XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Devleti ve Batı dünyasındaki askerî, siyasî, iktisadî, içtimaî vb. alanlarda öncesinden farklı, daha derinden bir etkileşim başlamıştır. Bu süreçte askerî ve malî kayıpları artan Osmanlı Devleti, varlığını sürdürebilmek için felsefî ve düşünsel yönleri de olan bir dizi alternatif proje üretmeye başlanmıştır. Osmanlıcılık ve Türkçülük ideolojilerinde olduğu gibi İslamcılık da Batı'da gelişen milliyetçilik akımlarına karşı 1860'ların başından itibaren büyük ölçüde Yeni Osmanlı aydınlarının istikametini belirlediği bir ideolojidir. Bu ideoloji üzerine kapsamlı bir tanım şöyle yapılmıştır: İslamcılık, "XIX-XX. yüzyılda İslam'ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim…) 'yeniden' hayata hâkim kılmak ve akılcı bir metotla müslümanları, İslam dünyasını Batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden kurtarmak, medenîleştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist ve eklektik yönleri baskın siyasî, fikrî ve ilmî çalışmaların, arayışların bütününü ihtiva eden bir harekettir" (Kara, 1986: 15). İslamcılık, entelektüel bakımdan II. Meşrutiyet döneminde parlamış ve zirveye çıkmıştır. Bu dönemde bir ihya ve ıslah projesine bürünmüş, modernist bir toplum ve devlet sistemi planlayarak 1924 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. Bu tarihten sonra iyice geri çekilmiş/itilmiş, 1960'lardan sonra ise daha farklı bir söylem, kadro ve mahiyetle gündeme gelmiştir. Osmanlı'nın son dönemindeki İslamcılık, "inanç, ibadet, ahlak, felsefe, idare, siyaset, iktisat, hukuk, eğitim alanlarında İslam'ı bütün bir hayat nizamı olarak yeniden hâkim kılarak; İslam dünyasını geri kalmışlıktan, Batı hâkimiyetinden, zalim ve müstebit idarecilerle keyfî yönetimlerden kurtarma; dinî düşünceyi taklit, hurafe ve bidatlardan arındırma gibi XIX. yüzyıl İslam dünyasının başka coğrafyalarında da görülen ıslah, tecdit, ihya vb. kavramlarla ifade edilen dinî, siyasî, ilmî çözüm arayışları veya bu arayışları ihtiva eden bir fikir hareketi" şeklinde de özetlemek mümkündür.
Bu konuda yapılan çalışmalar İslamî hayat tarzı önerisi ve bir ideoloji olarak İslamcılığın ülke dışındaki etki ve kaynaklardan ziyade Yeni Osmanlı aydınlarınca geliştirildiğini, 1870'lerden sonra Osmanlı Devleti'nde bir devlet siyasetine dönüştüğünü ortaya koymuştur. Sultan II. Abdülhamid de içeride tebaasını birleştirmek için, ülke dışındakiler için de emperyalizme karşı koyma aracı olarak bu siyaseti kullanmıştır (bk. II. Abdülhamid).
İslamcılık düşüncesinin ortaya çıkmasında şüphesiz Osmanlı Devleti'nin Avrupa karşısında düştüğü durum, Batı'nın bilim, teknoloji ve askerî yeniliklerini alma mecburiyeti karşısında felsefî ve ahlakî sorunlarla karşılaşması, Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı sonrasında müslüman-gayrimüslim statüsündeki dengesizlik ve müslümanların dine daha çok ehemmiyet vererek hakimiyet ve devamlılıklarını sağlama isteği, sömürgeye maruz kalan İslam devletlerinin ise Osmanlı ile ilişkileri ve Osmanlı aydınlarının ilgilerini dış dünyaya çevirmesi gibi sebepler vardır. Yeni Osmanlı aydınlarına göre gerek devletin içinde gerekse dışarıda birlik ve beraberliğin sağlanabilmesi için İslam'ın tarihî mirası üzerinden modern bir sistem kurulabilir ve böylece emperyalizmle mücadele edilebilir. Bu düşünce dinin bir ideolojiye ve siyasî ifade biçimine dönüşmesine sebep olmuştur. Böylece modern Batı'nın siyasî ve sosyal kurum ve kavramlarına karşı İslam'ın kadim bilgi ve tecrübesinden üretilen "usûl-i meşveret" ile demokrasi, "meşrutiyet" ile anayasa ve anayasal düzen, "şûra" ile de seçim esaslı bir meclis-parlamento hedeflenmiştir. Osmanlı aydınları, Fransız İhtilali'nin ürettiği "halk hakimiyeti"ni ise, tabii hukuk doktrini ile mantıklı hale getirerek savunmuşlardır. Öngörülen siyasî değişimi evrensel düzeyde desteklemek için panslavizm ve pancermenizm kavramlarına karşılık -muhtemelen ilk defa- 1869 yılında "ittihâd-ı İslam" kavramı kullanılmış ve müslümanların topyekün kurtuluşu için halk hakimiyetinde ittihadın gerekliliği vurgulanmıştır. Giderek yaygınlaşan ittihâd-ı İslam söylemi modern dünyada bir tür yeni müslüman milliyetçiliği olarak görülmüştür. 1870'lerden sonra yüksek bir heyecanla karşılanan bu düşüncelerle aslında Yeni Osmanlılar'ın derinlerdeki hedefi, şeriatı (İslam) çağa uygun halde yeniden gündeme taşıma teşebbüsünden ibarettir. Tamamlayıcı unsuru ilerleme (terakkî ve teâlî) olan hareketin temel tezleri şöyle sıralanmıştır: 1. İslam modern hayatın getirdiği değişimleri bütünüyle karşılayabilecek evrensel bir siyasî-sosyal muhtevaya sahiptir. Bu kapsayıcılığın kaynağı vahiy olmakla birlikte bu durum akılla da izah edilebilir, zira İslam akla uygun bir dindir. 2. İslam bütün modern gelişmelere açık bir dindir, gelişmeye engel değildir, onu destekler. Engel gibi görünenler sonradan ilave edilmiştir. "İçtihat kapısı" yeniden açılmalıdır. 3. Batı bazı üstün niteliklere sahiptir, müslümanlar gelişmek için bunlardan işine yarayanları seçmeci bir tavırla alabilirler. 4. Müslümanlar İslam ile yeni bir milliyet sistemi inşa edebilir ve onun etrafından birleşebilirler.
II. Abdülhamid döneminde teşekkül eden siyasî karma muhalefet II. Meşrutiyet döneminde kısmen ayrışmış ve İslamcılık bu dönemde sistematik hale gelerek düşünce ve faaliyet düzlemine yükselmiştir. Sırât-ı Müstakîm ve bunun devamı Sebîlürreşâd başta olmak üzere Beyânülhak, Livâü'l-Hamd, Hikmet, İttihâd-ı İslâm, Tasavvuf, İslâm Mecmuası, Volkan vb. dergiler etrafında Eşref Edip, Mehmet Akif, Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Mustafa Sabri, Ferit Kam, Ebülulâ Mardin, Said Nursi, Halim Sabit, Mehmed Şemseddin, Said Halim Paşa, Manastırlı İsmâil Hakkı, Babanzâde Ahmed Naim gibi âlim-bürokratlar toplanmıştır. Daha çok gazeteci ve bürokratlardan teşekkül eden Yeni Osmanlılar ve II. Abdülhamid devri İslamcılar'ına karşın II. Meşrutiyet dönemi İslamcılar'ının çoğunluğu ulemadandır. Özellikle Balkan Harbi sonrasında diğer ideolojilerde olduğu gibi İslamcılar arasında da "Batıcı ve Türkçü İslamcılık" şeklinde tasnifler olmuşsa da bu ayrıştırmalar ilerleyen senelerde araştırmacılar tarafından yapılmıştır.
II. Meşrutiyet dönemi İslamcılar'ı, temel referanslarını dinden alarak hayatın her alanına dair izahlar, çözüm önerileri ve iddialara karşı cevaplar üretmiştir. Dinin terakkîye mâni olduğu görüşü şiddetle reddedilirken, gerileme müsebbibinin tarih ve gelenek olduğu vurgulanmıştır. Müslüman birliği teklifi yanında, aktif ve yeni ahlak sahibi bir müslüman tipi ve kapsamlı cihat fikri de temel hedef haline gelmiştir. Bu genel hedefler çerçevesinde bidat ve hurafelerin reddi, medreselerin ve eğitim usulünün ıslahı, yeni bir felsefe anlayışı ve terminolojisinin geliştirilmesi, tasavvufun ıslahı gibi meselelere ağırlık verilmiştir. Siyasete dair kapsamlı fikirleri ve önerileri olan İslamcılar'ın eğitim, kültür, aile kadın ve çocuğa dair de etkili söylemleri, projeleri, faaliyetleri ve tartışmaları olmuştur.
İslam'ın temel kaynakları Kur'an ve hadis ekseninde bir toplum ve birey öngören İslamcılar'a göre geleneksel eğitim kurumlarında her ne kadar bazı sorunlar varsa da bunlar tâdil ve ıslah edilebilir niteliktedir. Modern kamusal eğitimin sağlıklı bir cemiyet için gerekliliğine, toplumu yüceltecek faaliyetin eğitim olduğuna sürekli vurgu yapılırken, taklitten kaçınmaya ve içinde yaşanan cemiyetin "tarz-ı ictimâiyesi"ne (davranış tarzı, zihniyeti) uygun bir maarif düzeni üzerinde durulmuştur. Batı'nın yükselmesinin ve Osmanlı'nın sukut etmesinin temelinde tatbik edilen terbiye metodunun olduğu iddia edilmiştir. Bu sebeple de takip edilen "tarz-ı terbiye"nin değiştirilmesi gereği üzerinde durulmuştur. Kadınların her düzeyde eğitim alması, kamusal eğitimin yaygınlaşması, modern eğitim öğretim araçlarının kullanılması gibi hususlara hiçbir çekince getirilmezken taraf olunmuştur. Bu önerilerin pratiğine ve yöntemine dair öneriler geliştirilmiştir. Devlet merkezli, zorunlu ve ücretsiz bir eğitim sisteminin gerekliliği Yeni Osmanlılar'dan itibaren gündemdedir. Namık Kemal "güneşin ziyası"na benzettiği kamusal maarifi temel ihtiyaç olarak kabul ederken, zorunluluğu noktasında tereddütlü davranmıştır (bk. Namık Kemal). Oysa II. Meşrutiyet İslamcıları'nın bu konuda bir çekinceleri yoktur. Geleneksel eğitim kurumlarından medrese, sıbyan mektepleri, tekke ve zaviyelerin ıslah ve tecdidine, tekemmülüne/terakkisine yönelik projeler üretilmiş, söz konusu kurumların bu şekilde hayatlarını sürdürmesi önerilmiştir.
II. Meşrutiyet döneminde Mehmet Şemsettin (Günaltay), Abdüllatif Nevzat (Ayas) ve Mehmet Fahrettin başta olmak üzere Sebîlürreşâd yazarlarından Eşref Edip, Mehmet Akif, Ahmed Naim maarife dair sıkça makaleler yazmışlardır. Ancak ilk ikisi neredeyse İslamcılar'ın eğitimci yazarı haline gelmiştir. Mehmet Şemsettin Bey'in medrese, ahlak eğitimi, kadınların eğitimi vb. konularda yazdıkları Zulmetten Nura, Hurafâttan Hakikate başlığı ile kitap halinde yayımlanmıştır. Her iki kitap Cumhuriyet'in ilanından sonra yeniden yayımlanırken, geleneksel eğitim kurumlarına, terbiye metoduna ve maarifin genel mahiyetine dair görüşlerde oto sansür uygulanması dikkati çekmiştir.
İslamcı aydınların ve çevrelerin başta dergi ve gazetelerde eğitime dair görüş ve önerileri yanında kitap yayımlamak, kütüphane kurmak, kadınların, genç kızların devam edebileceği okuma yazma kursları açmak şeklinde eğitim faaliyetleri olmuştur. Okuma yazma güçlüğü ve alfabe ilişkisinde, mevcut yazı sisteminin zorluğuna değinilmiş ve alternatif yazı (ıslâh-ı hurûf) önerileri getirilmiştir. Ancak Batıcı çevrelerin dile getirdiği köklü alfabe değişikliğinden söz edilememiş bu tür tekliflere karşı çıkılmıştır.
Eğitimin devletçe planlanması ve kontrolü, İslamcı aydınlar tarafından da talep edilmiştir. Onlara göre tedrisatın esasını müfredat teşkil eder ve bunu da hükümetler belirler. Hükümetin tayin edeceği müfredat, muayyen bir gayeye yönelik olmalıdır. Mektep müfredatında "Dinî, sıhhî ve ahlakî bilgiler önceliklidir. Bunun yanında vatana sadakat ve muhabbet gibi doğrudan doğruya hükümet ve toplumun çıkarlarını gerektiren terbiyeye önem vermek elzemdir" (M. Şemseddin, 1328a: 70). Bu derslerin "belli bir mantıkî ve ilmî sıra ve silsile dahilinde verilmesi düzenin ve verimin sağlanması" bakımından önemlidir. Hususi mekteplerin yaygınlaştırılmasına dair destekleri olan İslamcı çevreler, misyoner okullarına "haince emeller uğruna kurulan yapılar" olarak bakmıştır. Mekteplerde ferdiyetçi eğitimin verilmemesini iktisadî hayatın kriz sebeplerinden görmüşlerdir. Bu yönüyle İslamcılar'ın liberal eğitime uzanan bir talebinin de olduğu söylenebilir.
İslamcı çevreler medreselere karşı hem eleştirel hem de yapıcıdır. Ömer Fuad'ın "Bir zamanlar her bucağında yığın yığın ulema ilim tahsili ile meşgul olurken, bugün birçok medrese sahipsizlik yüzünden 'baykuşlara yuva olmuş', kiminin damları çökmüş, yıkık duvarlar üstünde geçmiş hayatına ait mersiyeler terennüm olunuyor" (Ömer Fuad, 1329: 299) tasviri pek çok İslamcı'nın medreseye yönelik ortak sesidir. Medreselerin dil (Arapça) öğretemediği, programlarının çağın ihtiyaçlarına cevap vermediği, cer pratiğinin mensuplara itibar kaybettirdiği, müfredatında ezberciliğin hâkim olduğu, naklî ilimlerle yetinildiği iddia edilmiştir. Medreselerin geri kalmasında siyasîlerin ve onları örnek alan toplumun buralara rağbet etmemesinin payı dile getirilmiştir. Eleştirilerin karşısına medreselerde ıslah projeleriyle çıkılmıştır. Medreselerin ehil ellerde, uzman ve becerikli kişilerin denetiminde ıslah ve idare edilmesi istenmiştir.
Medrese ıslah girişimlerinin ilki, 26 Şubat 1910'da hazırlanan Medâris-i İlmiye Nizamnamesi'dir. İstanbul medreselerini ilgilendiren bu nizamname ile medreselerin mekteplere yakınlaştırılması talebi dikkat çekicidir (bk. Medâris-i İlmiye Nizamnamesi). Fazla etkin olmasa da Hafız Eşref Efendizâde Şevketî Mayıs 1911 tarihinde "Medâris-i İslâmiye Islah Programı" başlıklı bir proje sunmuş ve müfredatta yenilikler önermiştir. Bu süreçte Said Nursi, medreselerde fen ilimleri ile din ilimlerinin birlikte okutulmasını savunmuştur. Medrese ıslahına dair en kapsamlı teklif 17 Eylül 1914 tarihinde Şeyhülislam Hayri Efendi tarafından sadarete sunulan Islâh-ı Medâris Nizamnamesi'dir. Nizamnameye göre İstanbul'daki bütün medreseler, Dârülhilâfeti'l-aliyye Medresesi adı altında ortak bir sistemde toplanmış ve merkezî kontrol altına alınmıştır. Medrese hiyerarşisinde ve müfredatında en kapsamlı değişimler bu nizamname ile gerçekleşmiştir. Dârülfünun'daki Ulûm-ı Âliye-yi Dîniye Şubesi yerine Medresetü'l-mütehassisîn kurulmuştur. Mûsâ Kâzım Efendi, medreselerde modern bilimlerin ve bir Batı dilinin öğrenilmesi gerektiğini savunmuş, Arapça'nın yanında birkaç Batılı lisanın öğretilmesi istenmiştir (bk. Musa Kâzım Efendi). Müfredata dahil edilen yeni derslerle II. Meşrutiyet medreseleri bir tür "fen lisesi" ya da "teoloji ve mühendislik" karışımı bir fakülte görünümüne kavuşmuştur.
İslamcılar'ın önde gelen yazarlarının tasavvuf ve tarikat eğitimine dair eleştirileri, Batılı modernist söylemlere benzerliği ile dikkat çeker. Buna göre söz konusu kurumlar, modern dönemde İslam'ı yanlış anlamışlar, neticede atalet ve miskinlik yuvası haline gelmişlerdir. Bu yapıların insan iradesini dışladığı, tevekkül, züht gibi kavramları gerçek anlamlarından saptırdığı, bâtıl inanç ve hurafeler geliştirdiği iddia edilmiştir.
II. Meşrutiyet döneminde eğitimin öncelikli gündemlerinden mâ'lûmât-ı medeniye ve ahlâkiye dersleri İslamcılar için de önemsenmiştir. "İslam toplumlarında ahlakın üssü'l-esâsı dîn-i celîl-i Muhammedî" (Ahmed Naim, 1328: 279) olduğundan İslam kaynaklı bir eğitim müfredatının düzenlenmesi talep edilmiştir. Ahlak eğitiminin her türlü ilimden ve bilgiden önde geldiği dile getirilmiştir. Bununla birlikte yine felsefî içeriğine ve tarihsel derinliğine değinilmeden irfan eğitimine ve "irfanî ahlak"a da sürekli vurgu yapılmıştır. Ahlak eğitiminin çocukta mektebe başlamadan teşekkül ettiği pedagojik bir realite olarak kabul edilmiş ve sürecin sorumlusu da anne görülmüştür. Kadınların ve kızların eğitiminde, çocuk yetiştirme ve ev idaresini tedvir gerekçesi modern-geleneksel karışımlı bir zihniyetle meseleye bakıldığını göstermektedir. Annelere çocuk eğitiminde "Peygamber'i ve onun Ehlibeyt'ini sevdirmekle Kur'an okutmak" tavsiyelerinin verilmesi de geleneksel eğitimin baskın değer olduğuna işarettir.
Mürebbî, mürebbiye, hoca vb. eğitimcilerin niteliklerine de değinen İslamcı aydınlar, evlerde ya da mekteplerde terbiyeden mesul mürebbiye ve mubassırların imkân dahilinde yüksek eğitimli olmasını, hiç olmazsa ortaöğretimden (tedrisât-ı tâlî) mezun olmalarını talep etmişlerdir (bk. Mürebbî/Mürebbîye). "Mubassır basiretli bir psikolog, tecrübeli bir pedagog olmalıdır" (M. Şemseddin, 1328b: 126) ifadesini eğitimcilerden "meslekî bilgi ve beceri" beklentisi şeklinde anlamak mümkündür. 1924 sonrası dönemde eğitimin mahiyetine dair tartışmaların dinîlikten sıyrılmış millî ve asrî karaktere dayanması fikri ve bunun kabul görmesi, II. Meşrutiyet dönemi İslamcı eğitim düşünce ve tecrübesinin dışlanmasıyla neticelenmiştir.