Sözlükte “ağır olmak, ağır gelmek” anlamındaki sikal (sekāle) kökünden türeyen sekal “ağır olan şey, ağırlık” demektir. Buradaki ağırlık, “yolcunun beraberinde bulundurduğu eşya ve yardımcıları” gibi maddî mânada olabileceği gibi “mânevî değeri yüksek olup korunması gereken şey” anlamına da gelebilir (Lisânü’l-ʿArab, “s̱ḳl” md.; Kāmus Tercümesi, III, 1195; Ebü’l-Bekā, s. 323-324). Sekaleyn sadece bir âyette i‘rab konumuna göre sekalân şeklinde geçmekte ve yaygın yoruma göre, “Sizi de sorguya çekeceğiz, ey insanlar ve cinler!” (er-Rahmân 55/31) anlamıyla insan ve cin türlerine hitap etmektedir. İlâhî emirlere ve yasaklara muhatap olan insan ve cin türü için sekaleyn kelimesinin kullanılması bunların Allah katında sorumluluk taşıması, değerli varlıklar olması, özellikle insanın dünyanın hâkim varlığı konumunda bulunması şeklinde yorumlanmıştır. Zilzâl sûresinde kıyametin kopması sırasında vuku bulacak kozmolojik değişiklikler tasvir edilirken yerkürenin içinde taşıdığı ağırlıkları dışarıya fırlatacağı ifade edilir (99/1-2). Burada geçen “eskāl” kelimesi “ölü cesetleri” veya “altın ve gümüş madenleri” diye açıklanmıştır (Lisânü’l-ʿArab, “s̱ḳl” md.; Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, III, 283; Ebü’l-Bekā, s. 323).
Sekaleyn “insanlar ve cinler” mânasında çeşitli hadis rivayetlerinde yer almakta, ayrıca Hz. Ali, İmam Ali er-Rızâ ve Ca‘fer es-Sâdık’ın beyanlarında geçmektedir (Wensinck, el-Muʿcem, “s̱ḳl” md.; Küleynî, I, 67, 95-96, 142). Bu anlamda Hz. Peygamber için “resûlü’s-sekaleyn” (insanların ve cinlerin peygamberi) ifadesinin kullanıldığı görülmektedir. Sekaleynin geçtiği bazı hadislerde kelimeye “Allah’ın kitabı ve Resûlullah’ın Ehl-i beyt’i (itret)” şeklinde mâna verilmiştir. Ebû Saîd el-Hudrî’den nakledilen bir hadiste Resûl-i Ekrem şöyle demektedir: “Ben size iki değerli emanet (sekaleyn) bırakıyorum. Bunlardan biri diğerinden daha büyük olup bereket ve etkisi gökten yere kadar uzanan Allah’ın kitabı, diğeri de Ehl-i beyt’imdir. Bu ikisi kıyamet günü havuzumun başında benimle buluşuncaya kadar birbirinden ayrılmayacaktır” (Müsned, III, 14, 17, 26, 59; Tirmizî, “Menâḳıb”, 31). Şîa âlimlerinin imâmet görüşlerini desteklemek amacıyla önem verdiği ve “sekaleyn hadisi” diye adlandırdığı bu rivayet -son cümlesi hariç- Ṣaḥîḥayn’da yer almamışsa da bazı yan desteklerle sahih kabul edilmiştir. Hadisin Kur’an’ın ve Ehl-i beyt’in kıyamet gününe kadar birbirinden ayrılmayacağından söz eden son kısmı ise birçok kaynakta rivayet edilmesine rağmen “isnadı zayıf, münkatı‘, delil olarak kullanılmaya elverişsiz” diye nitelendirilmiştir (Müsned [Arnaût], XVII, 170-176). Zeyd b. Erkam’dan rivayet edilen diğer bir hadiste Resûlullah sekaleynin birincisi olarak Kur’an’ı zikretmiş, onda hidayet ve nur bulunduğunu söylemiş, Allah’ın kitabından hiçbir şekilde ayrılmamak gerektiğini önemle vurgulamış, ardından, “Ehl-i beyt’im hakkında Allah’tan sakının” cümlesini üç defa tekrarlamıştır (Dârimî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 1; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 36-37).
Hz. Peygamber’den nakledilen, içinde sekaleyn kelimesi geçmemekle birlikte ümmetine tek bir şey bıraktığını, ona uyulduğunda sapıklığa düşülmeyeceğini, bunun da Allah’ın kitabı olduğunu belirten rivayetler yanında (İbn Mâce, “Menâsik”, 84; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 56) Resûl-i Ekrem’in iki şey bıraktığını, bunlara bağlanıldığı takdirde sapıklığa düşülmeyeceğini, ilkinin Allah’ın kitabı, ikincisinin resulünün sünneti olduğunu bildiren hadisler de vardır. Ehl-i sünnet âlimleri, söz konusu hadislerden ilk zikredilen rivayetin sonunda yer alan ve Allah’ın kitabı ile Ehl-i beyt’in kıyamet gününe kadar birbirinden ayrılmayacağını ifade eden kısmı hem isnad açısından sahih görmemiş hem de İslâm’ın genel hükümleriyle bağdaşmadığına kanaat getirmiştir. Bunun dışında nakledilen rivayetlerde değer verilip bağlanılması istenen üç şey vardır: Kur’an, sünnet ve Ehl-i beyt. Bunların ilk ikisine bağlılığın İslâm dininin genel niteliği olduğu bilinmektedir. Ehl-i beyt’e bağlılığa gelince, Ṣaḥîḥ-i Müslim’deki güvenilir rivayetten anlaşılacağı üzere Resûlullah hayatının son günlerinde, âhirete intikalinden sonra geride bırakacağı aile fertlerine ihtimam gösterilmesini istemiştir. Nitekim hadisi nakleden Zeyd b. Erkam’a Peygamber hanımlarının Ehl-i beyt’ten olup olmadığı sorulunca onların da Ehl-i beyt’ten olduğunu, fakat sadaka alamayan gruba mensup bulunmadıklarını söylemiştir (“Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 36-37). Esasen Kur’an’da Peygamber hanımlarına “Ehl-i beyt” diye hitap edilmiştir (el-Ahzâb 33/33). Binaenaleyh bu konudaki hadisler arasında uyuşmazlık yoktur (el-Muvaṭṭaʾ, “Ḳader”, 3; Dârekutnî, IV, 245; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, X, 114).
Bütün İslâm fırkaları Resûl-i Ekrem’in sözlerini, uygulamalarını ve davranışlarını örnek hareket noktası olarak kabul etmektedir. Kimleri kapsadığı ihtilâflı olan ve Ehl-i beyt şeklinde belirtilen Peygamber ailesinin itibarlı ve değerli oluşu bizâtihi kendilerinden değil Resûlullah’ın yakını olmalarından kaynaklanmaktadır. Buna göre Ehl-i beyt’e gösterilecek ihtimam onların yanılmaz hidayet kaynağı sayılmalarına değil Resûlullah’ı yakından tanıyıp sünnetini diğer insanlara nakletme ve öğretme hedefine yöneliktir. Bu husus, birer siyasî lider olarak algılanan imamlarla ilgili düşünceler dışında Şîa fırkalarının çoğunluğunca da kabul edilmiştir. Bu açıdan bakıldığında farklı ifadelerle nakledilen ve birbirine zıt gibi görünen iki tür rivayet arasında uzlaşma sağlanmış olur. Bu tarz bir yaklaşım, Hz. Peygamber’in Muâz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken ona karşılaşacağı problemleri nasıl çözeceğini sorduğunu, önce Allah’ın kitabı, onda yoksa resulünün sünneti, onda da yoksa kendi re’y ve ictihadı doğrultusunda amel edeceğini belirttiğini ifade eden hadisle de uygunluk arzeder (Müsned, V, 230; sıhhati ve kaynakları için bk. a.g.e. [Arnaût], XXVI, 333-335).

