Tebriz, kelime olarak havasının güzel olması sebebiyle "hastayı sağlığına kavuşturan şehir" anlamına gelir. Coğrafyacı Hamdullah Kazvînî'nin Nuzhetü'l-kulûb adlı eserine göre Tebriz şehrinin kurucusu Halife Hârûnürreşîd'in eşi Zübeyde Hatun'dur. Sonraları bir depremle yıkılan şehir, IX. yüzyıl ortalarında Halife Mütevekkil tarafından yeniden kurulurken, şehrin çevresi surlarla çevrilmiştir.
Tebriz'in bulunduğu bölge, Halife Ömer zamanında 642 yılında fethedildi. Birbirini takip eden Revvâdîler (X. yüzyıl başları), Sâcoğulları (889-929), Deylemli Müsâfirîler (X-XI. yüzyıllar), Selçuklular (XI-XII. yüzyıllar) ve İldenizliler (1148-1225) dönemlerinin ardından Tebriz, İlhanlı Abaka Han'ın (1265-82) burayı başşehir (dârüssaltana) yapmasıyla beraber neredeyse tamamen yeni bir döneme girdi.
XII-XIII. yüzyıllarda, pek çok sufinin yetiştiği havalisi bu anlamda Horasan, Mâverâünnehir ve İran coğrafyasından Anadolu'ya intikal noktalarından biri oldu. Bu güzergâhtan ilerleyerek Anadolu'ya ulaşıp buradaki İslam'ı şekillendirenler arasında, Necmeddîn-i Kübrâ (ö. 1221), Evhadüddîn-i Kirmânî (ö. 1238), Şems-i Tebrîzî (ö.1247 [?]), Necmeddîn-i Dâye (ö. 1256), Sa'deddîn-i Hammûye (ö. 1272-73'ten sonra [?]), Fahreddîn-i Irâkî'nin (ö.1289) isimleri özelikle belirtilmelidir.
Moğol istilası sonrası İlhanlı (1256-1353) dönemiyle birlikte Tebriz şehri, parlak ilmî hareketliliğin yaşandığı bir yer oldu. Mâverâünnehir'den Anadolu ve Mısır'a kadar geniş bir coğrafyanın merkezi konumuna yükseldi. Tebriz, özellikle Gazan Han'ın (ö. 1304) inşa ettirdiği "Şenbigazan" ve veziri Reşîdüddin Fazlullah-ı Hemedânî'nin (ö. 1318) yaptırdığı "Rab'ıreşîdî" olarak bilinen bölgesiyle, yüksek vasıflı eğitim ve son derece zengin ve kapsamlı literatür faaliyetlerinin yürütüldüğü bir şehir haline gelmiştir. Bu sayede pek çok âlimin buluştuğu, felsefî, tasavvufî, edebî birikimin, mimari ve sanata ilişkin mirasın devralınıp daha da geliştirildiği ve bu zenginliğin Mâverâünnehir'den Mısır ve Anadolu'ya kadar bütün bölgelere dağıldığı bir intikal noktası vazifesi gördü.
İlhanlılar dönemi Tebriz ve civarında derinleştirilen kelam ekolleri, tasavvuf akımları, zenginleştirilen literatür ve mimari sitil ve üslup, özellikle Türk-İslam kültür ve medeniyeti açısından müstesna bir rol oynamış, Osmanlı Devleti'nin kuruluşu ve yükselişinde derin tesirler icra etmiştir. Bu itibarla Tebriz, İran coğrafyasındaki birikimlerin Osmanlı coğrafyasına aktarıldığı fevkalade önemli merkezlerin de başında yer almıştır.
XII. yüzyıl sonları ve XIV. yüzyıl başları boyunca, Merâga ve Tebriz, ilim çevrelerinde oldukça canlı, ilm-i kelam tartışmalarının yaşandığı bir ortam idi. Söz konusu bu tartışmalar, Moğol istilası öncesi medrese haricinde aktarılagelen Mâverâünnehir merkezli Mâtürîdîlik ile Eş'arî-Şâfiî/Mâtürîdî-Hanefî geleneğinin karışımı iki yapı arasındaki irtibatı sağlayan halkayı oluşturmaktadır. Şimdiye kadar Hicaz bölgesinde teşekkül ettiği kabul edilen bu akım ve tartışmalar, esasen diğer merkezlerin yanı sıra Tebriz'de yoğrulmuş, bir kalıba sokulmuş ve Osmanlı Devleti'nde Sünnî İslam'ın şekil almasında son derece etkili olmuştur. Eş'arî Adudüddin Îcî'nin (ö. 1355) yoğun olarak müzakere edilen eserleri bu tartışmalarda belirleyici olmuştur. İcî'nin, Seyyid Şerîf Cürcânî (ö. 1413) ve Sa'deddin Teftâzânî ile (ö. 1390) birlikte Osmanlı uleması üzerinde derin tesirleri olmuş, bu tesir Kemalpaşazâde ile zirveye çıkmıştır.
Tebriz'deki Felekiye, Şeyh Kemâleddin Hucendî, Dımaşkıye, Kadı Şeyh Ali, Maksûdiye, Muzafferiye, Nasriye medreseleri, XIII-XV. asır arası zaman diliminde bu faaliyetlerin yürütüldüğü eğitim kurumları olarak kaynaklarda yer almaktadır. Fakat Tebriz'de bulunan Gazâniye ve Rab'ıreşîdî'nin rolü, bütün bu medreselerin çok ötesinde bir önemi haizdir.
Gazan Han'ın 1303 yılında inşa ettirdiği ve içerisinde Şâfiî ve Hanefî medreselerinin de yer aldığı Şenbigazan/Şâmıgazan, Tebriz'in maarif tarihinde bir dönüm noktasıdır. Reşîdüddin, Şenbigazan'ı tasvir ederken, burasının dünyanın en büyük imareti olan Sultan Sencer'in Merv'deki künbetinden çok daha azametli olduğunu belirtir. Ona göre hiçbir asırda, hiçbir sultan, bu kadar hayrat, in'âmat, sadaka-yı cariye vakfetmemiştir. Şenbigazan'da, zikri geçen medreselerin yanı sıra, bütünlüğü tamamlayan künbed-i âlî, mescid-i câmi, hankah, dârüssiyâde, rasat, şifa, beytülkütüp, beytülkanun, beytülmütevellî, havuzhane, germ-âbe-yi sebîl de yer almaktadır.
Vezir Reşîdüddin'in bizzat kendisi tarafından Tebriz'in kuzeydoğusunda kurulan ve Bağdat'taki Nizamiye Medresesi'ni çağrıştıran Rab'ıreşîdî Külliyesi de ayrı bir özellik gösterir. Rab'ıreşîdî ve etrafındaki mahalleler Rebez-i Reşîdî, Şehristân-ı Reşîdî, Reşîdiye ve Reşîdâbâd olarak da isimlendirilmiştir. Burası tam bir eğitim merkeziydi. Bünyesinde dârülmesâhif ve kütübülhadis, yetim çocukların eğitimi için de beytütâlimi barındıran bir külliye idi. Burada ayrıca sufiler için hankah, kâğıt imalathaneleri, eczahaneler, dârüşşifa, dârüzziyafe, hamam ve kütüphane tanzim edilmiştir.
Rab'ıreşîdî'nin işleyişine dair, yirmi dört kervansaray, 1500 dükkân, 30.000 ev, bahçeler, hamamlar, değirmenler, atölyeler, kâğıt imalathaneleri, her memleketten ve şehirden işçiler, sanatkârlar, 200 hafız için dârülhuffaz, 400 müderris, "Kûçe-yi ulemâ" (ulema caddesi) adında yalnız âlimlerin evlerinin bulunduğu bir yol, 6000-7000 öğrenciyi barındıran "talebe mahallesi", Hindistan, Çin, Mısır ve Suriye'den elli tabip, 500 asistan gibi abartılı anlatımlar, Reşîdüddin'e atfedilen fakat sıhhati tartışmalı mektuplara dayanmaktadır. Bu konuda en sağlam kaynak olan 9 Ağustos 1309 tarihli vakıfname bu anlatımlarla uyumlu olmamakla beraber bu durum Rab'ıreşîdî'nin önemine halel getirmez.
Orhan Gazi tarafından İznik'teki ilk Osmanlı medresesinin (1336) müderrisliğine atanan Dâvûd-ı Kayserî, uzun yıllar Tebriz'de kalmış ve meşhur Fusûs Şerhi'ni de Rab'ıreşîdî'de kaleme almıştır. Bu durum, tasavvufa ait birikimin Tebriz'den Anadolu'ya intikaline dair güçlü bir fikir verir. Rab'ıreşîdî'de dikkat çeken bir husus da burada yapılan kitap istinsahı ve bu maksatla kurulan atölyedir. Bu durum, ilmî birikimin İslam dünyasına aktarılmasında Tebriz'in önemini ortaya koymaktadır. Vakfiyede yıllık otuz adet Kur'an nüshasının ve Câmiu'l-Usûl fî Ehâdîsi'r-Resûl isimli hadis kitabının istinsahı yer almaktaydı. İstinsahı tamamlanan yazmaların vakıf hâzini ve Tebriz mahkemelerince tescili yapıldıktan sonra, Arapça olanların Arap coğrafyasına, Farsça olanların İran coğrafyasındaki şehirlere gönderilmesi ve buralarda üzerinde çalışılması ve teminat bırakıp da istinsah etmek isteyenlerin kullanması için bir medreseye teslim edilirdi.
Topkapı Sarayı Müzesi'nde yer alan bir Kur'an nüshası, Rab'ıreşîdî'de yıllık istinsah edilen otuz nüshanın yirmi yedincisi olarak Mayıs 1315 tarihinde tamamlanmış bir nüshadır.
Mâverâünnehir'den Anadolu'ya söz konusu bilgi-birikim dolaşımında Tebriz'in önemi, mimari alanda da kendini gösterir. Rab'ıreşîdî'deki ravza/türbe, İran üslubu türbe tarzındaki kubbeli cuma mescidi geleneğinin bir devamıdır.
Rab'ıreşîdî'nin bazı mimari özellikleri ise, erken dönem Osmanlı mimarisinde de görülebilir. Orhan Gazi tarafından yaptırılan Bursa Zaviye Camii, Hudâvendigâr Camii ve Manisa Mevlevihanesi gibi XIV. yüzyıl Osmanlı dönemi binaları ile pek çok açıdan benzerlikler söz konusudur.
Araştırmalar "Tebriz usulü" olarak bilinen el sanat sitilinin İlhanlılar döneminde ortaya çıktığını, bilahare Timur dönemine intikal ettiğini, buradan da başta Osmanlı coğrafyası olmak üzere İslam dünyasının başka bölgelerine aktarıldığını ortaya koymuştur. Nitekim Timur dönemi Tebriz ahşap işçiliği, Bursa erken dönem Osmanlı camilerinde bariz bir şekilde kendini gösterir.
Abbâsî hilafetinin yıkılmasıyla literatürde Arapça'nın hakimiyeti iyiden iyiye sarsılmış, Farsça kaleme alınan eserlerin sayısı hızla artmaya başlamıştır. Bu gelişme İlhanlılar döneminde, özellikle Tebriz'de kendini göstermiştir. Bu anlamda Reşîdüddin'in Farsça olarak kaleme aldığı Câmiu't-Tevârîh isimli eseri kullanılan dil, muhteva, üslup ve meydana getirdiği etki açısından başlı başına bir dönüm noktasıdır. Diğer yandan Vassâf'ı (ö. 1329-30) keşfeden ve yetiştiren de Reşîdüddin'dir. Târîh-i Güzîde, Zafernâme ve Nüzhetü'l-Kulûb müellifi Hamdullah Kazvînî (ö. 1340), Reşîdüddin'in sıkı şekilde izinden giden bir tarihçidir. Akkoyunlu Hükümdarı Sultan Yâkub'un sarayında yer bulan Ebû Bekr-i Tihrânî (ö. 1477'den sonra), İdrîs-i Bitlisî (ö. 1520), Fazlullah Rûzbihân Huncî (ö.1521) gibi âlimler Reşîdüddin'in üslubunu devam ettirmişlerdir. Ebû Bekr-i Tihrânî'nin Uzun Hasan devrine hasrettiği Târîh-i Diyarbekriye ve Huncî'nin Târîh-i Âlemârâ-yı Emînî eserleri meşhurdur. İdrîs-i Bitlisî, Heşt Bihişt adlı Farsça eserini bu üslupta kaleme almıştır.
Eğitim ve maarifin yanı sıra Tebriz tasavvufî kültür ve sanat tarihi açısından da son derece münbittir. Bu meyanda tasavvufta oluşturduğu ve günümüze kadar devam eden etki açısından Tebrizli Şeyh Mahmud Şebüsterî (ö. 1320) Gülşen-i Râz ve Saâdetnâme isimli eserleri ile öne çıkmıştır. Özellikle Gülşen-i Râz, başta Bayramiye ve Melamiye olmak üzere, Osmanlı tasavvuf çevreleri üzerinde derin tesirler icra etmiş, üzerine birçok şerh yazılmıştır. Bu şerhlerin sonuncusu Ahmet Avni Konuk (ö. 1938) ve Abdülbaki Gölpınarlı (ö. 1982) tarafından kaleme alınmıştır. Eser, XVIII. yüzyıldan itibaren Batılılar'ın da dikkatini çekmiş, Hammer tarafından neşredilerek (1838) Almanca'ya; Whinfield tarafından neşredilerek (1880) İngilizce'ye çevrilmiştir. Diğer eseri Saâdetnâme'de Baba Hasan-ı Surhâbî, Baba Ferec-i Tebrîzî, Hâce Muhammed-i Keccânî, Hâce Abdürrahîm-i Tebrîzî ve Hâce Sâyinüddîn-i Tebrîzî gibi Azerbaycan'da dönemin sufilerinden bahsetmesi, Tebriz civarındaki tasavvufî cereyanlardaki canlılığın göstergesidir.
Fazlullah-ı Hurûfî'nin (ö. 1394) mehdiliğini ilan ettiği (1373-74) ve düşüncelerini yaymaya başladığı, akabinde Timurlu Mîran Şah (ö. 1408) tarafından tutuklandığı yer de Tebriz idi. Nesîmî (ö. 1417 [?]) başta olmak üzere takipçilerinin şiir ve eserleri Anadolu ve bilahare de Balkan coğrafyası tasavvufî düşünce ve edebiyatı üzerinde derin tesirler icra etmiştir. Başka bir ifadeyle doğuş yeri Tebriz ve civarı olan Hurûfîliğin esas tesir icra ettiği yer Osmanlı coğrafyasıdır. Yavuz Sultan Selim'in Safevîler'in başşehri Tebriz'den getirdiği sanatkârların arasında, üstatları Nesîmî gibi, şiirlerinde Hurûfî görüşleri aksettiren Habîbî, Sürûrî ve Tufeylî de yer almaktaydı. Şah I. İsmâil'in (ö. 1524) (Hatâî) "meliküşşuara" unvanını verdiği Habîbî, II. Bayezid devrinin (1481-1512) sonlarında İran'dan Anadolu'ya gelmişti. Çâkerî Sinan Çelebi, Sâfâyî Çelebi, Celâlzâde Mustafa Çelebi, Hayâtî Çelebi ve Tutmacı gibi XVI. yüzyıl şairlerinin Habîbî'ye nazire yazmaları, onun Osmanlı sahasında belli bir şöhrete ulaştığını göstermektedir.
Tebriz, minyatür sanatı açısından da müstesna bir yere sahiptir. Yerel tasvirî sanat anlayışıyla Moğollar'ın beraberinde getirdikleri Uygur ressamlarının taşıdıkları Doğu Türkistan-Çin-Uygur ressamlığı sentezi neticesinde, Tebriz minyatür mektebi olarak bilinen ekol ortaya çıkmıştır. Bu üslupta yetişmiş olan mahir ressamlar, kitap sanatı ustaları Timurlular'ın (1370-1507) payitahtı Herat'a davet edilmişler, burada Herat minyatür mektebinin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır. Bilahare Şah İsmâil, Bağdat, Herat, Şiraz, İsfahan'ın mahir minyatür ustalarını Tebriz'e davet etmiş, onlara elverişli şartlar ve imkânlar hazırlamıştır. Bunların en başta geleni, Tebriz Saray Kütüphanesi'nin baş sorumlusu tayin edilmiş olan Herat minyatür mektebinin meşhur temsilcisi Kemâleddin Behzad'dır (1450-1536). Tebriz XVI. asrın başlarından itibaren bölgede minyatür sanatının merkezi olmuştur.
1514 yılında Osmanlılar Tebriz'i ele geçirdikleri zaman, Sultan I. Selim'in talimatıyla pek çok sanat ve zanaat ehli ustanın İstanbul'a götürülmesi, muhtemelen burada minyatür sanatının gerilemesinde etkili oldu. XVI. asrın sonlarında da Tebriz on sekiz yıla yakın bir süre Osmanlı hakimiyeti altında kaldığı dönemde (1585-1603) bu şehirden İstanbul'a Osmanlı minyatür sanatının inkişafına önemli ölçüde katkı sağlamış pek çok minyatür ustası götürülmüştü.
Ayrıca I. Tahmasb'ın 1556 yılında ilan ettiği "tövbe fermanı" ile beraber minyatür atölyelerini yıktırması sonucunda çalışma imkânı kalmamış minyatür ustalarının çoğu Hindistan'a gitmek zorunda kalmıştır. Bütün bunlarla birlikte Safevîler'in, başşehri önce Kazvin'e (1555), sonra da İsfahan'a (1598) taşımaları Tebriz'e giderek her alanda geri planda kalmasına yol açmıştır.
XIX. yüzyıl Kaçarlar döneminde tahta geçecek veliahtların ikamet (veliahd-nişîn) yeri olması, Tebriz'in yeniden diğer bölgelerden daha ayrıcalıklı bir konumda olmasını sağladı. Şehir XIX. yüzyıl İran coğrafyası için Batı'ya açılan bir kapı oldu. XIX. yüzyıl başlarında Napolyon'un Şark politikası çerçevesinde İran'da bulunan Fransız subaylarının eğittiği ve "nizâm-ı cedit" olarak isimlendirilen askerî birlikler, Tebriz'de mukim Veliaht Abbas Mirza'nın (1789-1833) teşebbüsleriyle kurulmuştu. Bu yeni tip ordu için, 1858 yılında Tebriz'de askerî okul açıldı.
Bundan başka Batılılaşma'nın daha pek çok adımı Tebriz'de atıldı. 1816 yılında, İran'daki ilk matbaa burada kuruldu. Bu sebeple Tebriz "basmahane" olarak anılır oldu. 1879 senesinde de Tebriz isminde ilk gazete çıkarılmaya başlandı.
1888 senesinde "Hasan Rüşdiye" olarak tanınan ve İran'da modern eğitim kurumlarının teşekkülü ve idaresiyle görevli "encümen-i maârif" üyesi olan Mirza Hasan Tebrîzî'nin (1851-1944) çabalarıyla, ilkokul seviyesinde bir modern okul açıldı. Tebriz'de tesis edilen bu kurum, İran'da açılan diğer modern okullara model oldu. Mirza Hasan uzun süreli Lübnan ve İstanbul ziyaretleri neticesinde buralardaki rüştiyelerden çok etkilenmişti. İsmindeki "rüşdiye" tabiri de buradan gelmektedir.
1947 senesinde, bilahare üniversite statüsüne yükseltilen bir yükseköğretim kurumu açıldı. Tebriz Üniversitesi'nin temelini de bu kurum oluşturur.
Günümüzde 1,5 milyona yaklaşan nüfusuyla Tebriz İran'ın en önemli eğitim öğretim merkezlerinden biri durumundadır. Şehirde bulunan sekiz üniversitede farklı düzeylerde eğitim verilmektedir. Bunların yetmiş altısı lisans, yetmişi yüksek lisans ve otuz kadarı da doktora programı şeklindedir.