Oryantalizm bir düşünce biçimi ve uzmanlık alanı olarak birbiriyle örtüşen birkaç alanı içerir: İlk olarak "ister özel ister genel yönleriyle uğraşsın -antropolog, sosyolog, tarihçi ya da filolog olması farketmez- Şark hakkında yazan, ders veren ya da Şark'ı araştıran kişi şarkiyatçıdır, yaptığı iş de şarkiyatçılıktır." İkinci olarak "Şark ile (çoğu zaman) Garp arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayırıma dayanan bir düşünme biçimidir." Üçüncü olarak "Kabaca belirlenmiş bir başlangıç noktası olarak XVII. yüzyıl sonu alınırsa, şarkiyatçılık, Şark'la -Şark hakkında saptamalar yaparak, ona ilişkin görüşleri meşrulaştırarak, onu betimleyerek, öğreterek, oraya yerleşerek, onu yöneterek- uğraşan ortak kurum olarak, kısacası Şark'a egemen olmakta, Şark'ı yeniden yapılandırmakta, Şark üzerinde yetke kurmakta kullanılan bir Batı biçemi olarak incelenebilir, çözümlenebilir" (Said, 1999: 12-13).
Tarihsel olarak Avrupa'nın Mezopotamya bölgesiyle iktisadî, siyasal düşünce, kültürel ve askerî anlamlarda daha yoğun etkileşim ve mücadele içerisinde olması sebebiyle oryantalizm, müslüman Doğu üzerine uzmanlaşmış bir inceleme araştırma alanı olarak kavranır. Dünyanın bilinirliğinin artışına paralel şekilde oryantalizmin araştırma alanı da genişleyerek bütün Doğu coğrafyasını kapsar hale gelmiş ve hatta günümüzde oryantalizm kavramı, özellikle ben-öteki ayırımına dayalı açıklama tarzı sebebiyle, diğer Batı-dışı kültürlerin ve daha da ötesi modern Avrupa toplumlarındaki belli oluşumların incelenmesi için de kullanılır hale gelmiştir.
Oryantalizmin akademik bir disiplin olarak kurumsallaşması XIX. yüzyılda gerçekleşmişse de "Batı'nın Doğu'ya ilişkin topyekün muhayyilesi"ni belirleyen özellikler, Doğu ile Batı arasındaki ayırımda yatar. Başlangıçta yalnızca coğrafî bir farklılığa işaret eden bu ifadeler zamanla dinî, siyasal ve kültürel karşıtlıkları da içerecek şekilde anlam genişlemesine uğradı. Doğu ile Batı'yı ayrıştıran sınır ise farklı ölçütlere göre tarih boyunca çok değişkenlik gösterir. Bâbil'in ortasından geçen nehrin iki yakasını ifade etmek için kullanılan asu (doğu) ve ereb (batı) kelimelerinden türemiş olan Asya ve Avrupa kelimeleri (Selen, 1943: 543), sonrasında Ege denizinin iki tarafını birbirinden ayırmak için kullanıldı. Roma İmparatorluğu devrinde Roma şehri, meskûn dünyanın merkezi sayılmış ve doğu tarafı için Oriens, batı tarafı için de Occiden tabiri kullanılmıştı. Roma İmparatorluğu zamanında Doğu, Batı'ya kıyasla "medenî ülke" mânasında kullanılmaktaydı. VII. yüzyılın ortalarından itibaren Doğu'nun büyük bir kısmının müslümanların eline geçmesiyle birlikte, kavramın kapsamı da değişti ve yeni bir şekil aldı. Haçlı seferleri zamanında Doğu denince daha ziyade İslam dünyası anlaşılıyordu.
Hıristiyan Avrupa'nın kolektif muhayyilesinde İslam'a ve müslümanlara yönelik olumsuz imajların kurumsallaşmasında Haçlı seferleri kritik bir öneme sahiptir. Haçlı seferleriyle birlikte Batı Hıristiyanlığı; kendi halklarının zihninde İslam ve müslümanlar hakkındaki temel imgeleri oluşturmaya başladı. Toplumsal mobilizasyon için düşman daha keskin hatlarla tanımlanmak ve kafalardaki imaj daha da basitleştirilmek durumundaydı. Batı Hıristiyanlığı'nın İslam'ı öteki ve düşman olarak konumlandırmasına dayanak oluşturan imgeler, önemli ölçüde İslam'ın ortaya çıkışıyla birlikte Doğu Hıristiyanlığı'nın Yuhanna Dımaşkî gibi önde gelenlerince yazılan reddiyelerden yararlanılarak geliştirildi.
Siyasî, ekonomik ve kültürel ilişkilerin gelişmesi, Doğu'yu gezen tüccarların, seyyahların ve misyonerlerin sayısındaki artış ve Avrupa'da Hıristiyanlığın ideolojik birliğinin ve hakimiyetinin sarsılışı; XVI. yüzyılda müslüman Doğu hakkında teolojik ilgilerden görece arınmış daha dünyevî, daha nesnel bilgilerin derlenmesine imkân tanıdı. Avrupa'nın tarihsel olarak en önemli rakibi müslüman dünyanın farklı bölgeleri hakkındaki seyahat notları, siyasî yazılar ve pratik el kitapları; Avrupa açısından, kendi bilincine varma sürecinde bir işlev de görüyordu. Öte yandan, müslüman halkların dillerinin ve edebiyatlarının görece bilimsel bir biçimde incelenmesi, büyük ölçüde Semitik filoloji ve ilahiyat bağlamında, Kur'an ve Arapça ile sınırlı kaldı.
Bu şartlar altında, ilk Arapça kürsüsü Paris'te Collège de France'da G. Postel adına kuruldu (1539). Fransa'nın ilk İstanbul elçisiyle birlikte İstanbul'a gelen Postel; Rumca, Osmanlıca, Arapça, Kıptîce ve Ermenice öğrenmişti. Burada aynı zamanda kralın kitaplığı için yazmalar topladı. T. Erpenius, J. Golius gibi isimler İslam tarihi ve Arapça sözlük ve gramer çalışmalarında önemli gelişmeler kaydettiler.
Aydınlanma çağı, Avrupa'da, Doğu'nun dinî olmayan kaygılarla da araştırılmasının yolunu açtı. Doğu dünyasının maddi ve manevi zenginliklerine, gücüne ve düzenine duyulan genel ilgi yükselişte olan Avrupa'nın yeni uluslarında Doğu dünyasına yönelik çalışmaları teşvik etmekteydi. Bu tür çalışmalar aynı zamanda ulusal düzeyde ekonomik ve siyasal getirisi olan ve yatırım yapılabilecek faaliyetler olarak görülmeye de başlanmıştı. d'Herbelot'un Encyclopaedia of Islam'ın öncüsü olarak değerlendirilen Bibliothèque orientale'i (1697) ve A. Galland'ın 1001 Gece Masalları'nın Fransızca tercümesini (1704-1717) yayımlaması bu ilginin bir örneğiydi. Anquetil-Duperron, XVIII. yüzyılın Doğu'ya ilişkin yaygın kanaatlerini ve imgelerini çürüten, bilhassa Doğu despotizmi kavramının saçmalığını ortaya koyan eserler kaleme alırken, E. Pococke ve S. Ockley'in çalışmalarıyla birlikte İslam peygamberi artık "deccal" olarak nitelendirilmiyordu.
XIX. yüzyıl, Avrupa'nın, dünya üzerinde egemenliğini kesinleştirmesine bağlı olarak yeniden şekillendiği bir yüzyıl oldu. Yeni kurumların, antropoloji, sosyoloji gibi yeni bilim dallarının ortaya çıkışına paralel olarak oryantalizmin akademik bir disiplin olarak kurumsallaşması ve modern Batılı sosyal bilimlerden destek alarak gelişmesi de bu dönemde gerçekleşti. Esasen XVIII. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Avrupa'nın Doğu hakkındaki görüşünü belirleyen olay emperyalizmdir. Bu çerçevede oryantalizmin akademik bir disiplin olarak kurulmasında iki önemli sömürgecilik tecrübesinden bahsedilmelidir: Birincisi, İngiltere'nin Hindistan'daki sömürgeci girişimlerinin bir parçası olarak kurduğu Royal Asiatic Bengal Society'nin (1784) faaliyetleridir. İkincisi de 1798 yılında Napolyon'un Mısır'ı işgal girişimi esnasında kurduğu Institut d'Egypte'in çalışmalarıdır.
Bu girişimlere paralel olarak 1795 yılında Paris'te L. Langlés'nin çabalarıyla konvansiyon idaresi tarafından kurulan ve dönemin önemli bir merkezi haline gelen Yaşayan Doğu Dilleri Okulu önemli bir işlev üstlendi. Hareketin asıl büyük öncüsü, modern İslam ve Arabiyat araştırmalarının kurucusu kabul edilen Sylvestre de Sacy idi. Benedict Manastırı'nda Arapça, Süryânîce, Keldânîce ve İbrânîce öğrenen Sacy, okula ilk Arapça öğretmeni olarak atandı. XIX. yüzyılın sömürgecilik atmosferinde tercüman yetiştirmek gibi ticarî ve siyasî kaygılara ve ihtiyaçlara binaen Paris'te ve Viyana'da teolojik bağlardan kurtulmuş bir eğitim teşekkül etmişti. Sacy'nin idaresindeki okul laik bir oryantalist kurum örneği sunuyordu.
XIX. yüzyılın ilk yarısında, peş peşe oryantalist cemiyetler ve derneklerin kurulduğu ve bunların her birinin yürüttükleri faaliyetleri ve sonuçları akademik camia ile paylaşma ve iş birliği geliştirme amacıyla çıkardıkları dergi ve matbuat sayısında yoğun bir artış yaşandı. 1821 yılında Paris'te Société Asiatique kuruldu ve bir yıl sonra Journal Asiatique'i yayımladı. 1823'te Londra'da kurulan Royal Asiatic Society, 1834'te Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland'ı çıkardı. 1832'de Hindistan'daki Asiatic Researches yerini, periyodik olarak çıkmaya başlayan Journal of the Oriental Society'ye bıraktı. Almanya'da, Hollanda'da, Avusturya'da, İtalya'da ve Amerika'da bu eğilime uygun kurumlar peş peşe kurulmaya başlandı.
Bu cemiyetlerde ve üniversite kürsülerinde toplanan uzmanların temel görevleri Arapça ve İslam kültürünün diğer dillerini öğrenmek ve öğretmek, bu dillerde yazılı eserleri anlamak için araçlar sağlamaktı. Bu çerçevede müslüman dünyasında konuşulan dillere ait pek çok sözlük ve gramer kitabı üretildi. Büyük Avrupa kütüphanelerindeki el yazmalarını katalogladılar ve İslam kültürüne ait hukuk, ilahiyat, tarih ve edebiyat eserlerinden önemli gördüklerinin tıpkıbasımlarını yaptılar.
Bu yüzyılda oryantalist incelemelerde ağırlık hâlâ dil bilimi üzerinde idi. Sahadan getirilen malzemenin ve incelenen eserlerin sayısındaki artışla birlikte, oryantalizmin temel yaklaşımları ve inceleme yöntemleri giderek kurumsallaşmış, aynı şekilde bu alanda çalışan oryantalistler arasındaki münasebetler de sıklaşarak daha teşkilatlı bir hal almıştı. Bütün bu örgütlenme çabalarının bir sonucu olarak I. Şarkiyatçılar Kongresi 1873 yılında Paris'te toplanmıştır. Kurulan oryantalist cemiyetler, bu cemiyetlerin yayımladığı dergiler ve eserler, oryantalistler arasında iletişimi ve iş birliği zeminini oluşturan kongrelerin düzenlenmesi oryantalist araştırma alanının akademik bir disiplin olarak kurumsallaşmasını mümkün kıldı. Aynı zamanda modern sosyal bilimlerin oluşmaya ve kurumsallaşmaya başladığı bu dönemde, "yazısız ve tarihsiz" diye nitelenen toplulukları incelemek üzere özelleşen antropolojiye benzer şekilde oryantalizm de "Doğulu"; başka bir deyişle "Batı olmayan" tarihsel ve medenî toplumları incelemede uzmanlaşan akademik bir disiplin olarak kabul görmeye başladı.
Bunların yanı sıra XIX. yüzyılda edebiyat alanında "geniş okur kitlesi"ne hitap eden popülist bir Doğu imgesi de oluşmuştu. Yazarı henüz hayatta iken tam on sekiz baskı yapan E. Warburton'un The Crescent and the Cross or Romance and Realities of Eastern Travel (1844) adlı eseri bu çerçevede önemlidir. Warburton'un eseriyle birlikte, bir zamanlar âlimlerin ve seyyahların imtiyazındaki bilgiler artık hemen her eve girdi. Söz konusu eserde Doğu hiç bitmeyen bir eğlence, gizem ve ilginçlik kaynağı olarak tasvir edilmekte ve "beyaz adam'ın" Doğu'daki egemen konumu ve saygınlığı methedilmekteydi.
Yüzyılın dönüm noktasında iki önemli oryantalistin, I. Goldziher'in ve Hollandalı C. S. Hurgronje'nin çalışmaları, müslüman toplumlara yönelik oryantalist bakışın gözden geçirilmesi gerektiğini göstermesi bakımından önemlidir. İslam'ın dinamik ve değişken bir gerçeklik olduğunu savunan Hurgronje'ye göre Hollanda, sömürgelerinde uyguladığı siyaseti bu gerçeklikten hareketle gözden geçirmeli ve yeniden düzenlemeliydi.
I. Dünya Savaşı atmosferinde oryantalizmin bir başka kullanım alanı olarak Doğu toplumları hakkındaki bilgileri sömürgecilerin siyasal hedefleri doğrultusunda kullanma eğilimi, Said'in "ajan oryantalist" kategorisinde konumlandırdığı T. E. Lawrence (Arabistanlı Lawrence), G. Bell gibi isimlerde somutlaştı. XX. yüzyılın düş kırıklıkları ve belirsizlikleri, bazı Batılı aydınlarda, ötekiyle az ya da çok bilinçli bir yakınlaşma, sömürgeleştirilmiş halklarla bir barışma ihtiyacı uyandırmıştı. Esasen bu yaklaşımlar ilk defa bu çağda dile getirilen kavramlar değildi. Bu çerçevede, aralarında belli farklılıklar olmakla birlikte, L. Massignon'un ve J. Berque'in çalışmaları önemlidir.
I. Dünya Savaşı arefesinde başlayan Doğu toplumlarının farklı bir yaklaşımla ele alınması yönündeki tartışmalar II. Dünya Savaşı sonrasında yeniden canlandı ve oryantalist çalışmalar, çağın bilimsel ve teknolojik araçlarıyla daha da zenginleşerek modern beşerî bilimlerin metodolojilerinden, açıklama modellerinden önemli ölçüde yararlanmaya başladı. Uzun süre göz ardı edilen ekonomik ve sosyal tarih, sayıları gittikçe artan ve kendilerini artık ilgilendikleri ülke ya da bölge ile alakalı olarak Türkolog, Mısırolog, Sinolog ya da Arabiyatçı, İslamiyatçı gibi adlarla tanımlamaya başlayan uzmanlar tarafından işlenmeye başlanacaktı.
II. Dünya Savaşı sonrasında, değişen uluslararası dengelere paralel olarak Avrupa'daki oryantalist çalışmalar bir krize girdi. 1947 yılında A.J. Arberry'nin tavsiyeleriyle, savaş öncesinin hâkim sömürgeci gücü İngiltere'de, İngiliz oryantalizmindeki gelişmeleri ele alıp tartışmak üzere Scarborough Komisyonu kuruldu. Komisyonun değerlendirme raporunda "Avrupa-merkezciliğe" yöneltilmiş gizli eleştiriler formüle edilmekte ve Amerika Birleşik Devletleri, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Hollanda, Almanya, Fransa, İtalya gibi Batı dünyasının diğer ülkeleriyle mukayeseli olarak yapılan değerlendirmeler neticesinde İngiliz oryantalizmindeki gerileyişin altı çizilmekteydi. 1951 yılında yine İngiltere'de, aynı amaçla oluşturulan Hayter Komisyonu da modern çalışmalarla klasik çalışmalar arasında bir denge kurulması gerektiği tespitini yapmakta ve oryantalist çalışmalar alanının yeniden yapılandırılmasına yönelik ciddi bir finansman ihtiyacını vurgulamaktaydı. Komisyonun raporuna göre, artık zaman filologların değil, tarihçilerin, hukukçuların, ekonomistlerin ve sosyal bilimler alanında faaliyet gösteren diğer uzmanların zamanıydı. Raporda İngiliz oryantalizmi için önerdikleri çözümlerin dünyanın yeni çekim ve güç merkezi haline gelen Amerika Birleşik Devletleri'nde hayata geçirilmekte olduğundan sitayişle bahsedilmekteydi.
II. Dünya Savaşı sonrası şartlarda, Amerika'nın Ortadoğu'ya ve daha da genelde bütün dünyaya yönelik ekonomik ve siyasal ilgileri daha net bir biçimde şekillendi. Yeni dönemde, silah ve enerji şirketlerinin finanse ettiği vakıfların ve hükümetin desteğiyle, beşerî bilimlerden sosyal bilimlere, Eskiçağ araştırmalarından modern araştırmalara kadar hemen her alanda çalışmalar arttırıldı. Oryantalizm, artık Amerika'nın dış politika ihtiyaçları doğrultusunda dar bölgesel temelli ve interdisipliner bir mantık çerçevesinde teşkilatlanıyordu: Doğu Asya incelemeleri, Ortadoğu incelemeleri gibi. Savaş sonrasında vakıf burslarının ve Ulusal Savunma Eğitim Anlaşması (1958) çerçevesinde hükümet fonlarının da yağmasıyla birlikte Ortadoğu incelemeleri yeni bir teşkilat yapısına ve amaçlara sahip hale gelmişti.
Amerika Birleşik Devletleri'ndeki oryantalist çalışmalar, başlangıcından itibaren, bölge araştırmalarıyla (area studies) özdeşleşmiştir. 1950 sonrasında Amerika'da bölge araştırmaları, büyük ölçüde, özellikle de soğuk savaşın ilk yıllarında, interdisipliner bir alan olarak teşekkül eder. Amerika'daki Ortadoğu bölge araştırmaları 1946 yılında, Columbia Üniversitesi'nde uluslararası kamu yönetimiyle ilgili bir eğitim programının kurulmasıyla başlamıştı. Princeton, Michigan, Indiana ve Pennsylvania üniversitelerinde kurulan dil bölümleriyle bu çabalar devam ettirildi.
Uluslararası ilişkilerde güçler dengesinin değişmesi ve ona eşlik eden bütün bu siyasal gelişmelerin doğal bir sonucu olarak Amerika, oryantalist çalışmalar alanında Avrupa'nın sömürgeci siyasetlerinin ve oryantalizminin olumsuzluklarından azade kılınmış çalışmalar yaptığı yönünde bir imaj oluşturmaya gayret etmiştir. Bu doğrultuda Amerika'da XIX. yüzyıl Avrupa sömürgeciliğinin olumsuz imajının ve Avrupa-merkezci yaklaşımın bir eleştirisi geliştirilir. Amerika Birleşik Devletleri, bu hedef doğrultusunda oryantalist incelemeler alanında yeni araştırma kurumları oluşturmuş, var olan kurumların da daha verimli çalışması için finansal desteğini arttırmıştır. Fakat bütün bu yeniden yapılanma çabalarına rağmen Amerikan oryantalizmi de gerçekte, XIX. yüzyıl Avrupa oryantalizminde Doğu hakkındaki hâkim temel yaklaşım biçimlerini bünyesinde barındırmaya devam etmiştir. Bu süreklilik Amerika'nın da nihayetinde Batılı kolektif muhayyilenin bir parçası olması ve Amerika'da oryantalizmin inşa sürecinde Hamilton A. R. Gibb, Gustave Edmund von Grunebaum, Bernard Lewis gibi dönemin önde gelen bazı Avrupalı oryantalistlerinin eğitici ve yönlendirici olarak görev almaları suretiyle sağlanmıştır. Bu anlamda Amerikan oryantalizmi "süreklilik ve farklılaşma" özelliklerini birlikte göstermektedir.
XIX. yüzyılın sonundan itibaren oryantalistler arasında dillendirilmeye başlanan çalışma yöntemlerine ve bakış açılarına yönelik kimi itirazlar, iki savaş arası dönemde fakat özellikle de 1945 sonrasında şiddetlendi ve Abdüllatif Tîbâvî, Enver Abdülmelik gibi Doğulu entelektüellerin de katılmasıyla zamanla oryantalizmin temellerini sorgulayan bir niteliğe büründü. Bu eleştiriler, ideolojik karakteri ve Avrupa-merkezci bakış açısı sebebiyle özellikle XIX. yüzyıl oryantalizmini hedef almıştı.
II. Dünya Savaşı sonrasının özel şartları, modern Avrupa felsefesinde ve sosyal bilimlerinde iki savaş arası dönemin tecrübesini, Avrupa'nın öncelikle kendisine dair temel kabullerini sorgulayan ve tartışmaya açan yaklaşımlara kapı araladı. Modern aklı, modern dünyanın temel kabullerini, Avrupalı kolektif tanımları, kimlikleri ve doğruları kökenleri itibariyle sorgulayan modern Avrupa düşüncesinin sunduğu bu eleştirel teorik birikim üzerinde temellenen çığır açıcı eseri Orientalism ile (1978, 1999) Edward Said yazdı. Said'in adı oryantalizmin en ciddi eleştirmeni olarak öne çıktı. Eser aynı zamanda 1967 Arap-İsrail savaşını Filistinli bir Arap olarak Amerika'da yaşayan Said'in kişisel tecrübesinin izlerini de taşıyordu. Yazar, eserinde özellikle Foucault'nun teorik çerçevesini ve metodolojisini kullanarak sömürgeci Batı zihniyeti ile oryantalist söylemin birbiriyle nasıl kaçınılmaz bir ilişki içerisinde olduğunu gösteriyordu. Chateaubriand'tan Lord Byron'a pek çok edebiyatçıyı ve seyyahı, Lawrence ve Bell gibi ajanları, Sacy'den Lewis'e pek çok uzmanı, Cromer ve Balfour gibi sömürge idarecilerini ve Kissinger gibi çağdaş politikacıları bir-örnek söylemsel oluşumun parçaları/özneleri olarak aynı "oryantalist arşiv" içinde konumlandırması ve oryantalizmin ancak bir söylem olarak incelendiğinde kavranabileceğini iddia etmesi Orientalism'in bu alana getirdiği yeniliklerdir. Said'in eseri, oryantalizmi ele alma biçimi ve başarısıyla başta post-kolonyal çalışmalar ve Garbiyatçılık olmak üzere pek çok alanda yeni entelektüel tartışmaları tetikleyen kurucu bir eser olma niteliği kazanmıştır.
Günümüzde oryantalist çalışmalar ikircikli bir konumda bulunmaktadır. Bir yandan hem Batı'da hem de uluslararası akademik çevrelerde sorgulanmakta ve mahkûm edilmekte diğer yandan Batılı entelektüel ve siyasal iktidarların 11 Eylül olayları sonrasında olduğu gibi ihtiyaç duyduklarında başvurdukları oryantalist klişeler ve hazır argümanlar olarak akademik disiplinler içerisinde işlevselliklerini ve etkinliklerini sürdürmektedirler. Yine oryantalizm sözcüğü olumsuz anlamlarla yüklü bir terim haline gelmiştir. Toplumsal hayatın hemen her alanında yaşanan tarihsel ve güncel gelişmeleri oryantalizm terimiyle ilişkilendirerek ele almak bir tür entelektüel moda haline gelmiştir. Meşruiyeti sürekli sorgulanan bir araştırma alanı olarak oryantalist çalışmaların insanlığın bilgi birikimine yaptığı katkıları yok saymayan ama aynı zamanda ideolojik ön yargılarla yüklü yapısını da görmezden gelmeyen bir yaklaşımla değerlendiren ihtiyatlı bir tutumun gerekliliği göz ardı edilmemelidir.