logologo
BlogHistory
Blog
Avatar
Main AuthorKÜME VakfıAugust 26, 2025 at 9:35 AM

İsrail'in Asimetrik Savaş Stratejisi

fav gif
Save
viki star outline

Gazze’deki soykırımın gölgesinde patlak veren İsrail-İran Savaşı ile Süveyda bölgesinde yeni Suriye yönetimi ve İsrail destekli Dürzi gruplar arasındaki gerilim, yalnızca ilgili tarafları değil tüm bölgeyi derinden sarsmaktadır. İsrail, bölgede nüfuzunu artırmak için asimetrik savaş yöntemlerine başvurmakta ve İran ile Suriye’deki toplumsal fay hatlarını sistematik biçimde araçsallaştırmaktadır. Bu strateji, geleneksel askeri metotların yanında “hibrit savaş” unsurlarını yani istihbarat operasyonlarını, psikolojik savaş yöntemlerini ve toplumsal kutuplaşmayı tetikleyen politikaları içermektedir.


Bu çerçevede İsrail’in İran topraklarında yürüttüğü yüksek profilli istihbarat operasyonları ve Ahmed eş-Şara liderliğindeki Suriye yönetimine karşı Dürzi gruplara sağladığı destek, çevre ülkelerde benzer senaryoların yaşanabileceği endişelerini artırmıştır. Böylece farklı toplumsal grupların istihbarat faaliyetlerine veya muhalif hareketlere dahil olabileceği yönündeki kuşkular yaygınlaşmakta; bu da bölge ülkelerinde iç güvenlik politikalarının sertleşmesine ve toplumsal alanın daralmasına yol açmaktadır.


On İki Gün Savaşı, MOSSAD’ın İran’a gizlice soktuğu parçaların gizli atölyelerde birleştirilmesiyle hazır edilen insansız hava platformlarının ve 13 Haziran günü nükleer tesisler, hava savunma sistemleri ve üst düzey komutanların ikametgahları gibi stratejik hedeflere yönelik saldırılarıyla başlamıştır. Bu operasyon, İran tarafınca büyük bir istihbarat zafiyeti olarak değerlendirilmiş ve İran yönetiminin muhalif unsurlar üzerindeki şüphelerini derinleştirerek baskı politikalarını ağırlaştırmasına yol açmıştır. Resmi verilere göre savaş süresince yaklaşık 21 bin kişi casusluk şüphesiyle tutuklanmış, bu süreçte ise en az 7 kişi casusluk suçlamasıyla idam edilmiştir.


İsrail Başbakanı Netanyahu’nun İran halkını rejime karşı sokağa çıkmaya çağırması, özellikle Eylül 2022’de Mahsa Amini’nin ölümü sonrasında alevlenen protestoların hâlâ toplumsal hafızada canlı olduğu İran için ciddi bir iç güvenlik riski doğurmaktadır. Ülkenin su ve elektrik kesintileriyle karşı karşıya bulunduğu bu dönemde rejim karşıtı gösterilerin yeniden canlanma ihtimali gündemdeyken, protestocuların “casusluk” suçlamasıyla tutuklanma riski de güçlü bir ihtimal olarak varlığını korumaktadır. Bu bağlamda İsrail, toplumsal huzursuzlukları siyasal bir araç olarak kullanarak İran rejimine vurduğu askeri darbenin yanında içeriden de zayıflatmayı amaçlamaktadır.


İsrail’in bu stratejisinin bir başka yansıması Afgan göçmenler üzerinden gözlemlenmektedir. Casusluk suçlamalarının halktan gelen ihbarlar üzerinden değerlendirilmesi, Afgan göçmenleri doğrudan hedef haline getirmiştir. İran’da uzun süredir var olan Afgan karşıtı nefret söylemi, savaş sonrasında biçim değiştirerek casusluk ithamlarına dönüşmüştür. Böylece Afgan göçmenler İran’ın savaş sırasındaki istihbarat açıklarının adeta “günah keçisi” ilan edilmiştir. Bu süreç sınır dışı vakalarında keskin bir artışa yol açmış; yalnızca savaşın bitiminden sonraki ilk bir ayda 410 binden fazla Afgan sınır dışı edilmiştir. 2025 yılı genelinde ise bu sayı 1,5 milyonu aşmıştır. Üstelik oturum izni olan Afganların da sınır dışı edilmesi ve sınır dışı sürecindeki olumsuz koşullar, ciddi insan hakları ihlallerinin yaşanmasına neden olmuştur.


İsrail’in İran’daki toplumsal gerilim alanlarını araçsallaştırarak Tahran yönetimini zayıflatma stratejisi, tipik bir asimetrik savaş yöntemi olarak değerlendirilebilir. İsrail’in uyguladığı bu strateji, düşman ülke toplumunda siyasal yönetime veya rejime yönelik karşılıklı güvensizlikler ile etnik, dini, siyasi ve sosyal kimlikler gibi farklı fay hatlarını harekete geçirerek söz konusu ülkenin güvenlik kapasitesini zayıflatmayı hedeflemektedir. Bu bağlamda İsrail’in yaklaşımı, sadece askeri tehdit değil, aynı zamanda bir sosyal mühendislik stratejisi olarak da okunabilir. Bölgedeki diğer devletler ise İsrail’in bu yaklaşımının farkına vararak benzer senaryoların kendi topraklarında tekrarlanmasını önlemek amacıyla tehdit olarak algıladıkları toplumsal unsurların üzerindeki baskıyı arttırma yoluna gitmişlerdir.


İran'da gözlemlediğimiz bu dinamiğin tüm bölge genelinde yankı yarattığı söylenebilir. Örneğin Ürdün, yabancı işçi alımlarını üç ay süreyle askıya aldığını ve bu süre zarfında yabancı işçi istihdamındaki usulsüzlükleri tespit etmeye yönelik kapsamlı bir denetim kampanyası başlattığını açıklamıştır. Kararın gerekçesi resmî olarak iş gücü piyasasını yeniden yapılandırmak ve yüksek işsizlik ile ekonomik baskılar karşısında Ürdün vatandaşlarını önceliklendirmek şeklinde sunulsa da, bu adımın aynı zamanda muhalefeti ve Filistin yanlısı hareketleri bastırma amacını taşıdığına dair yorumlar yapılmaktadır.


Bu bağlamda Ürdün Veliaht Prensi Hüseyin bin Abdullah’ın 1991 yılında kaldırılan zorunlu askerliğin tekrar uygulanmaya başlanacağını duyurması da dikkat çekicidir. Başta Eugen Weber olmak üzere önde gelen ulus-devlet kuramcılarının ileri sürdüğü klasik tezler göz önünde bulundurulduğunda, veliaht prensin zorunlu askerliğin ulusal kimliği ve gençlerin vatanlarıyla bağını güçlendirmedeki rolüne vurgu yapması tesadüf değildir. Bu açıklama, atılan adımın yalnızca güvenlik gerekçeleriyle değil aynı zamanda toplumsal bütünleşme ihtiyacıyla da ilişkilendirildiğini göstermektedir.


Ürdün’ün, geleneksel olarak “meşru muhalefet” kabul edilen Müslüman Kardeşler Hareketi’ni geçtiğimiz günlerde yasaklamış olması da ayrıca önemlidir. Bu gelişmeler birlikte değerlendirildiğinde, Amman yönetiminin tıpkı bölgedeki diğer ülkeler gibi İsrail’in toplumsal huzursuzluğu siyasal bir araç olarak kullanma stratejisinin kendi iç istikrarına yöneltilebileceği ihtimalinden ciddi biçimde kaygı duyduğu görülmektedir.


Son aylarda iç güvenliğe yönelik sert önlemler alan bir diğer ülke olan Kuveyt, yasadışı yollarla vatandaşlık elde ettikleri gerekçesiyle yaklaşık 50.000 kişinin vatandaşlığını iptal etmiştir. Ülkenin kendine özgü vatandaşlık yasaları nedeniyle vatandaşlık hakkından yoksun bırakılan nüfusun 80 ila 120 bin arasında olduğu tahmin edilmektedir. “Bidun” olarak adlandırılan bu grup, temel vatandaşlık haklarından mahrum bir şekilde yaşamını sürdürmektedir. Kuveyt’te vatandaşlığın hükümet tarafından hem siyasi sadakati ödüllendirmek hem de iç güvenliği sağlamak için bir araç olarak kullanıldığı dikkate alındığında, özellikle yabancı kökenli nüfusu hedef alan vatandaşlıktan çıkarma uygulamalarındaki artışı, bölgedeki gelişmelerden ve yükselen iç güvenlik kaygılarından bağımsız değerlendirmek mümkün değildir.


Bu bağlamda Kuveyt’te son yıllarda hız kazanan “Kuveytlileştirme” politikası da dikkat çekmektedir. Söz konusu politika, özel sektör ve kamu kurumlarında çalışan yabancı nüfusu Kuveyt vatandaşlarıyla değiştirerek kritik alanlarda ulusal güvenliği ve siyasi kontrolü güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Nitekim Kuveyt Adalet Bakanı tarafından yapılan son açıklamada, tüm yargı unsurlarının 2030 yılına kadar tamamen Kuveytlileştirileceği ilan edilmiştir. Hem vatandaşlıktan çıkarma pratikleri hem de istihdamın millileştirilmesi yoluyla ilerleyen bu süreç, İsrail’in toplumsal huzursuzlukları istismar eden stratejisinin Körfez ülkelerine de yansıdığını ve bölgesel ölçekte bir güvenlik paranoyası zincirini tetiklediğini göstermektedir.


Sonuç olarak, İsrail’in asimetrik savaş stratejisi yalnızca hedef aldığı ülkelerin rejimlerini içeriden zayıflatmayı amaçlamakla kalmamakta, aynı zamanda bölge devletlerini sert güvenlik önlemlerine yönelterek yeni toplumsal kırılganlıklar üretmektedir. Ortadoğu rejimleri ile toplumları arasında zaten otoriter pratikler nedeniyle tarihsel bir gerilim mevcutken, bu baskıcı güvenlik tedbirleri söz konusu gerilimi daha da derinleştirmekte ve yeni toplumsal reaksiyonların doğmasına zemin hazırlamaktadır. Zira İsrail’in bu stratejisinin farkına varan bölge devletleri artan iç güvenlik kaygılarıyla casusluk faaliyeti yürüttüğünden şüphelenilen ya da bu potansiyele sahip olduğu düşünülen sosyal gruplara yönelik tutuklama, sınır dışı etme, ülkeye giriş yasağı koyma ve vatandaşlıktan çıkarma gibi sert tedbirlere başvurmaktadır. Bu gibi uygulamalar, ciddi insan hakları ihlallerine ve kitlesel mağduriyetlere yol açmanın yanı sıra, toplumların rejimlerine karşı yeni direniş biçimleri geliştirme ve bir siyasi şiddet sarmalının ortaya çıkma ihtimalini doğurmaktadır. Dolayısıyla İsrail’in stratejisi ve buna karşı geliştirilen reaksiyonlar tüm bölgesel güvenlik mimarisini zedeleyerek yeni bir istikrarsızlık dalgasını tetikleme potansiyeli taşımaktadır.


Yazan: Ahmet Zahit Güney.

You Can Rate Too!

0 Ratings

Blog Operations

Ask to Küre