Ruanda, Sahra Altı Afrika'nın Büyük Göller Bölgesi'nde yer alan bir ülkedir. Nüfusunun yaklaşık %85’ini Hutu, %14’ünü Tutsi ve %1’ini pigme kökenli Twa etnik grubu oluşturur. 1994 yılında gerçekleşen Ruanda Soykırımı, başlangıçta uluslararası medya tarafından etnik kabileler arasındaki bir çatışma olarak sunulmuşsa da daha sonra devlet destekli kitlesel şiddetin ve sistematik bir soykırımın acımasız dönemi olarak tanımlanmıştır. Soykırım, dönemin Hutu lideri Juvénal Habyarimana’nın 6 Nisan 1994’teki ölümüyle tetiklenmiş ve yaklaşık yüz gün süren süreçte bir milyon civarında Tutsi ile ılımlı Hutu'nun katledilmesiyle sona ermiştir. Bu trajik olay, modern tarihin en kanlı soykırımlarından biri olarak kabul edilmektedir.
Ruanda (The New York Times)
Ruanda'da Etnik Ayrımcılığın ve Soykırımın Kökenleri: Koloni Döneminin Sosyal ve Siyasal Etkileri
Alman Koloni Dönemi, 1894-1914
Ülkenin Alman sömürge merkezi haline dönüşümü, Alman kaşif Kont von Götzen’in bölgeye yaptığı seyahat sonucu 1894 yılında gerçekleşmiştir. Bu dönemde Ruanda halkının monarşik bir sistemle yönetildiği ve azınlık konumundaki Tutsi grubunun egemen durumda olduğu gözlemlenmiştir. Bugünkü Burundi’yi de kapsayan Ruanda-Urundi sömürgesiyle Almanya, 1894 ile 1914 yılları arasında bölgedeki hakimiyetini sürdürmüştür. Ruanda’nın sınırlı ekonomik potansiyeli ve stratejik kaynak eksikliği nedeniyle Avrupa güçleri bölgeyi doğrudan yönetme konusunda sınırlı ilgi göstermiştir. Bölgedeki sömürge yönetimi ise, krallar ve aşiret liderleri gibi mevcut güç yapıları aracılığıyla dolaylı bir sistem olarak şekillenmiştir.
Belçika Koloni Dönemi, 1914-1945
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'nın Doğu Afrika'daki sömürgeleri arasında yer alan Ruanda ve Burundi, Milletler Cemiyeti mandası olarak Belçika’ya verilmiştir. Almanya’nın aksine Belçika, ekonomik, sosyal, siyasi ve mimari alanlarda çeşitli faaliyetler yürütmüş ve ülkede kalıcı izler bırakmıştır. Almanlar gibi Belçika da mevcut krallar ve aşiret liderleriyle iş birliği yaparak egemen elit Tutsi’nin yönetimini desteklemiştir. Aynı dili konuşan Hutu ve Tutsi arasındaki ikili ayrımın derinleşmesine yol açan uygulamalar ilk kez Belçika kolonisi döneminde ortaya çıkmıştır. 1920’ler ve 1930’larda faşizm ve ırkçılığın yaygın olduğu bu dönemde, Ruanda’da ırksal kökenleri belirlemek amacıyla kafatası ölçümleri yapılmıştır. 1933 yılında gerçekleştirilen bir nüfus sayımı sonrasında Belçika yönetimi, halkı Hutu, Tutsi ve Twa olmak üzere üç ayrı gruba ayırmıştır. Antropolojik sınıflandırma sonucunda Tutsi üstün ırk ve yönetici sınıf olarak, Hutu ise yönetilen işçi sınıfı olarak tanımlanmıştır. Bu ayrım sonucunda kişilere ait oldukları ırkı gösteren kimlik kartları verilmiş ve sosyal statüdeki geçişkenlik yerini sert ve ırka dayalı ayrımcılığa bırakmıştır. Belirlenen bu hiyerarşi nedeniyle Hutular zor işlerde çalışmaya zorlanmış, eğitim gibi temel haklardan mahrum bırakılmıştır. Ayrıca Hutulara siyasi sorumluluk verilmemiş ve bu durum, kilisenin desteğiyle Tutsilerin yönetici, Hutuların ise sadık hizmetkar olarak görülmesine zemin hazırlamıştır. Etnik ayrımda Belçika yönetimi kadar Hristiyan kilisesinin de etkisi büyüktür. 1920’lerde misyonerler, elitlerin Hristiyanlaştırılması sürecinde siyasi liderlerin desteğini kazanmanın yanı sıra Katolik adayların liderlik pozisyonlarına gelmesini teşvik etmişlerdir.
BM Belçika Vesayet Dönemi, 1945-1962
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, eski Milletler Cemiyeti Mandaları ve bazı diğer bölgelerin bağımsızlık sürecini düzenlemek amacıyla Birleşmiş Milletler Vesayet Sistemi kurulmuştur. Bu çerçevede, Ruanda-Urundi 1946 yılında Birleşmiş Milletler Vesayet Bölgesi olarak Belçika’ya tahsis edilmiştir. Belçika sömürge yönetimi ve kilise, üzerinde artan baskılar ve demokrasi düşüncesinin yayılması sonucunda halkla ilişkilerinde önemli bir değişiklik yaparak desteklerini öncelikle Tutsilerden çekip Hutulara yöneltmiştir. Yönetimde söz sahibi olmalarını destekleyen ve bu doğrultuda girişimlerde bulunan Belçika, ülkedeki etnik bölünmenin derinleşmesine zemin hazırlamıştır.
1957 yılında, Tutsi liderlerin yönetimin kendilerine derhal devredilmesini talep ettikleri “Tutum Bildirgesi” (orijinal adıyla Statement of Position) yayınlanmıştır. Bu belgeye karşılık bir grup Hutu tarafından Tutsilerin ayrıcalıklarını ilk kez kamuoyuna eleştiren ve Hutular için haklar talep eden “Bahutu Manifestosu” yayımlanmıştır. Demokratikleşme hareketleri kapsamında siyasi partiler kurulmaya başlamış, eğitim alamayan Hutuların kiliselere erişimi yeniden sağlanmıştır.
1959 yılında yaşanan toplumsal gerilim, özellikle Hutular ile üstünlükleri ellerinden alınan Tutsiler arasında şiddetli çatışmalara dönüşmüş ve Tutsilere yönelik sistematik ilk katliamlar gerçekleşmiştir. “1959 Toplumsal Devrimi” olarak adlandırılan bu dönemde birçok masum Tutsi katledilmiş ve bazıları ülkeden göç etmek zorunda kalmıştır. Bu süreçle birlikte uzun süredir devlet üzerindeki egemenliğini sürdüren ayrıcalıklı Tutsi elitinin hakimiyeti sona ermiştir. Ülkedeki güç dengesi, çoğunlukla kendi kontrolündeki yöneticileri Hutularla değiştiren ve güçlenen Hutuların seçimlerde çoğunluğu kazanmasını sağlayan Belçika tarafından desteklenmiştir.
Sömürge Sonrası / Bağımsızlık Dönemi, 1962–1994
Ruanda, 1962 yılında bağımsızlığını kazandıktan sonra yapılan seçimler sonucunda Grégoire Kayibanda liderliğindeki yönetim iktidara gelmiştir. 1962–1973 yıllarını kapsayan bu dönem, Birinci Cumhuriyet Dönemi olarak adlandırılır. Yönetim, ağırlıklı olarak Hutu etnik grubundan ve özellikle Kayibanda’nın memleketi olan güney Ruanda’dan gelen kişilerden oluşmaktaydı. Bu dönemde Tutsi nüfusa karşı sistematik ayrımcılık uygulanmış ve Hutu grupları arasında, özellikle kuzey ve güney kökenli Hutular arasında siyasi ayrışmalar derinleşmiştir.
Tutsiler, çevre ülkelerde yaşayan sürgünleri aracılığıyla hükümete karşı zaman zaman silahlı saldırılar düzenlemiş, ancak bu girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Etnik gerilimlerin yoğun olduğu bu süreçte Tutsi toplumu ciddi toplumsal ve siyasi baskılarla karşı karşıya kalmıştır. 1973 yılında gerçekleşen kansız bir darbe ile Kayibanda yönetimi sona ermiş ve General Juvénal Habyarimana liderliğinde yeni bir yönetim dönemi başlamıştır. Bu darbe, etnik gerginliklerin yanı sıra ekonomik ve siyasi istikrarsızlıkların da bir sonucu olarak değerlendirilir. Habyarimana dönemi 1994 yılına kadar sürmüş ve bu süreçte Tutsi karşıtı politikalar devam etmiş, Tutsilerin eğitim ve istihdam gibi temel haklara erişimi büyük ölçüde kısıtlanmıştır.
1980’lerin sonlarına kadar Ruanda, artan kahve ihracatı ve altyapı yatırımları sayesinde görece bir ekonomik istikrar yaşamıştır. Ancak 1990’ların başında küresel kahve fiyatlarında yaşanan düşüş ve uluslararası mali yardımlardaki azalma, ülkeyi ciddi bir ekonomik krize sürüklemiştir.
Bu dönemde Uganda’da yaşayan Tutsi sürgünler ve bazı Hutular tarafından Ruanda Vatansever Cephesi (RPF) kurulmuştur. RPF, sürgündeki üyelerinin Ruanda’ya dönüşünü sağlamak ve ülkede demokratik reformların gerçekleştirilmesini amaçlamıştır. 1 Ekim 1990’da RPF’nin Uganda’dan Ruanda’ya girmesiyle iç çatışmalar başlamış ve üç yıl boyunca etnik gerilimler giderek artmıştır.
Süreçte, medya organları aracılığıyla yapılan kışkırtmalar dikkat çekmiştir. Özellikle Kangura dergisinde yayımlanan “Hutu On Emirleri”, Tutsi karşıtı nefret söylemini körüklemiş ve ileride yaşanacak şiddet olaylarının ön habercisi olmuştur.
Uluslararası toplumun baskısıyla 1991 yılında tek parti yönetimi sona ermiş, çok partili siyasi sisteme geçilmiş ve 1992’de koalisyon hükümeti kurulmuştur. Buna rağmen Habyarimana yönetimi, Tutsi nüfusa yönelik baskı ve şiddet politikalarını sürdürmüştür.
1990–1993 yılları arasında yaşanan çatışmalarda en ağır zarar Tutsi toplumu tarafından görülmüştür. Hükümet güçleri ve Hutu milisleri, Tutsi sivillere karşı çok sayıda katliam ve ağır insan hakları ihlalleri gerçekleştirmiştir. Bu dönemde yaklaşık 2.000’den fazla Tutsi hayatını kaybetmiş, binlercesi tutuklanmış ve işkence görmüştür.Tüm bu gelişmeler, 1994 yılında yaşanacak Ruanda Soykırımı’nın temel altyapısını oluşturmuştur.
1994 Soykırımı
1994 yılına gelindiğinde Ruanda, Tutsi karşıtı söylem ve şiddetin yoğunlaştığı bir ortamda iç çatışmalarla karşı karşıyaydı. İktidardaki MRND (Ulusal Kalkınma İçin Devrimci Hareket, orijinal adıyla Mouvement Révolutionnaire National pour le Développement) partisinin gençlik kanadı olan Interahamwe, Hutu milliyetçisi bir yapılanma olarak Tutsilere yönelik organize saldırılar gerçekleştirmeye başladı.
Soykırımı başlatan temel olay Cumhurbaşkanı Juvénal Habyarimana’nın uçağının 6 Nisan 1994'te düşürülmesidir. Suikastın ardından radikal Hutular bu olayı bahane ederek ülke genelinde geniş çaplı şiddet eylemlerine girişmiştir. İlk geceden itibaren başkent Kigali başta olmak üzere birçok bölgede sistematik katliamlar başlamıştır.
Kamuoyunun kışkırtılmasında medya önemli bir rol oynamıştır. Milles Collines Radyosu, Tutsileri “işgalci hamamböcekleri” olarak tanımlamış, halkı Tutsilere karşı harekete geçmeye çağırmış ve bu cinayetlerin cezasız kalacağı yönünde mesajlar vermiştir. Ayrıca, hedef alınacak kişilerin listeleri halka açık biçimde dağıtılmıştır. Hem Tutsiler hem de RPF (Ruanda Vatansever Cephesi) ile bağlantılı oldukları düşünülen ılımlı Hutular bu listelerde yer almıştır.
Ekonomik kısıtlamalar nedeniyle ateşli silahlara erişimin sınırlı olduğu bu dönemde katliamlar genellikle Çin’den ithal edilen palalar ile gerçekleştirilmiştir. Interahamwe milisleri, Tutsi ailelerin evlerine yönelik planlı baskınlar düzenlemiş; çok sayıda kişi işkenceye uğramış, cinsel şiddete maruz kalmış ve öldürülmüştür. Bu şiddet eylemleri, tamamen organize ve sistematik bir biçimde yürütülmüştür. Yaklaşık yüz gün süren bu soykırımda bir milyon civarında Tutsi ve ılımlı Hutu hayatını kaybetmiştir. Binlerce kişi sakat kalmış, çok sayıda kadın cinsel şiddete maruz bırakılmıştır.
Temmuz 1994’te, RPF güçleri başkent Kigali’yi kontrol altına alarak katliamı sonlandırmış ve yeni bir hükümet kurulmuştur. RPF lideri Paul Kagame, bu süreçten sonra fiili olarak ülkenin başına geçmiştir. Soykırımın ardından yüz binlerce Hutu, özellikle Zaire (günümüzde Demokratik Kongo Cumhuriyeti) ve Tanzanya gibi komşu ülkelere göç etmek zorunda kalmıştır.
Ruanda Soykırımı Sonrası
Adaletin Tesisi ve Yargı Süreçleri
Soykırımın sona ermesiyle birlikte Ruanda’daki yargı sistemi büyük ölçüde işlevsiz hâle gelmiştir. Ülkede yalnızca 12 savcı ve 244 hâkim hayatta kalmıştır. Eğitimli nüfusun önemli bir kısmını oluşturan Tutsilerin büyük bölümü ya katledilmiş ya da ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştır. Soykırım suçundan yargılanan kişi sayısı, yetişkin nüfusun yaklaşık dörtte birini, yani yaklaşık bir milyon kişiyi kapsamaktadır. Bu büyüklükte bir adalet sürecinin yönetimi zor olmuştur.
Uluslararası düzeydeki ilk mahkûmiyet, soykırımın başlamasından yedi ay sonra, 2 Eylül 1998 tarihinde Tanzanya’da kurulan Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICTR) tarafından verilmiştir. ICTR bünyesinde, aralarında üst düzey askerler, hükümet yetkilileri, politikacılar, din adamları, medya mensupları ve milis liderlerinin bulunduğu toplam 62 kişi mahkûm edilmiştir.
Gacaca Mahkemeleri: Toplum Temelli Adalet
Ruanda, mahkemelerin iş yükünü azaltmak ve adalet sürecini hızlandırmak amacıyla 2005 yılında Gacaca Mahkemeleri adı verilen geleneksel adalet sistemini uygulamaya koymuştur. Bu toplum temelli mekanizma, yerel anlaşmazlık çözüm yöntemlerinden esinlenmiştir. Gacaca mahkemelerinde ölüm cezası uygulanmamış, en ağır ceza müebbet hapis olarak belirlenmiştir. Yaklaşık 1,2 milyon dava bu mahkemelerde görülmüş ve soykırıma karışan yüz binlerce kişi yargılanmıştır. Söz konusu süreç, 2012 yılında mahkemelerin kapatılmasıyla tamamlanmıştır.
Toplumsal ve Kurumsal Yeniden Yapılanma
Soykırımın ardından ülkenin adalet ve eğitim altyapısı büyük ölçüde çökmüştür. Milyonlarca kişi zorunlu göçe maruz kalmış, ekonomik altyapı tahrip olmuş ve halk, hem fiziksel hem de psikolojik olarak ciddi travmalar yaşamıştır.
Ruanda Vatansever Cephesi (RPF), 1994 yılında geçici hükümet olarak yönetime gelmiş, 2003 seçimleriyle iktidarını sürdürmüş ve ülke genelinde bir uzlaşma programı uygulamaya başlamıştır. Bu süreçte Ruanda'nın yeniden inşası için birçok uluslararası örgüt destek sağlamıştır. Diğer çatışma sonrası ülkelerle karşılaştırıldığında, Ruanda'nın yeniden yapılanma çabalarının uluslararası düzeyde geniş ilgi ve destek gördüğü dikkat çekicidir.
Uluslararası Toplumun ve Batı'nın Rolü
Sessizlik ve İhmal
Ruanda'daki şiddet olayları artış göstermesine rağmen uluslararası toplumun müdahale düzeyi sınırlı kalmıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde küresel bir güç olan Amerika Birleşik Devletleri, Ruanda’ya doğrudan müdahalede bulunmamıştır. Bölgedeki yetkililer ise şiddetin kitlesel katliamlara dönüşme potansiyeline ilişkin uyarılarda bulunmuştur.
1992 yılında Belçika hükümetine sunulan bir raporda, Ruanda büyükelçisi Johan Swinner, Akazu adlı gizli bir yapının varlığını belgeleyerek, bu yapının Cumhurbaşkanı Juvénal Habyarimana ve eşi tarafından organize edildiğini ve Tutsi nüfusunun ortadan kaldırılmasına yönelik planlar yapıldığını belirtmiştir. 1993 yılında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla kurulan BM Ruanda Yardım Misyonu (UNAMIR) Komutanı General Roméo Dallaire, BM Barış Gücü Operasyonları Departmanına gönderdiği raporlarda, Hutuların Tutsilere karşı organize şiddet eylemlerinde bulunduğunu ve geniş çaplı katliamların başladığını bildirmiştir.
Ayrıca, Interahamwe milisleri ile Ruanda ordusunun Fransa, Mısır, Güney Afrika ve Çin gibi ülkelerden önemli miktarda silah ve pala temin ettiği rapor edilmiştir. General Dallaire, bu silahların kontrol altına alınabilmesi için barış gücünün yetkilerinin genişletilmesini ve asker sayısının artırılmasını talep etmiş, ancak bu talepler BM Barış Gücü Operasyonları Başkanı Kofi Annan ve BM Genel Sekreteri Boutros Boutros-Ghali tarafından reddedilmiştir.
BM ve Batılı Devletlerin Tepkisi
Soykırımın başlamasının ardından, Birleşmiş Milletler Ruanda Yardım Misyonu’nun (UNAMIR) güçlendirilmesi gündeme gelmiş; asker sayısının artırılması, ağır silah desteği sağlanması ve müdahale yetkilerinin genişletilmesi önerilmiştir. Ancak bu öneriler, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık tarafından reddedilmiştir. Bu ülkelerin o dönemde önceliği, Yugoslavya’daki çatışmalar olmuştur.
Soykırımın ilk döneminde General Roméo Dallaire’nin destek taleplerine rağmen, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi aksine bir karar alarak UNAMIR’ın asker sayısını azaltmıştır. Ayrıca, on Belçikalı barış gücü askerinin öldürülmesi üzerine Belçika, Ruanda’daki görevini tamamen sonlandırmıştır.
Fransa’nın Müdahalesi ve Tartışmalı Rolü
Ruanda soykırımında Fransa, tartışmalı aktörlerden biri olarak öne çıkmıştır. Fransa ile Ruanda arasındaki ilişkiler, sömürge sonrası dönemde kurulan askeri iş birliği temelinde şekillenmiştir. 1975 yılında imzalanan ikili anlaşma ile Fransa, Ruanda’ya askeri destek sağlamaya başlamış, askerî eğitimler verilmiş ve silah temini gerçekleştirilmiştir.
1990–1993 yılları arasında yürütülen "Noroît Operasyonu" kapsamında Fransız askerleri, resmi olarak Fransız vatandaşlarını koruma amacıyla Kigali’ye konuşlandırılmıştır. Ancak bu dönemde, Habyarimana rejimini ve İngilizce konuşan Tutsi güçlerine karşı Hutu yönetimini fiilen destekledikleri belgelenmiştir.
1993 itibarıyla Fransa, Mısır ve Güney Afrika ile birlikte Ruanda’nın başlıca silah tedarikçileri arasında yer almıştır. Ayrıca, Fransız askeri personelinin doğrudan Ruanda ordusu içinde faaliyet gösterdiği kayıtlara geçmiştir.
Soykırımın başlamasının ardından, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Fransa’ya, insani gerekçelerle bir güvenli bölge oluşturma yetkisi vermiştir. Ancak bu bölge, özellikle “Turkuaz Harekâtı” çerçevesinde yürütülen faaliyetler tartışmalı olmuş; bazı suçluların kaçmasına izin verildiği ve Fransa’nın tarafsızlığını yitirdiği yönünde eleştiriler yapılmıştır.
Fransa’nın, soykırımın yıl dönümlerinin anılmasına izin vermemesi ve yalnızca Cumhurbaşkanı Habyarimana’nın uçağının düşürülme tarihini anması, ülkenin taraf tutmasına ilişkin şüphelerin artmasına neden olmuştur.
Batı Medyasının Tutumu ve Algı Yönetimi
Soykırımın dünya gündemine geç yansımasının temel nedenlerinden biri, Batı medyasının olayları “etnik kabile çatışması” olarak nitelendirmesidir. Bu tanımlama, soykırımın ciddiyetinin algılanmasını engellemiş ve küresel kamuoyunun dikkatinin dağılmasına yol açmıştır.
Bu duruma katkıda bulunan faktörler arasında, Batı basınının Ruanda’daki çatışmaları sıradan bir iç savaş biçiminde sunması, şiddetin azalmakta olduğu yönündeki hatalı bilgilerin yayılması, ölüm sayılarının küçümsenmesi, raporların öncelikle başkent Kigali’ye odaklanması ve insan hakları örgütleri ile tarafsız gözlemcilerin sahada yeterince bulunmaması yer almaktadır.
Bu etkenler, uluslararası kamuoyunun soykırıma karşı geç ve yetersiz tepki vermesine neden olmuştur.
Uluslararası Yargı Süreci: ICTR
Ruanda soykırımı sonrasında, sorumluların adalet önünde hesap vermesi için Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICTR) kurulmuştur. Bu mahkeme, soykırım suçunu yargılamak üzere oluşturulan ilk uluslararası ceza mahkemesi olarak tarihe geçmiştir. ICTR, soykırım ve insanlığa karşı suçlar işleyen kişileri yargılamakla görevlendirilmiştir.