Sözlüklerde "bilme, anlama, kavrama, derin sezgi ve benzeri, kültür" gibi kelimelerle açıklanır. Türk-İslam geleneğinde ise eşya ve olaylara dair hakikatin gönül, keşif ve ilham yoluyla bilinmesi anlamında kullanılagelmiştir. Bu yönüyle irfan duyu organları, akıl ve mantık yoluyla elde edilen bilgiden farklı ancak onun zıddı değil tamamlayıcısıdır. Marifet ve yakin gibi kelimelerle de ifade edilen irfanın zıddı inkâr, bilginin zıddı ise cehildir. Bilgi yalın bir erdem ve güçtür, bu gücü varlığın iyiliği için kullanmak ise irfan gerektirir. Bu ilişki kültürde "Marifetsiz ilim zalim, ilimsiz marifet ise aciz olabilir" şeklinde de ifadesini bulmuştur. Ama her halükârda irfanın başlangıcı bilgi olmak durumundadır.
İrfan sahibi kişi demek olan arifin kullanımı daha çok tasavvuf geleneğinde yaygınlık kazanmıştır. Bu yüzden irfan sahibine arif, ilim sahibine de âlim denilmiştir. İlim emek irfan ise disiplin, ahlak, terbiye yoluyla tahsil edilen değerlerdir. Âlim akıl ve tecrübe ile ilim sahibi olurken arif gönül ve tezkiye ile (ruhî arınma) marifete vakıf olur. Bu yönüyle irfan aynı zamanda bir lütuf ve derece kabul edilir. Zorlu ve çileli bir yolculuk sonucu ulaşılan bu halin ilk adımı bir kutsî hadiste ifadesini bulan insanın kendisini bilmesidir (Men arafe nefsehû fekad arafe rabbehû / Kendini bilen, Rabbini bilir).
İrfanî bilginin en önde gelen temsilcilerinden kabul edilen Muhyiddin İbnü'l-Arabî de marifet ile aklî bilgi arasında bir fark gözeterek marifetin hakikatin doğrudan ve kesin idraki olduğunu ifade etmiştir. Bu hal aklın sınırları ile kavranamaz bir haldir, zira akıl eşyanın zâhiri ile ilgilenirken irfan hakikatin yani bâtının ilmidir. Böylece arif eşyanın hakikatine ve varlığın sırlarına vâkıf olur. Türk-İslam düşüncesinde bu husus ilk olarak İbn Sînâ tarafından onun el-İşârât adlı eserinin ariflik makamını ele aldığı kısmında dile getirilmiş ve irfanın belirli bir terbiye ve tezkiye neticesinde ulaşılan hal olduğu belirtilmiştir. Genel olarak varlıkla kişi arasındaki sır perdesinin kalkması olarak gelenekte yer alan bu hal zaman içerisinde pek çok ilim ve sanat erbabı tarafından kendilerince ifade edilerek bir birikim oluşmuştur. Mesela Fuzûlî, "Arif oldur bilmeye dünyâ vü mâ-fîhâ nedir!" derken Cüneyd-i Bağdâdî ise arif için "kendisi sustuğu halde içinde Hakk'ın konuştuğu kişi" ifadesini kullanmıştır. İrfan, Niyâzî Mısrî'de "Savm u salât u hac ile sanma biter zâhid işin/İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş" şeklinde iafedesini bulmuştur. Bâyezîd-i Bistâmî' de "Arifle maruf (Allah) arasında perde yoktur; bu yüzden ilahî âlem arife ayan beyandır" demiştir. Vahdet-i vücut anlayışında da arif Allah'ın bütün isim ve sıfatlarıyla kendisinde tecelli ettiği kişidir.
Türk kültüründe irfan geleneği tasavvuf külliyatı vasıtasıyla tarih çerisinde halkla buluşmuş, tekke ve dergâhlarda talim edilen uygulamaların yanı sıra hemen her hanede bulundurulan Mevlânâ'nın Mesnevî'si, Yazıcızâde kardeşlerin Ahmediye ve Muhammediye'si, Eşrefoğlu Rûmî'nin Müzekki'n-Nüfûs ve Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın Mârifetnâme'si, Hz. Ali cenkleri gibi eserlerle canlılığını korumuştur. Sözlü alanda da Hoca Ahmed Yesevî'den itibaren başta Yunus Emre olmak üzere Hacı Bektaş Velî, Hacı Bayram Velî gibi isimlerle kelamıkibar, şiir, hikmet, deyiş ve nefes vb. formlarda yaşamaya devam etmiştir. Genel olarak "Anadolu irfanı" nitelemesiyle anılan bu birikim Türkler'in maneviyatla ilişkisini sade şekil üzerinden tanımlamayıp anlam ve hikmet boyutuyla birlikte değerlendiren anlayışın ifadesi olarak kullanılmıştır (bk. Maarif).