştır. Yenilenebilir Enerji Kaynaklarını Destekleme Mekanizması (YEKDEM) ve Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanları (YEKA) ihaleleri yoluyla özellikle güneş ve rüzgâr enerjisi kapasitesinde önemli artışlar kaydedilmiştir. 2025 itibarıyla yenilenebilir enerji kaynaklarının toplam kurulu güç içindeki payı %59’un üzerine çıkmıştır. Ulusal Enerji Verimliliği Eylem Planı çerçevesinde sanayi, binalar, ulaşım ve enerji sektörlerinde enerji verimliliği artırıcı çalışmalar yürütülmektedir. Ayrıca, Avrupa Birliği’nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması’na (SKDM) uyum amacıyla ulusal bir ETS’nin altyapı hazırlıkları sürmektedir. Yerel ölçekte ise tüm iller için Yerel İklim Değişikliği Eylem Planları hazırlanması hedeflenmiştir.
Zorluklar ve Eleştiriler
Türkiye’nin iklim politikalarının önünde çeşitli yapısal zorluklar bulunmaktadır. Enerji sisteminin büyük ölçüde ithal fosil yakıtlara, özellikle de kömüre bağımlılığı, en önemli engellerden biri olarak öne çıkmaktadır. 1990’dan bu yana Türkiye’nin sera gazı emisyonları iki kattan fazla artış göstermiştir. Ulusal hedefler, “artıştan azaltım” yaklaşımı üzerine kurulu olduğundan, uluslararası düzeyde yeterince iddialı bulunmamakta ve küresel 1,5 °C hedefiyle uyumlu görülmemektedir. Bu durum, Türkiye’nin uluslararası iklim rejimindeki konumunu tartışmalı hale getirmektedir.
Ayrıca, küresel yeşil dönüşümün hızına yetişememe riski ve SKDM’nin özellikle ihracatçı sektörler üzerinde oluşturacağı ekonomik baskılar, Türkiye’nin daha hızlı ve kapsamlı adımlar atmasını zorunlu kılmaktadır. Bununla birlikte, iklim politikalarına yönelik kamuoyu tartışmalarının sınırlı kalması, toplumsal talebin ve politik sahiplenmenin zayıf olmasına yol açmaktadır. Bu faktörler, Türkiye’nin hem ulusal düzeyde emisyon azaltımını hızlandırmasını hem de küresel iklim politikalarıyla daha uyumlu hale gelmesini gerektirmektedir.