İskitler (Sakalar), MÖ 8. yüzyıldan itibaren Avrasya bozkırlarında egemen olmuş, göçebe yaşam tarzıyla tanınan savaşçı bir halk topluluğudur. Kökenleri Orta Asya’ya dayanan İskitler, doğuda Çin sınırlarından batıda Tuna Nehri’ne, kuzeyde Sibirya’dan güneyde İran ve Mezopotamya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada etkili olmuş; atlı süvariliğe dayalı askerî güçleri, hayvan üsluplu sanatları ve zengin mezar kültürleriyle tarih sahnesinde iz bırakmışlardır. İskitler, antik kaynaklarda Grekler tarafından “Skuthai”, Perslerce “Saka”, Hint metinlerinde ise “Çaka” gibi farklı adlarla anılmıştır. İskit adı, esasen Sakaların Karadeniz’in kuzeyine göç eden kolunu tanımlamak için kullanılmış olup; bu halk, hem doğu hem batı medeniyetleriyle temas kurarak siyasi, kültürel ve askeri açıdan iz bırakan bir bozkır imparatorluğu kurmuştur.
İskitlerin Kökeni
İskitler (Yunanca: Skuthoi), Antik Çağ’da Avrasya bozkırlarında etkin olmuş göçebe bir halk topluluğudur. Pers kaynaklarında “Saka”, Hint metinlerinde ise “Çaka” olarak anılan bu halk, genellikle tarih yazımında “İskit” ve “Saka” adlarıyla eş anlamlı şekilde kullanılmıştır. Bu bağlamda, İskitler, Sakaların batıya göç eden kolu olarak değerlendirilir. İskitlerin kökeni üzerine tarihsel ve etnolojik bakımdan farklı görüşler ileri sürülmüştür.
Hakim akademik görüşe göre İskitler, Hint-Avrupa dil ailesine ait bir dil konuşan ve muhtemelen İranî kökenli bir halktır. Bu görüşü destekleyen önemli göstergelerden biri, “Massaget” adının Eski Farsçada “büyük” veya “muazzam” anlamına gelmesidir. Arkeolojik bulgular ve dil çözümlemeleri bu yaklaşımı desteklemektedir. Ancak bu tezin yanında farklı etnik ve kültürel yaklaşımlar da mevcuttur. Bazı Türk tarihçileri, İskitlerin yaşadıkları coğrafyayı, göç yollarını, geleneksel yaşam tarzlarını, kültürel izleklerini ve inanç sistemlerini inceleyerek, onları Ural-Altay ırkına mensup, proto-Türk karakterli bir kavim olarak nitelendirmiştir.

İskitlerden Kaldığı Öngörülen Bazı Objeler (Cleveland Art)
Her iki yaklaşımın ortaklaştığı nokta, İskitlerin Orta Asya çıkışlı bir bozkır toplumu olduğudur. Bu çerçevede, İskitlerin kökeni konusunda net bir etnik sınıflandırmaya ulaşmak zor olmakla birlikte, Orta Asya menşeli, göçebe savaşçı topluluklara dayanan bir halk oldukları kabul edilmektedir.
Arkeolojik ve tarihsel veriler, İskitlerin MÖ 2. binyılın sonlarına doğru Kuzey Avrasya bozkırlarında tarih sahnesine çıktıklarını ortaya koyar. Ünlü Rus arkeolog Mihail Artamonov, İskit kültürünün kökenini Orta Asya’daki Srubna (Kerpiç Mezar veya Kütük Mezar) kültürü topluluklarına dayandırır. Bu topluluklar, daha sonra Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Katakomb kültürüne mensup Kimmerleri bölgeden sürerek onların yerini almışlardır. Bu tarihî süreç, İskitlerin doğudan batıya, yani Orta Asya’dan Karadeniz’in kuzey bozkırlarına doğru göç ettiklerini göstermektedir.
Tarihî kaynaklar, MÖ 8. yüzyılda İskitlerin Karadeniz’in kuzey bozkırlarına ulaştıklarını ve burada Kimmerleri yenilgiye uğrattıklarını aktarır. Kimmerlerin bir kısmı İskit baskısıyla Kafkasya’ya, ardından Anadolu’ya göç etmiştir. Bu olay, hem İskitlerin yayılma sürecini hem de dönemin göç hareketlerini şekillendiren önemli gelişmelerdendir.
İskitlerin anayurdu olarak kabul edilen bölge, Altay Dağları ve çevresidir. Bu bölge günümüzde Kazakistan, Moğolistan, Çin ve Rusya’nın kesişim noktasında yer alır. Orta Asya’nın bu dağlık bölgelerinde yaşayan İskit toplulukları, MÖ 9. ve 8. yüzyıllarda başlayan iklimsel değişimler ve nüfus hareketlerinin etkisiyle batıya yönelmişlerdir. Bu ilk büyük göç dalgasında, merkezi Türkistan’dan yola çıkan İskit grupları, Güney Rusya ve Ukrayna bozkırlarına ulaşmışlardır.
Pers kaynakları bu batıya yönelen grubu “Saka tigrakhauda” (şapkalı Sakalar) veya “Saka paradraya” (deniz ötesi Sakalar) olarak adlandırırken, Yunan tarihçiler Tuna ile Don nehirleri arasına yerleşen bu kavmi “İskitler” olarak kaydetmiştir. MÖ 8. yüzyılda Karadeniz’in kuzey bozkırlarında yerleşen İskitler, zamanla bu bölgeyi merkez alarak Kafkaslar üzerinden Mezopotamya’ya kadar ulaşan akınlar düzenlemişlerdir.
İskitlerin kökenine dair mitolojik anlatılar da mevcuttur. Herodotos’un aktardığına göre, İskitler gökten altın eşyaların düştüğü bir dönemde ortaya çıkmıştır. Bu efsaneye göre Targitaos adlı atadan üç oğul türemiş, en küçüğü altın armağanlara sahip çıkarak krallığı kurmuştur. Bu anlatıda Targitaos’un yarı-tanrı Herakles ile özdeşleştirilmesi, İskit krallarının kutsal-soy unsuru taşıdığını düşündürmektedir.
Ancak bu mitolojik anlatılar bir yana bırakıldığında, tarihsel ve kültürel veriler İskitlerin kökenini Orta Asya bozkır kültürleriyle ilişkilendirir. MÖ 7. yüzyılda Karadeniz’in kuzeyinde hâkimiyet kuran İskitler, genişleyen seferleriyle Mezopotamya’ya kadar ulaşarak tarih sahnesindeki etkilerini artırmışlardır. Sonuç olarak, İskitlerin kökenine dair farklı etnik yorumlar bulunsa da, Orta Asya’dan kaynaklanan bir bozkır toplumu oldukları konusunda bilimsel bir mutabakat mevcuttur.
İskitlerin Coğrafyası
İskit hakimiyeti, Antik Çağ boyunca Avrasya’nın çok geniş bir coğrafyasına yayılmıştır. Yaklaşık bin yıl süren tarihsel varlıkları boyunca (MÖ 8. yüzyıldan MS 2. yüzyıla kadar), İskitler doğuda Çin Seddi’nden batıda Tuna Nehri’ne, kuzeyde Sibirya’nın taygalarından güneyde Anadolu ve Mısır sınırlarına kadar uzanan bölgelerde etkili olmuşlardır. Antik yazarlar bu uçsuz bucaksız coğrafyayı “İskitya” (Skythia) olarak adlandırmıştır.
İskitlerin yerleşim alanlarına dair en ayrıntılı bilgiler Herodotos’un Historia adlı eserinde yer alır. Herodotos’a göre İskitya, Karadeniz’in kuzeyinde yer alan bozkır kuşağını kapsar ve batıda Tuna (İstros) Nehri’nden doğuda Don (Tanais) Nehri’ne kadar uzanır. Güney sınırı, Karadeniz ve Azak Denizi kıyıları ile Kırım Yarımadası (antik adıyla Taurika) ile çizilmiştir. Doğuda, İskitlerle diğer doğulu göçebe halklar arasında bir sınır olarak Don Nehri ve İskitlerce kazıldığı rivayet edilen uzun bir hendek yer alır. Kuzeyde ise ormanlık alanlar başlar ve Herodotos burada Andropaglar gibi İskit olmayan kabilelerin yaşadığını belirtir. Dinyeper’in kuzeyinden itibaren başlayan bu bölge, “ıssız çöl” olarak tanımlanır.

İskitlerin Yayılma Sahası【1】
Herodotos, İskitya toprakları içindeki kabile dağılımını da sınıflandırır. Batıda, tarıma elverişli topraklarda yarı yerleşik tarımcı İskitler yaşamaktaydı. Tuna ile Hypanis (Bug) nehirleri arasında Kallipidai adlı Grek-İskit karışımı bir topluluk bulunurken, onların doğusunda Halizonlar ve Dinyeper’in aşağı havzasında tarımla uğraşan Argippaioi kabilesi yer alıyordu. Donets Nehri’ne kadar olan bölgede ise göçebe İskit toplulukları yaşamaktaydı. Herodotos’un en güçlü İskit kabilesi olarak tanımladığı Kraliyet İskitleri (Skithai Basilioi), bu coğrafyanın merkezine yerleşmişti ve diğer İskit boylarını siyasi olarak yönetmekteydi. Bu grup, merkezî yönetim ve askerî kudret bakımından İskit dünyasının liderliğini temsil ediyordu.
İskitlerin etkisi yalnızca Karadeniz’in kuzeyiyle sınırlı kalmamıştır. Pers yazıtları ve Doğu gelenekleri, “Saka” adı altında Orta Asya’daki akraba bozkır kavimlerine de işaret eder. Pers kralı Darius’un Behistun Kitabeleri, Saka topluluklarını üç ana grupta tanımlar: Saka Paradraya (Denizötesi Sakalar), Greklerin İskit dediği Karadeniz bozkırındaki gruba; Saka Haumavarga (Haoma içen Sakalar) ve Saka Tigrakhauda (sivri başlık giyen Sakalar) ise Orta Asya’nın içlerinde kalan topluluklara karşılık gelir. Bu kayıtlar, İskit/Saka varlığının Hazar Denizi’nin doğusundan Aral Gölü ve Tanrı Dağları’na, hatta Hindikuş bölgesine kadar uzandığını göstermektedir.
MÖ 2. yüzyıla dek Orta Asya’da, özellikle Türkistan ve çevresinde etkinliğini sürdüren Saka Haumavarga ve Saka Tigrakhauda toplulukları, daha sonra güneye göç ederek bugünkü Afganistan ve İran’ın kuzeyine yerleşmişlerdir. Bu kabileler, Yüeçi ve Hun akınlarının baskısı altında göç etmek zorunda kalmış ve tarih sahnesinden çekilmişlerdir.
İskitlerin egemenlik alanı, bu nedenle yalnızca Doğu Avrupa stepleriyle sınırlı bir saha değildir. Çin, Hint, İran, Asur, Urartu, Grek ve Roma kaynaklarında geçen farklı isimler, İskitlerin çok çeşitli kültürlerle temas içinde bulunduğunu ve geniş bir coğrafyada varlık gösterdiğini ortaya koymaktadır. Bu kültürler İskitleri farklı adlarla tanımış olsalar da, Pers kaynaklarındaki “Saka” ve Grek kaynaklarındaki “Skuthoi” adlandırmaları, özünde aynı büyük göçebe topluluklar grubunu tarif etmektedir.
İskitler, Avrasya’nın bu uçsuz bucaksız alanında atlı göçebe yaşam biçiminin önemli temsilcilerinden biri olarak hem yerleşik medeniyetlerle etkileşimde bulunmuş hem de büyük göç ve seferlerle tarihe yön vermişlerdir. Göçebe savaşçılıkları, hayvancılığa dayalı ekonomik düzenleri ve taşınabilir kültür ögeleri sayesinde farklı coğrafi ortamlara kolaylıkla uyum sağlayabilmişlerdir. Bu nedenledir ki “İskit coğrafyası” dendiğinde yalnızca Karadeniz’in kuzeyi değil; Tuna’dan Çin’e uzanan tüm Avrasya bozkır kuşağı anlaşılmalıdır.
Toplumsal Yapı
İskit toplumu, tipik bir bozkır göçebesi yapısı sergilemekteydi. Bu sosyal yapı, göçebe hayvancılık ekonomisine dayalı, gelenekçi, savaşçı ve hiyerarşik özellikler taşıyan bir düzene sahipti. İskitlerin temel geçim kaynağı hayvancılıktı; özellikle at, sığır ve koyun gibi hayvanlar geniş sürüler hâlinde beslenirdi. Domuz yetiştiriciliği ise İskitler arasında yaygın değildi. Bu ekonomik model, onların beslenme alışkanlıklarını da şekillendirmiştir. Et ve süt ürünleri, İskit mutfağının temelini oluşturur; pişmiş et tüketir, kısrak sütü içer ve bu sütten yapılan peynirleri tüketirlerdi.
Konar-göçer yaşam biçimi İskitlerin barınma ve giyim düzenine de yansımıştı. İskitler büyük olasılıkla keçe çadırlarda ya da tekerlekli çadır-arabalarda yaşamakta; mevsimsel göçlerle hayvanlarını otlatmaya götürmekteydi. Bu yaşam tarzı, toplum içinde disiplinli ve geleneklere sıkı sıkıya bağlı bir kültür yaratmıştı. Herodotos ve Hippokrates gibi antik yazarlar, İskitlerin bu muhafazakâr yaşam biçimini vurgular. Yabancı kültürlere mesafeli olan İskitler, geleneklerine derin bir sadakat gösterir ve başka kavimlerin âdetlerini benimsemekten kaçınırlardı.
İskit toplumunda bireylerin sosyal rolleri, cinsiyet fark etmeksizin savaşçı niteliklerle tanımlanırdı. Gençler savaşçılığa teşvik edilir, cesaretin ve kahramanlığın önemi erken yaşta öğretilirdi. Kadınlar da bu savaşçı kimliğin bir parçasıydı. Antik kaynaklarda İskit kadınlarının ata bindikleri, ok ve mızrak kullandıkları belirtilir. Hatta evlenmek isteyen bir genç kızın üç düşman öldürmesi gerektiği yönündeki gelenek, kadınların da erkekler gibi savaşçı rollere sahip olduğunu gösterir. Bu durum, Amazon mitolojisine ilham kaynağı olmuş ve İskitler, kadın savaşçılarıyla tanınan toplumlar arasında yerini almıştır. Bu geleneksel yapı, sonraki Türk-Moğol bozkır toplumlarında da izlerini sürdürmüştür.
Toplum, temel olarak kabilelere ve boylara ayrılmış durumdaydı. Her kabilenin kendi lideri (bey) bulunmakla birlikte, tüm kabilelerin üzerinde merkezi bir otoriteyi temsil eden bir kraliyet ailesi vardı. Toplumsal yapı hiyerarşikti ve sınıf farkları arkeolojik buluntularla da açıkça gözlemlenebilmektedir. Özellikle İskit kurganları (gösterişli höyük mezarlar), soylular ile halk arasındaki maddi ve sosyal farkı ortaya koymaktadır. Büyük kurganlar, taş ya da ahşap odalarla donatılmış, çok sayıda değerli eşya, silah, süs eşyası ve hatta kurban edilmiş hayvanlar ve hizmetkârlarla birlikte ölü gömme geleneklerini yansıtmaktadır. Buna karşın sıradan halkın mezarları daha küçük, sade ve az eşyalıdır.

İskitlere Ait Bir Kurgan Kalıntısı (Arkeoloji Sanat)
Bu durum, İskit toplumunda mülkiyetin, zenginliğin ve prestijin belirli ailelerde ve zümrelerde toplandığını gösterir. Ancak bu sınıfsal yapı mutlak değildi. Bir bireyin toplumdaki yeri yalnızca doğuştan değil, kahramanlık, cesaret ve kabile içindeki yeriyle de şekillenirdi. Bu nedenle, yüksek statüye ulaşmak yalnızca zenginlikle değil, aynı zamanda askeri başarılarla da mümkündü.
İskit aristokrasisi; kraliyet ailesi, kabile beyleri ve onların etrafındaki seçkin savaşçılardan oluşuyordu. Kralların çevresinde yer alan hassa birlikleri (koruyucu muhafızlar), toplumsal prestijin simgesi kabul edilmekteydi. Bu birliklere katılmak, hem yüksek bir onur hem de sosyal ilerleme fırsatıydı.
Kölelik kurumu ise İskitlerde klasik anlamda gelişmemiştir. Herodotos, İskit kralının diğer İskitleri “köleleri” olarak gördüğünü yazar; ancak burada geçen “köle” tabiri büyük olasılıkla modern anlamda bireysel esaret değil, siyasi olarak egemenlik altına alınmış bağımlı toplulukları ifade etmektedir. Arkeolojik ve yazılı belgelerde geniş ölçekli köle emeğine dair doğrudan kanıt bulunmamaktadır.
Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan halk, çoban-savaşçılardan meydana gelmekteydi. Bu insanlar göçebe ekonominin sürdürücüleri olarak hayvan yetiştirir, zaman zaman savaşlara katılır ve kabile liderlerinin otoritesine bağlı olarak haraç ya da askerlik yükümlülüklerini yerine getirirdi.
Siyasi Yapı
İskitlerde siyasi yapı, federatif bir kabileler konfederasyonu ile kalıtsal bir krallık sisteminin birleşiminden oluşan karma bir modeldi. Bu yapı, hem göçebe toplumların dağınık doğasını yansıtır hem de merkezî bir otorite etrafında birleşmeyi mümkün kılan düzenleyici bir çekirdek oluştururdu. İskit krallığının merkezinde, tüm boy ve kabileler üzerinde hüküm süren bir kral (han) yer almaktaydı. Bu kral, genellikle “Kraliyet İskitleri” (Skithai Basilioi) olarak bilinen ve Targitaos soyuna dayandırılan hanedan sınıfından çıkardı. Herodotos’a göre İskit kralları, bu tek sülalenin üyeleri arasından seçilmiş ve uzun kuşaklar boyunca hüküm sürmüşlerdir.
İktidar, babadan oğula geçen kalıtsal bir hak olarak kabul edilmekle birlikte, bu veraset katı biçimde en büyük oğul lehine uygulanmazdı. Hanedanın erkek üyeleri arasında güç ve uygunluk kriterlerine göre taht paylaşımı yapılabilirdi. Örneğin, Herodotos’un aktardığı üzere kral Skyles, içki alışkanlıkları nedeniyle tahttan indirilmiş ve yerine kardeşi Oktamasades geçirilmiştir. Bu tür örnekler, İskitlerde hanedan içi dinamiklerin ve aristokratik onayın siyasi sürece yön verdiğini gösterir. Yeni kralın belirlenmesi zaman zaman kabile reislerinin veya ileri gelenlerin onayıyla gerçekleşmiş, dolayısıyla seçim süreci yer yer kolektif karar alma unsurları da içermiştir.
Krallık makamına hangi yöntemle ulaşılmış olursa olsun, kralın otoritesi sorgulanmazdı. İskit kralı, mutlak bir liderdi. Askerî, siyasî ve dinî tüm yetkiler onun şahsında toplanmıştı. Bu durum, krala neredeyse yarı-ilahi bir konum kazandırmış ve toplum içinde kutsal bir figür olarak algılanmasına yol açmıştır. Her İskit, kralın emirlerine kayıtsız şartsız itaat etmekle yükümlüydü. Bu anlayışın, İskitlerin Doğu’daki komşu mutlakiyetçi krallıklarla temasları sonucu şekillenmiş olabileceği düşünülmektedir.
Kralın ölümünden sonra uygulanan defin ritüelleri, onun bu kutsal konumunu yansıtan önemli göstergelerdendir. Herodotos, İskit kralının ölümünde, ona hizmet eden insanların, cariyelerin ve hatta atlarının kurban edilerek kurgan mezarına gömüldüğünü aktarır. Arkeolojik olarak tespit edilen kurganlarda bu tür toplu definlere rastlanmış, bu uygulamanın kralın öteki dünyada da dünyevi statüsünü sürdüreceği inancına dayandığı anlaşılmıştır.
Devletin merkezî yapısı, “Kraliyet İskitleri” adı verilen ve Kuzey Karadeniz bozkırlarında merkezlenen aristokratik zümrenin egemenliğiyle şekillenmişti. MÖ 5. yüzyıldan itibaren bu zümre, diğer İskit boylarını siyasi bakımdan kendi tahakkümüne almış ve onları bir tür "bağlı halk" ya da “köleler” olarak görmeye başlamıştır. Buradaki “köle” tabiri, bireysel esaret anlamında değil; siyasi bağlılık ve tabiiyet anlamında kullanılmaktadır.
Kraliyet İskitleri, sadece askerî güçleriyle değil, karizmatik otoriteleri ve soy meşruiyetleriyle de diğer boylar üzerinde hâkimiyet kurmuşlardı. Bazı kaynaklar, kralın çevresinde soylulardan oluşan bir danışma meclisi ya da kabile şefleri konseyi bulunduğunu ima etmektedir. Özellikle yeni kralın seçimi gibi kritik anlarda bu ileri gelenlerin söz sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak nihai karar ve devletin kaderini belirleme yetkisi kralın elindeydi. Savaş, barış, göç ve diğer büyük kararlar bizzat kral tarafından alınmaktaydı.
İskit kralları arasında antik kaynaklarda adı geçenler arasında Spargapis (Spargapithes), Idanthyrsos, Skyles ve Oktamasades gibi isimler yer alır. Bu krallar, aynı hanedana mensup olmalarına rağmen aralarında iç mücadeleler de yaşamışlardır. Herodotos, İskitlerin ataları olarak efsanevi Targitaos’un üç oğlunu anarken, krallığın bu soyun en küçük oğlu Kolaksais aracılığıyla kurulduğunu aktarır. Bu anlatım, kral hanedanının ilahi kökenini meşrulaştırma amacı taşır ve Yunan mitolojisinde Herakles figürüyle özdeşleştirilerek açıklanır.
İskit Devleti, yerleşik devletlerinkinden farklı olarak, kalıcı bir başkent etrafında şekillenmemiştir. Krallık, göçebe bir ordu-ordugâh sistemiyle yönetilmiştir. Kral ve yönetici sınıf, gerektiğinde tüm halkla birlikte coğrafya içinde hareket etmiş, farklı bölgelerde geçici merkezler oluşturmuştur. Bu esnek yapıya rağmen siyasi birlik büyük ölçüde korunmuş, dış tehditler veya büyük seferler sırasında tüm kabileler kral etrafında birleşebilmiştir.
Bu siyasi yapıyı bazı tarihçiler “askerî demokrasi” olarak tanımlamıştır. Zira bir yandan kalıtsal krallık ve aristokrasi varken, diğer yandan savaş zamanlarında özgür İskit erkeklerinin katıldığı toplu karar mekanizmaları oluşabilmiştir. Herodotos’un, İskitlerin dağınıkken kolay hedef olsalar da birleşince yenilmez olduklarını belirtmesi, bu askeri-siyasi dayanışmanın önemini yansıtır.
MÖ 7. ve 6. yüzyıllarda İskit Devleti, “Pax Scythica” (İskit Barışı) adı verilen bir dönemi başlatarak, geniş Avrasya topraklarında üç asra yakın bir istikrar sağlamıştır. Krallar, bu dönemde komşu yerleşik medeniyetlerle (Persler, Asurlular, Medler) hem savaşmış hem de diplomatik ilişkiler ve ticaret yoluyla zenginleşmiştir. Altın, değerli madenler ve ticaret malları, soyluların elinde toplanmış; bu maddi güç, kraliyet otoritesinin pekişmesini sağlamıştır.
Bazı araştırmacılar bu dönemde, “büyük Saka (İskit) Devleti”nden söz ederken, İskit kralının Doğu Avrupa’dan Orta Asya’ya kadar uzanan bir nüfuz alanına hükmettiğini ifade etmektedir. Efsanevi Alp Er Tunga gibi figürler de bu krallığın altın çağını temsil eden sembolik liderler olarak değerlendirilir.
Alp Er Tunga
Alp Er Tunga, hem Türk hem de İran kaynaklarında adı geçen efsanevi bir İskit (Saka) hükümdarıdır. Türk destan geleneğinde en eski ve ulu kahramanlardan biri olarak anılan Alp Er Tunga, İran’ın ulusal destanı Şehnâme’de “Efrasiyab” (Afrasyab) adıyla tanınır; her iki ad da aslında aynı tarihi-mitolojik şahsiyeti işaret eder. Rivayetlere göre Alp Er Tunga, Saka İmparatorluğu’na en parlak çağını yaşatmış; güçlü karizması, savaşçılığı ve liderlik vasıflarıyla halkını birleştirmiştir. Onun döneminde Sakalar en geniş sınırlarına ulaşmış, büyük fetihler gerçekleştirmiş ve Avrasya bozkırlarında askeri-siyasi bir üstünlük kurmuştur. Alp Er Tunga, bilge, yiğit, ferasetli ve adil bir hakan olarak tanımlanmış; özellikle Kaşgarlı Mahmud’un Divânu Lügati’t-Türk’te aktardığı “Alp Er Tunga Sagusu” adlı ağıtta, onun ölümüyle gelen kargaşa, düzenin bozulması ve halkın matemi destansı bir dille anlatılmıştır: “Alp Er Tunga öldü mü, ıssız acun kaldı mı?” dizeleri, onun yitimiyle bozulan toplumsal dengeyi simgeler.
Tarihsel kimliği kesin olarak saptanamasa da, bazı araştırmacılar Alp Er Tunga’yı MÖ 7. yüzyılda yaşamış bir Saka kralı ile özdeşleştirir. Bazı rivayetlere göre, Med kralı Keyaksar (İran destanındaki Keyhüsrev) tarafından Urmiye Gölü civarında kurulan bir tuzakta öldürülmüş; bu olay Sakaların Anadolu ve Mezopotamya’daki hâkimiyetinin sonunu getirmiştir. Bu anlatılar, Alp Er Tunga’nın ölümüyle birlikte Saka gücünün doğuya çekildiğini ve parçalanma sürecinin başladığını göstermektedir. Türk tarihinde bir “ulu ata” olarak kabul edilen Alp Er Tunga, aynı zamanda birçok Türk hanedanının meşruiyet kaynağı olarak görülmüştür. Karahanlılar ve Selçuklular gibi hanedanlar soylarını ona dayandırmış, bu durum onun efsanevi değerini siyasi temsile dönüştürmüştür. Alp Er Tunga, Oğuz Kağan ile özdeşleştirilmeye dahi çalışılmış; böylece hem Türk hem İran destanlarında yer alarak Avrasya tarihinin ortak hafızasında mitolojik bir hükümdar, kültürel bir sembol ve İskit mirasının abidevi temsilcisi hâline gelmiştir.
Alp Er Tunga'ya Yakılan Ağıt
Alp Er Tunga'nın ölümü, İskit halkı üzerinde derin bir etki bırakmış, bu büyük kayıp halk arasında sözlü edebiyata da yansımıştır.
Divanü Lugati't-Türk’te kaydedilen Alp Er Tunga ağıtı, eski Türk edebiyatının bilinen en eski ağıt örneklerinden biridir:
Alp Er Tunga öldi mü
Issız ajun kaldı mu
Ödlek öcün aldı mu
Emdi yürek yırtılur!
Bu dizeler, Alp Er Tunga'nın toplum için bir düzen ve güvenlik kaynağı olduğunu, onun yokluğunun yalnızca bireysel bir kayıp değil, büyük bir toplumsal çöküntü anlamına geldiğini göstermektedir. Ağıt, eski Türk toplumunda liderlerin ölümünün nasıl derin bir yas duygusuna yol açtığını ve zamanla mücadele düşüncesinin sözlü kültüre nasıl işlendiğini açık bir biçimde yansıtmaktadır.
Tomris Hatun
Tomris Hatun, İskit-Saka dünyasında adı efsanevi bir cesaret ve kararlılıkla anılan en meşhur kadın hükümdardır. MÖ 6. yüzyılda Orta Asya’da yaşayan Massagetlerin kraliçesi olan Tomris, dönemin en güçlü imparatorluklarından biri olan Perslere karşı verdiği mücadeleyle tanınır. Herodotos’un aktardığına göre Pers Kralı II. Kiros, Massagetler üzerine düzenlediği bir seferde Tomris’in oğlunu hileyle tuzağa düşürerek öldürmüş; bu olay üzerine Tomris, ordusunu toplayarak Perslere karşı kesin bir savaş başlatmıştır. MÖ 530 yılında Amu Derya civarında gerçekleşen bu çarpışmada Pers ordusu ağır bir yenilgiye uğramış ve II. Kiros da hayatını kaybetmiştir. Herodotos, Tomris’in Kiros’un kesik başını kanla dolu bir tuluma daldırarak ona “Kana susamıştın, işte kana doy!” dediğini aktarır. Bu dramatik anlatım, Tomris’in intikamını sembolik biçimde gösterse de tarihsel gerçeklik açısından farklı rivayetler mevcuttur. Pers kaynaklarına göre Kiros’un naaşı Perslerce geri alınarak Pasargad’a defnedilmiştir. Ancak kesin olan, Perslerin bu seferde ağır kayıplar verdiği ve Tomris’in Massagetleri başarıyla savunduğudur.
Tomris Hatun, sadece savaşçı bir lider olarak değil, aynı zamanda siyasi irade ve bağımsızlık sembolü olarak da antik kaynaklarda yer alır. Diodorus Siculus, Pompeius Trogus ve Justinus gibi antik yazarlar Tomris’ten hayranlıkla söz etmiş; onun kadın olmasına rağmen büyük bir imparatoru mağlup ettiğini vurgulamışlardır. Diodorus, Tomris’in soyundan gelen kadınların da zaman zaman tahta çıktığını ve bu geleneğin Saka dünyasında kadınların siyasi güce sahip olabildiğini gösterdiğini belirtir. Tomris’in Perslere karşı kazandığı zafer, Orta Asya’da Sakaların bağımsızlığını korumuş ve Pers İmparatorluğu’nun doğuya ilerleyişini durdurmuştur. Tomris’in şahsında, savaşçılık ve liderlik gibi erkeklere özgü kabul edilen nitelikler kadın bir hükümdarda vücut bulmuştur. Onun hikâyesi, Türk ve Kazak geleneklerinde ulusal kahramanlıkla özdeşleşmiş; modern tarihyazımında da kadınların erken dönemlerde siyasi ve askerî roller üstlenebildiğinin en önemli örneklerinden biri olarak değerlendirilmiştir. Tomris Hatun, İskit dünyasında kadınların sadece savaşçı değil, aynı zamanda devlet yöneticisi olabildiğini gösteren tarihî bir figür olarak, hem antik hem çağdaş hafızada “yenilmez kraliçe” imgesiyle yaşamaya devam etmektedir.
İskitlerde Askerî Güç
İskitler, antik çağın en etkili ve korkulan savaşçı kavimlerinden biriydi. Askerî güçleri, onların tarih sahnesinde hem bağımsızlıklarını korumalarını hem de büyük imparatorluklarla mücadele edebilmelerini sağlamıştır. İskit ordularının temelini atlı okçular oluşturuyordu. At üzerinde ok atma sanatında son derece yetkin olan İskitler, hafif zırhlı ve hızlı süvari birlikleriyle düşmanlarını sürekli hareket halinde yıpratma stratejisi izliyorlardı. En önemli silahları, at üstünde her yöne atış yapılabilen kısa ama güçlü kompozit yaylardı. Ayrıca akinakes (kısa kılıç), mızrak ve savaş baltası (sagaris) da İskit silahları arasında yer alıyordu. İskit süvarileri, vurkaç (hit-and-run) taktiklerinde ustalaşmışlardı. Atlarının dayanıklılığı ve savaşçılarının isabetli atış yetenekleri sayesinde, ağır piyadeli ordulara karşı büyük üstünlük sağlıyorlardı. Antik yazarlar, bu özellikleri övgüyle anlatmış; Herodotos, “Tek bir lider etrafında birleşselerdi, yeryüzünün en yenilmez milleti olurlardı” demiştir. Askerî yetenekleri, savaşçı toplumsal yapılarıyla da destekleniyordu: Barış zamanında her erkek çoban ve avcı, savaş zamanı ise eğitilmiş bir askerdi. Kadınların da belirli koşullarda savaşa katıldığı bilinir; bu durum, İskit askerî gücünün toplumsal bir bütünlük içinde seferber edildiğini göstermektedir.
İskit orduları, tarih boyunca pek çok büyük savaşta ve seferde yer aldı. MÖ 7. yüzyılda Kafkasya üzerinden Ön Asya’ya inerek Asur, Med ve Babil devletleriyle ilişkiler kurdular. İskit kralı İspaka’nın Manna’ya yardım için yaptığı sefer başarısız olsa da kısa süre içinde Medlerle ittifak kuran İskitler, MÖ 612’de Ninova’nın düşüşünde rol oynadılar. Daha sonra Babil kralı Nabukadnezar ile birlikte Mısırlılara karşı Karkamış Savaşı’na katıldılar. Bu savaşta kazanılan zafer, Mısır’ın Asya’dan çekilmesine neden oldu. İskitler, yaklaşık 28 yıl boyunca Med topraklarına egemen olmuş, bu dönemde Güneybatı Asya’da geniş bir coğrafyada etkili olmuşlardır. MÖ 513’te Pers kralı Darius’un İskitler üzerine yaptığı sefer, onların askeri dehasını bir kez daha ortaya koymuştur. İskit kralı İdanthyrsos’un uyguladığı “tüketme savaşı” stratejisiyle Darius ordusu bozkırda yıpratılmış, bir meydan savaşına zorlanmadan geri çekilmek zorunda kalmıştır. Bu savaş, geri çekilerek düşmanı yıpratma yönteminin klasik örneklerinden biri olmuş; sonraki yüzyıllarda Hunlar, Kıpçaklar ve Moğollar tarafından benzer biçimlerde uygulanmıştır.
İskitlerin askeri üstünlüğü yalnızca taktiksel değil, psikolojik açıdan da etkiliydi. Savaşçıların ve atlarının üzerindeki kemik maskeler, hayvan motifli zırhlar ve altın takılar, düşman üzerinde caydırıcı bir izlenim bırakıyordu. Antik kaynaklar, İskitlerin ok uçlarını zehirlediğini, savaş ganimeti olarak düşman kafataslarından içki kadehi yaptıklarını aktarır. Bu anlatılar, abartı barındırsa da İskitlerin sert savaşçı doğasını yansıtır. Ordular kabile esaslı olup, her boy savaşa kendi süvarileriyle katılırdı; savaş zamanı kabile birlikleri birleşerek kralın komutasında merkezi bir orduya dönüşürdü. Ayrıca İskitler paralı asker olarak da görev yapmış, örneğin Asur ve Mısır ordularında yer almışlardır. MÖ 4. yüzyılda İskit kralı Ateas, 90 yaşında Balkanlar’da Makedonya kralı II. Philip’e karşı savaşırken ölmüş; bu yenilgi, İskitlerin Avrupa’daki gücünün kırılmasına neden olmuştur. Ancak askeri gelenekleri, onları izleyen Hunlar, Göktürkler ve Moğollar gibi bozkır kavimlerine ilham vermeye devam etmiştir.
Kültür, Dil ve Sanat

Altın Elbiseli Adam (AA)
İskitler, doğaya bağlılıklarını kültür ve sanatlarına derin şekilde yansıtmışlardır. Göçebe yaşam tarzı, sanatta dayanıklı ve işlevsel eserler üretmelerini teşvik etmiştir. Kurgan adı verilen mezar yapıları, İskitlerin ölüm ritüelleri ve sosyal yapısı hakkında değerli bilgiler sunmaktadır. 1969 yılında Kazakistan'ın Esik Kurganı'nda bulunan ve "Altın Elbiseli Adam" olarak adlandırılan genç savaşçı, İskit sanat ve zanaatkârlığının en önemli örneklerinden biridir. Bu savaşçının altın plakalarla kaplı giysisi, İskitlerin madencilik ve metal işçiliğinde ulaştıkları yüksek seviyeyi gösterir. Giysi üzerindeki kartal, leopar ve at figürleri, doğaya ve kutsal güçlere duyulan saygıyı yansıtmaktadır. İskit sanatında hayvan üslubu öne çıkar. Hayvan figürleri, güç, çeviklik ve doğa ruhlarını simgeleyen stilize formlarla işlenmiştir. Bu sanat anlayışı sadece estetik bir tercih değil, aynı zamanda İskit dini ve mitolojik dünya görüşünün bir yansımasıdır. Dil açısından doğrudan yazılı belgeler sınırlı olmakla birlikte, coğrafi adlar ve antik kaynaklarda geçen isimler İskit dilinin erken Türk dilleriyle bağlantılı olabileceğine işaret etmektedir.


