Umami, tat duyusunun temel bileşenlerinden biri olarak tanımlanan ve "lezzetli" ya da "hoş tat" anlamına gelen Japonca kökenli bir terimdir. Asidik (ekşi), tatlı, acı ve tuzlu tatlara ek olarak beşinci temel tat olarak kabul edilen umami, özellikle glutamat, inosinat ve guanilat gibi amino asitler ve nükleotitlerle ilişkilendirilir. Tatlımsı, etsi ve ağızda kalıcı bir lezzet profili sunar. Bu tat duyusunun bilimsel tanımı, 20. yüzyılın başlarında Japon bilim insanı Kikunae Ikeda tarafından yapılmış ve monosodyum glutamatın (MSG) umami tadını oluşturduğu saptanmıştır.

Tat Tomurcukları (Yapay zeka tarafından oluşturulmuştur).
Tarihsel Gelişim
Umami tadının keşfi, 20. yüzyılın başlarında Japon kimyager Kikunae Ikeda'nın çalışmalarıyla başlamıştır. Ikeda, 1908 yılında Tokyo Üniversitesi'nde görev yaparken, geleneksel Japon çorbası olan dashi'nin tat profili üzerinde çalışmaya başlamış; bu çorbanın içeriğinde, bilinen dört temel tatla açıklanamayacak özgün bir lezzet fark ettiğini gözlemlemiştir. Dashi, kombu (Laminaria japonica) adı verilen bir tür deniz yosunundan elde edilmektedir ve Ikeda, bu yosundan su bazlı ekstraksiyon, kristalizasyon ve kimyasal ayrıştırma yöntemleriyle izole ettiği bileşiğin glutamik asit olduğunu belirlemiştir. Bu yeni tattan bahsederken Japonca "umai" (lezzetli) sıfatından türettiği "umami" terimini kullanmıştır.
Bu keşif, Ikeda tarafından 1909 yılında "Journal of the Chemical Society of Tokyo" dergisinde yayımlanmış; ancak çalışmanın Japonca yayımlanmış olması, batı bilim çevrelerinde yeterince tanınmasını geciktirmiştir. 1913 yılında Ikeda’nın öğrencisi Shintaro Kodama, Japon mutfağında yaygın şekilde kullanılan kurutulmuş palamut balığı (katsuobushi) üzerinde yaptığı çalışmalarda 5'-inosinatın (IMP) umami karakteristiğine sahip olduğunu ortaya koymuştur. Bu ikinci bileşen, umaminin yalnızca glutamatla sınırlı kalmadığını göstermiştir.
Umami üzerine araştırmalar, 1957 yılında Japon bilim insanı Akira Kuninaka’nın çalışmalarıyla yeni bir ivme kazanmıştır. Kuninaka, kurutulmuş şitake mantarında guanilat (GMP) adını verdiği üçüncü bir umami bileşiğini tanımlayarak bu bileşiğin glutamat ile birlikte sinerjik bir etki yarattığını deneysel olarak göstermiştir. Bu keşif, umaminin yalnızca tek bir moleküle değil, farklı yapıdaki tat katkılarının birlikte etkileşimiyle oluştuğunu ortaya koymuştur.
Umaminin Beşinci Temel Tat Olarak Kabul Edilmesi
Umami tadının bilimsel olarak temel bir tat olarak kabul edilmesi ise daha uzun bir süreci kapsamıştır. Batı dünyasında uzun yıllar boyunca bu tat, "brothy" (et suyu gibi), "savory" (iştah açıcı) veya "meaty" (etsi) gibi ifadelerle tanımlanmış; ancak temel tat olarak sınıflandırılması için gerekli fizyolojik ve moleküler veriler 20. yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında elde edilmiştir. Özellikle 2000 yılında Chaudhari ve arkadaşları tarafından tat tomurcuklarında metabotropik glutamat reseptörü mGluR4'ün keşfi ve ardından 2002 yılında Nelson ve arkadaşları tarafından T1R1/T1R3 heterodimer yapısının umami reseptörü olarak tanımlanması, umaminin beşinci temel tat olarak bilimsel literatürde resmen kabul edilmesini sağlamıştır.
Tarihte farklı medeniyetlerde umami etkisi taşıyan gıdalar kullanılmıştır. Antik Roma'da balık iç organlarının fermente edilmesiyle elde edilen "garum" sosunun yüksek glutamat içeriğine sahip olduğu bilinmektedir. Benzer şekilde geleneksel Fransız mutfağında et ve sebzelerin birlikte kullanıldığı stoklar, Çin mutfağında ise soya sosu ve fermente edilmiş ürünler umami açısından zengin kaynaklar olarak dikkat çekmektedir. Japon mutfağında kombu yosunu ve katsuobushi ile hazırlanan dashi, umami'nin doğrudan kaynağıdır.
Bu tarihsel gelişim süreci, umami'nin sadece kültürel bir tat algısı değil, aynı zamanda evrensel bir tat deneyimi olduğunu göstermektedir. Günümüzde yapılan nörofizyolojik, biyokimyasal ve davranışsal çalışmalarla umami tadı, tatlı, ekşi, acı ve tuzlu ile birlikte evrensel olarak kabul gören beş temel tattan biri haline gelmiştir.
Kimyasal Bileşenler ve Tat Reseptörleri
Umami tadı, dil üzerindeki tat tomurcuklarında bulunan ve G-protein bağlı reseptörlerden oluşan T1R1 ve T1R3 heterodimer yapısının aktive edilmesiyle algılanır. Bu reseptörler, özellikle L-glutamat başta olmak üzere çeşitli L-amino asitlere ve 5'-ribonükleotitler olan inosinat (IMP) ve guanilat (GMP) gibi bileşiklere karşı duyarlıdır. Umami algısında önemli bir özelliği, bu bileşenlerin birbirleriyle olan sinerjik etkileşimidir; tek başına uygulandıklarında daha hafif algılanan L-glutamat ve nükleotitler, birlikte kullanıldıklarında tat yoğunluğu çarpıcı biçimde artar. Bu sinerji, düşük konsantrasyonlarda bile yüksek umami algısı yaratılmasına olanak tanır ve bu nedenle doğal gıda kombinasyonları—örneğin kombu yosunu (glutamat kaynağı) ve katsuobushi (inosinat kaynağı) ile hazırlanan Japon dashisi—bilinçli olmaksızın bu etkiyi optimize edecek biçimde tarihsel olarak şekillenmiştir. Aynı mekanizma, et suyu, fermente peynir, kurutulmuş mantar ve deniz ürünlerinde de benzer şekilde gözlemlenir; çünkü bu gıdalarda hem serbest amino asitler hem de nükleotitler olgunlaşma, kurutma veya fermantasyon sürecinde doğal olarak açığa çıkar.
Fizyolojik ve Duyusal Etkiler
Umami tadı, salya üretimini artırmakta ve yiyeceklerin ağızda daha kolay dağılmasını sağlamaktadır. Ayrıca sindirim enzimlerinin salgılanmasını tetikleyerek sindirim sürecine katkı sağlar. Bu tat, özellikle yaşlı bireylerde azalan tat alma yetisinin desteklenmesinde önemli rol oynar. Umami, gıdalarda lezzet artırıcı etkisi nedeniyle, az tuzla hazırlanan yiyeceklerde de tat kaybını dengelemek amacıyla tercih edilmektedir.
Beslenme ve Gıda Teknolojisindeki Yeri
Gıda endüstrisinde umami tat veren bileşenler, özellikle düşük kalorili ve düşük tuzlu ürünlerin lezzet profilini zenginleştirmek amacıyla kullanılmaktadır. Doğal umami kaynakları arasında domates, mantar, soya sosu, deniz yosunu ve olgunlaştırılmış peynirler yer alır.

Umumi Kaynakları (Yapay zeka tarafından oluşturulmuştur.)
Ayrıca kurutulmuş balıklar ve et suları da umami açısından zengindir. Monosodyum glutamat, gıda katkı maddesi olarak yaygın biçimde kullanılırken, bazı tüketicilerde hassasiyete neden olabileceği iddiaları çeşitli tartışmalara yol açmıştır; ancak bilimsel çalışmalar bu maddenin makul dozlarda güvenli olduğunu göstermektedir.

