Günümüz askerî harekâtında öldürücülük etkisi artan ileri teknoloji ürünü silahların kullanılması, gün geçtikçe haklı savaş konusunda yapılan yorum ve değerlendirmelerin hassasiyetini daha da artırmaktadır. Haklı savaş teorisi, aslında yeni bir kavram olmamasına rağmen, yeniden ve sıkça telaffuz edilmeye başlanmıştır. Yeniden ifadesiyle kullandığı kriterler, bir anlamda, demokrasi ve insan hakları adı altında yapılan askeri müdahalelere kılıf olacak şekilde belirlenmeye çalışılmaktadır. Haklı savaş taarruzu öngörmemektedir. Taarruz ve savunma arasındaki basit ayrım ise meşru müdafaa kavramında saklıdır. Günümüzde meşru müdafaa, sadece, bilinen tanımının (önleyici meşru müdafaa- preventative self-defense), gücü elinde bulunduran tarafından değişik bir uygulaması olan cezalandırma amacı ile kullanılmamakta, aynı zamanda öngörücü meşru müdafaa (pre-emptive self-defense) olarak da karşımıza çıkmaktadır. Aslında savaşlar için haklı/haksız değerlendirmesi yapmak çok da mantıklı değildir. Güçlünün hareketini kuramsallaştırmak, bunu yaparken uluslararası hukuku bu hareketin yasal çerçevesini çizecek şekilde kullanmak, kuşkusuz büyük bir güç olmayı gerektirmektedir.
Haklı Savaş
İkinci Dünya Harbinden sonra geçen yarım asırdan az bir süre içerisinde cereyan eden Vietnam, Arap-İsrail, Körfez ve Afganistan Harpleri, harbin seviyeleri, muharebe şekilleri, kullanılan doktrin ve esaslarda önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Geçen bu süre içerisinde az ve orta şiddetli çatışmalardan harekât alanı boyunca birleştirilmiş kara, deniz ve hava harekâtına kadar uzanan değişik boyut ve çapta muharebeler görülmüştür. Modern harbin yapısı ve seviyelerindeki değişme; harp ve harekât kavramlarına yeni boyutlar kazandırmıştır. Geleceğin muharebelerinin planlayıcıları ve siyasiler, bir taraftan teknolojik gelişmelerin harp silah ve vasıtalarına kazandıracağı imkânları, diğer taraftan da genel uluslararası siyasi durum ile muharebe ortamının sürekli değişen yapısını dikkate almak zorunda kalacaklardır. Bu gelişmelere paralel olarak harplere ilişkin yeni kavramlar da ortaya çıkmıştır. Bunlara, Bilgi Harbi, Asimetrik Harp, Paralel Harp, Hiybrit Savaş, Sınırlandırılmamış Harp kavramları örnek olarak verilebilir. Soğuk savaş son dönemi ve özellikle soğuk savaş sonrası ortaya çıkan bu kavramlar, birtakım teorilerin geliştirilmesinde rol oynamıştır.
Bu harp çeşitleri yeni bir kavram olarak karşımıza çıkmasına rağmen, aslında yeni bir savaş veya strateji değillerdir. Hatta hemen hemen hepsi savaşın kendisi kadar eskidir. Yüzlerce, hatta binlerce yıldır daha zayıf olan, kuvvetli düşmanının teknolojik ve sayısal üstünlüğünü etkisizleştirmek için değişik yol ve yöntemler aramıştır
2500 yıl önce Sun Tzu; “Savaşmadan kazanmak en iyisidir” demiş ve “her olasılığa uygun en doğal manevrayı en az güç kullanımı ile uygulama” felsefesini ortaya koymuştur. Bu düşünce her ne kadar felsefi ise de, aynı zamanda ekonomiktir de. Bugün sadece teknoloji ve sayısal üstünlükten yoksun fakir ülke veya örgütler değil, her yönden üstün ve zengin ülke ve örgütler de, rakipleri ile sürdürdükleri mücadelelerde ekonomiyi ön planda tutmakta ve en az harcama ve çabayla en fazla faydayı sağlayarak verim elde etmeyi kendileri için temel prensip olarak görmektedirler.
Eski bir Çin askeri stratejisti olan Zhuge LİANG, İÖ 3’üncü yüzyılda; “….. akıllı olan savaşı önceden kazanır, oysa cahil asker kazanmak için savaşmak zorundadır...... Bu nedenle yüksek duvarlar, derin su çukurları güvenliği garanti edemez. Sağlam zırhlar ve etkili silahlar da aynı şekilde güçlü olmayı garantileyemez. Düşman bir arada kalmayı tercih etmişse hazır olmadığı yerden saldır: düşman saldırı hattı kuruyorsa, seni hiç beklemediği yerde karşısına çık” [1]demiştir. İşte bu nedenledir ki dünyanın süper gücü olarak bilinen ABD 11 Eylül saldırılarını eli kolu bağlı seyretmiştir. Asimetrik yöntemlerin ortaya çıkışı, gücü ve teknolojiyi elinde bulunduranları daha ölümcül silah ve teknoloji arayışına yönlendirmiştir. Bu da daha fazla sivilin ölümüne yol açacağından, savaşın haklı ve haksız olup olmadığı konusunda teoriler üretilmesine neden olmuştur. İcra edilen askerî harekâtta insan kayıplarına karşı özellikle Batı kamuoyunun aşırı duyarlılığı, gün geçtikçe konunun hassasiyetini daha da artırmaktadır. Kuşkusuz gücün kullanılmasının hukuki altyapısının da önem kazandığını ifade etmek doğru bir yaklaşım olacaktır.
Harp Hukukunun Bileşenleri
Harp Hukuku’nun üç bileşeni vardır. Bunlardan ilki ‘jus ad bellum’, harp ilan edilmesine ilişkin kuralları, diğer bir ifadeyle harp ilanına ilişkin şartları ve sebepleri ihtiva eder. İkinci bileşen, ‘jus in bello’, harp esnasındaki eylemlerle ilgilidir. ‘jus in bello’ günümüzde insancıl hukuk olarak ifade edilmektedir. Üçüncü bileşen ‘jus post bellum’ harbin sona ermesi ve harp sonrası yapılması gereken faaliyetlerle ilgilidir. Burada, harp ilanına ilişkin şartları ve sebepleri ihtiva eden görüşler, daha çok bilinen şekliyle haklı savaş düşüncesidir.
Haklı Savaş Teorisi
Haklı savaş teorisinin iki farklı boyutunu oluşturan "jus ad bellum" ve "jus in bello" ifadelerinin açıklanması, konunun kavramsal çerçevesinin ortaya konulabilmesi açısından önemlidir.

Yapay zeka aracılığıyla oluşturtulmuş görsel.
Jus ad bellum
Savaşın belirli bir durumda haklı olup olamayacağını belirlemeye yönelik jus ad bellum ilkesiyle savaşın haklılığını sağlayan belirli ölçütler ortaya konmuştur. Bu ölçütler genel olarak, haklı bir neden, hukuka uygun otorite, hukuka uygun niyet/iyi niyet, zor kullanımının amacın ötesinde zarar vermemesi ya da orantılılık, savaşa son çare olarak başvurulması, amacın barışa ulaşmak olması ve son olarak, savaşın başarı şansının olmasıdır.
Haklı neden, jus ad bellum'un ilk ve en önemli koşuludur. Haklı savaş teorisyenlerinin hemen hepsi, saldırı amacıyla yapılan savaşların "haklı" olamayacağını kabul etmektedir. Bu kapsamda, haklı bir savaşın nedeninin ancak savunma olabileceği öne sürülebilir. Bu önermenin, hangi eylemin haksız bir saldırı sayılacağı konusu gündeme geldiğinde esneyebildiği de bir gerçektir. Haklı savaşın tek haklı nedeninin savunma olduğu doğru olsa da haklı savaş teorisyenlerinin zaman zaman taarruzi nitelik taşıyan savaşları da savunma kapsamına aldıkları görülmektedir. Burada öne sürülen tek koşul, taarruzi nitelik taşıyan bir kapsamda da olsa, savaşın amacının önceden yapılmış bir kötülüğe karşılık vermek olmasıdır.
Hukuka uygun otorite koşulu aslında oldukça tartışmalıdır. Genel olarak haklı savaş teorisyenleri, hukuka uygun otorite ile devletin egemen gücünü/iktidarı kastederler. Buna göre, eğer bu egemen güç; meşru ise o zaman keyfi yönetim eğilimi göstermeyeceği, dolayısıyla da bu meşru yönetime savaş ilanı hakkının verilebileceği tezine dayanmaktadır. Haklı savaş teorisinde savaş ilanı yalnızca hukuka uygun otoriteye aittir, aksi bir durumda savaşın haklı olma olasılığı ortadan kalkacaktır.
Hukuka uygun niyet ya da iyi niyet koşulunda genel kabul, savaşın kamu yararı için olması ve kişisel ya da emperyalist, haksız çıkarlar için olmaması şeklindedir. Haklı savaş teorisinde milli çıkarların taarruzi bir hareket için bahane olarak kullanılması kabul edilmez, bu durumda savaş haksız sayılır. Fakat yine de barışı zorla tesis etme amacı gibi iyi bir niyeti gerçekleştirmek için tek çıkar yolun saldırı olabileceği durumların varlığı da genel olarak kabul edilmektedir. Haklı savaş teorisinde haklı neden ve iyi niyet gibi, savaşın başarı şansının olması koşulu da önemlidir. Bu koşuldan maksat, insani ve ekonomik kaynakların başarı şansı olmayan bir eylem için israf edilmemesidir.
Orantılılık koşulu aslında jus in bello'ya ait bir koşul olsa da, jus ad bellum olarak zor kullanımının amacının ötesinde zarar vermemesiyle ilgilidir. Haklı bir savaşın haklı bir nedeni ve bu bağlamda da bir hedefi olmalı, bu hedef diğer ilkelerle de uyumlu olmalıdır.
Jus in bello
Savaşta zor kullanımının haklılığını sağlamaya yönelik jus in bello ilkesinin iki önemli koşulu bulunmaktadır: Sivillerin dokunulmazlığı ve orantılılık. Sivil dokunulmazlığı, savaşta doğru hedefin kimler olduğunu belirlemeye yönelik bir ölçüttür. Haklı savaş teorisine göre, hedefler arasında ayrım yapmamak savaşın haklılığını zedeleyecektir. Ayrım yapılmadığı sürece muharip olmayanlar ve masumlar da hedef olabilmektedir. Muharipler ordularına bilinçli bir tercihle katılmışlardır ve bu nedenle hedef olmaları uygundur. Muharip olmayanlar, siviller ya da masumlar bu anlamda bir tercih yapmadıklarından öldürülmeleri doğru değildir.
Haklı savaş teorisinde sivillerin öldürülmesi yasaklanıyor olsa da, bazı durumlarda sivillerin öldürülmesinin kaçınılmaz olabileceği de kabul edilmektedir. Haklı savaş teorisi bu durumu “Çift etki" (double effect) ile açıklamaktadır.[1] Çift etki, savaşta sivillerin ölmesinin niyet edilmediği, ama kazaen bunun gerçekleştiği durumları ortaya koyarak, bir bakıma sivillerin öldürülmesini haklılaştırmaktadır. Klasik haklı savaş teorisi için dahi önemli sorunlar yaratan sivil olan/olmayan ayrımı, modern dönemde kitlesel savaşların söz konusu olmasıyla çok daha ciddi sorunlara yol açmaktadır.
Haklı bir savaşta, şiddetin ne ölçüde ve ne şekilde kullanılacağının ahlâki ilkelere uygunluğunu belirlemeye çalışan ölçüt orantılılıktır. Orantılılık ölçütüne göre, haklı bir savaşta uygulanan şiddetin ulaşılmaya çalışılan hedefe uygun olması gerekmektedir. Bu, jus ad bellum'daki orantılılıktan farklıdır. Jus in bello ilkesindeki orantılılık savaşın şiddetini ve yıkıcılığını azaltmaya yönelik bir ölçüttür.
Haklı Savaşın Tarihçesi
Genel olarak jus ad bellum ve jus in bello ilkeleri ve bu ilkelerde yer alan ölçütlere göre haklı savaşın kavramsal çerçevesi ortaya konabilir. Fakat çok uzun bir tarihsel geçmişe sahip olan haklı savaş kavramının içeriği çok farklı dönem ve düşünce geleneği tarafından oluşturulmuştur. Bu bağlamda, haklı savaş kuramına yapılmış olan dönemsel ve düşünsel katkıları, tarihsel süreç içerisinde incelemek, kavramın ve teorinin içeriği hakkında günümüz için daha sağlıklı bir değerlendirme yapılmasına imkân verecektir.
Claude, savaşın haklılığının üç farklı görüşe göre incelenebileceğini söylemiştir;
İlk görüş, savaşın her türlüsünün, savaşan tüm taraflar açısından haksız olduğunu savunan pasifist görüştür. Pasifistler, özellikle ilk dönem Hıristiyanlarınca temsil edilirler. Başlangıçtan itibaren mevcut olmasına rağmen, bu görüş hiçbir zaman savaşın haklılığı konusunda hâkim düşünce olamamıştır.
İkinci görüş, haklı savaş düşüncesidir. Haklı savaş düşüncesi, taraflardan en azından birinin, savaşmakta haklı olduğunu savunur. Bazı savaşlar haksız iken, bazıları haklıdır. Her savaş için bir gerekçe bulunduğu gibi, her savaş da böyle bir gerekçeye ihtiyaç duyar.
Üçüncü görüş, savaşın haklılığının sorun edinilmesini gerekli görmez. Şiddete başvurmanın gerekçelendirilmesine gerek yoktur.
Batı dünyasında Hıristiyanlıkla birlikte farklı bir görünüm alan doğal hukuk görüşü, savaş ilanının haklı sayılabileceği koşullar üzerinde durur. Ulus devletlerin ortaya çıkması ve bu devletlerin eşit egemenliğe sahip olduğunun kabul edilmesi, üstün ve kapsayıcı bir gücün, hatta felsefenin yokluğunda, egemen devletin savaş ilan etme Hakkı bulunduğu düşüncesini doğurmuştur. 19. yy.da uluslararası hukuk literatüründe rastlanmayan, rastlansa bile salt tarihsel açıdan değinilen ve pek önem verilmeyen[1] haklı savaş görüşü, 1919 Versailles Anlaşması’nın 231. maddesinin Almanya’yı, kendisinin ve müttefiklerinin saldırganlığıyla başlayan savaşın suçlusu olarak ilan etmesiyle yeni bir ivme kazanmıştır.[2] Yeni haklı savaş düşüncesi 1960’lara kadar olan dönemde, barışı ön plana çıkararak savaşın ancak meşru müdafaa durumunda haklı olabileceğini savunmuşsa da, 1960’lardan itibaren bir anlamda ortaçağa dönülmüş, “iyi savaşlar” da konuşulmaya başlanmıştır. Uluslararası hukukta yakın zamanda oldukça rağbet gören “terörizme karşı savaş” ve “önleyici savaş” kavramları da aynı düşüncenin devamı olarak karşımıza çıkmaktadır.
1977 yılında Michael Walzer’in “Just and Unjust Wars (Haklı ve Haksız Savaşlar)”adlı eseri yayımlandığı andan itibaren, Haklı ve Haksız Savaş kavramı birçok tartışma ve sayısız yayının kaynağı olmuştur. John Rawls’ın Adalet Kuramında olduğu gibi, Walzer de Haklı Savaş Teorisi ile politik teoride klasik bir tartışmanın açılmasına öncülük etmiştir. Rawls, analitik felsefe yöntemiyle tarihsel yükümlülüklere vurgu yapan evrensel bir siyasi teori ortaya koyarken, Walzer, geleneksel felsefenin başarısına ve icra edilen politika ve güncel olaylarla yüzleşmek için tarihsel deneyime vurgu yapmaktadır. Walzer’in Haklı Savaş Teorisini, tarihsel olayları politik değerlendirmelerle ispat etmeye çalışmaktadır.
Walzer, Vietnam savaşını haklı bir savaş olarak değerlendirmekte Augustin, Thomas d’Aquin ve Grotius gibi yazarlara vurgu yapmaktadır. Kavramlar bir yana, dünyada meydana gelen eylemler Thucydides’in ünlü öngörüsünü çağrıştırmaktadır. Thucydides: “Güçlü olan elindeki gücün imkân verdiği her şeyi yapar ve güçsüz olan ise kabul etmesi gerekeni kabul eder”demiştir. Yani zayıfın daima kuvvetliye tabi olmak zorunda olduğunu belirtmiştir. Bu durum adaletsiz olmasının yanı sıra içinde bulunduğumuz dönemde insan türünün devamlılığı için tehdit oluşturmaktadır.
Haklı savaş konusunda ürettiği tartışmalarla övgülere mahzar olan Walzer, Kosova ile birlikte Afganistan’ın işgalini de bir “haklı savaş” olarak değerlendirip bu işgali “haklı savaş teorisinin bir zaferi” olarak tanımlamaktadır. Ancak, bu iki olayda da düşüncelerini varsayımlara dayandırmakta, apaçık olan gerçekler göz ardı edilmektedir. “Haklı savaş”, karşı-terörizm ya da başka bir mantıkla güçlü devlet kendisini, meydana getirilmesinde ve normlaştırılmasında rol oynadığı dünya düzeninin temel ilkelerinden muaf tutmaktadır.
Meşru Müdafaa
Son zamanlarda özellikle ABD, pozitif değerleri, özgürlüğü ve insan haklarını öne sürerek haklı savaş kavramını telaffuz etmektedir. Taarruz ve savunma arasındaki basit ayrım meşru müdafaa kavramında saklıdır. Günümüzde meşru müdafaa, sadece, bilinen tanımının (önleyici meşru müdafaa- preventative self defense), gücü elinde bulunduran tarafından değişik bir uygulaması olan cezalandırma amacı ile kullanılmamakta, aynı zamanda öngörücü meşru müdafaa (pre-emptive defense) olarak da karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla, Haklı Savaş teorisinin günümüze uyarlanışı, gücü elinde bulunduranın haklılığını ispat etmeye yönelik kriterlerin belirlenerek güçlünün haklılığını ispat etme şeklindedir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesini müteakip kurulan yeni uluslararası hukuk düzeninde, harp hukukuna ilişkin hükümler, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nde, Cenevre Sözleşmesi’nde ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen Nuremberg ilkeleri ile düzenlenmiştir. Güvenlik Konseyinin onaylamadığı veya Birleşmiş Milletler Antlaşması 51’inci maddesi dâhilinde, Güvenlik Konseyi karar verene kadar silahlı saldırıya karşı meşru müdafaa niteliği taşımayan güç kullanımı yasaklanmıştır.
Güç Kullanım Yetkileri
Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 2’nci maddesinin 4’üncü fıkrası, devletlerin güç kullanma yetkilerini şu şekilde sınırlandırmaktadır: “Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığa karşı, gerek Birleşmiş Milletlerin amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar."
Birleşmiş Milletler Antlaşması yukarıdaki hükmüyle sınırlama getirdiği güç kullanma yasağına bir başka maddesiyle istisnalar getirmektedir. Antlaşmanın 51’inci maddesi şu şekildedir: “Bu antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması hâlinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin bu meşru hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyine bildirilir ve Konseyin işbu Antlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez.” Antlaşma, güç kullanma yasağı konusunda iki istisna öngörmektedir. Bunlardan ilki, kendi ülkesine silahlı bir saldırı gerçekleştirilen devletin meşru müdafaa hakkı, diğeri ise Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin uluslararası barışı korumak maksadıyla uygulayacağı önlemlerdir.
Haklı savaş teorisyenlerinden bazıları, Kosova ve Afganistan’ın işgalini “haklı savaş” olarak değerlendirmektedir. Bu değerlendirmeler genel olarak varsayımlara dayanmaktadır. Maalesef, bu tür teoriler güçlü devletlerin uluslararası arenadaki hareket tarzlarına bir kılıf uydurmaktan daha öteye gidememekte, bilimsel veri ve analizlere dayanmamaktadır.
18 Eylül 2002’de yayımlanan ABD Milli Güvelik Stratejisi ile ABD, “ön alıcı/ön görücü savaş”[1] dediği şeyi gerçekleştirme hakkını garanti altına alıyordu. Ama bu, önleyici savaştan çok daha tehlikeli idi ve şüpheye dayalı operasyon başlatmayı öngörüyordu.
2004 yılında BM’de yapılan bir panelde, BM Anlaşmasının 51’inci Maddesi ile tek taraflı önleyici müdahale konusunda şu sonuca ulaşılmıştır: “Madde 51’in çoktan anlaşılmış olan kapsamının genişletilmesine ya da daraltılmasına gerek yoktur… Gizli tehditler ile dolu olduğu anlaşılan bir dünyada, küresel düzenin ve bu düzenin hala dayanmakta olduğu müdahale etmeme ilkesinin riske atılması pahasına ortaklaşa kararlaştırılmış eylemden farklı olarak tek taraflı önleyici eylemin yasallığının kabul edilmesi büyük bir kayıp olacaktır. Birine izin vermek hepsine izin vermektir.”
11 Eylül 2001 günü insanlık tarihinin en trajik ve ürkütücü terör saldırıları meydana gelmiştir. Bu olay sonucunda 3000 civarında masum insan hayatını kaybetmiş ve ABD halkı belki de tarihinde ilk defa korku, ölüm ve düşman gibi kavramları bu kadar yakından hissetmiştir. Dünya Ticaret Merkezi, Pentagon ve Beyaz Saray’a yapılan saldırılar sonrasında ABD halkı derin bir güvenlik kaygısı hissetmiş, tüm bu yaşananlar ABD ekonomisini de olumsuz etkilemiştir. 11 Eylül 2001 tarihinde meydana gelen terör saldırıları, korkunç olmasının yanı sıra uluslararası sistemde meydana getirdiği değişikliler açısından da son derece önemlidir. Özellikle batılı birçok devlet tarafından, ulusal güvenliklerini sağlamak maksadıyla ülke içi ve dışındaki muhaliflerine karşı mücadele başlatılmıştır.
Terör saldırılarının ardından birkaç istisna dışında dünya devletleri, Soğuk Savaş sonrası ABD ile yaşadıkları mücadele ve yarışı bir kenara bırakıp ‘Terörle Küresel Mücadele’ stratejisine uygun olarak ABD’nin yanında yer almış, BM, NATO, AB gibi uluslararası kuruluşlar ABD’ye destek vermiştir. ‘Terörden’ ve ‘teröre destek veren ülkelerden’ arındırılmış yeni bir dünyanın inşası için, dünyadaki birkaçı istisna pek çok bölgesel güç ve devlet ABD önderliğinde bir mücadele içerisine girmişlerdir. Bu mücadelenin ilki ise, tarihi, geçmişten bugüne kadar savaşlarla dolu olan Afganistan’da başlatılmıştır. Afganistan Müdahalesinin yeni dönemin inşasında bir kilit taşı olması ve ortaya çıkardığı sonuçlar itibariyle son derece önemli bir hadise olduğu kıymetlendirilmektedir. Afganistan Müdahalesi öncesi ve sonrasında BM karar veren değil, verilen kararı tasdik eden bir konuma gerileyerek prestij kaybına uğramış, uluslararası hukuk kuralları ve anlaşmalar göz ardı edilmiştir. 11 Eylül öncesine kadar Amerikalılar, dünyanın diğer taraflarındaki özgürlük ve güvenlik problemlerini fazla önemsememişler, kendilerinin kendi mekânında özgür ve güvende olduğunu düşünmüşlerdir. Onlar için Amerika bir özgürlük alanıydı; özgürlük ve güvenlik probleminin hiçbir zaman Amerika'ya yansımayacağını zannetmişlerdir. Amerikan stratejisinin en önemli isimlerinden olan Amiral MAHAN 1904 yılında Roosevelt’e sunulduğu öneride, Amerika için belirlediği ilkelerden biri olan “Savaşı Sürekli Amerika Kıtasının Uzağında Tutma” ilkesi gerçekleştirilememiş ve Amerikan İç Savaşından beri ilk defa Amerikalılar bu kadar güvenlik endişesi taşımışlardır. Afganistan’daki ABD askeri müdahalesi birçok sivil Afganlının acı çekmesi ve ölümü ile neticelenmiştir.
Haklı Savaşın Kriterleri (Savaş öncesinde)
Savaş öncesinde bu yönteme başvurmak için dikkate alınması gereken kriterler;Savaş öncesinde bu yönteme başvurmak için dikkate alınması gereken kriterler;
- Hukuka uygun otorite,
- Haklı neden,
- İyi niyet,
- Orantılılık,
- Başarı Olasılığı ve
- Son çare olarak özetlenebilir.
Haklı Savaşın Kriterleri (Savaş esnasında)
Savaş esnasında dikkat edilmesi gereken kriterler ise;
- İyi niyet,
- Orantılılık,
- Ayırt Etme olarak ifade edilebilir.
Afganistan Savaşının Haklı Savaş Kriterleri Açısından Değerlendirmesi
Afganistan Savaşı öncesinde ve savaşın devamında ABD bu kriterlere ne kadar uygun hareket etmiştir?
İlk olarak, ABD terörizme karşı savaş ilan etmiş ve terörizmle nerede olursa olsun mücadele etmeyi açık bir hedef olarak belirlenmiştir.
İkincisi, "haklı neden"dir. Bu kriterde, bir ülke "masumları korumak" ve "insanların insanca yaşaması ve doğal hakların korunması" amacıyla savaşa başvurur. Acaba ABD’nin hedefi bu muydu? Bu konudaki veriler rahatsız edicidir. Bu savaşta ABD ile birlikte olan devletlerin bazıları, geçmişte doğrudan ve dolaylı olarak terörizme destek vermiş ülkelerdi. Örneğin Pakistan ve Suudi Arabistan’ın Ladin ile ideolojik ve mali bağları mevcuttu. Ayrıca, Afgan-Sovyet savaşı esnasında ABD, Taliban’a insani yardım adı altında 40 milyon dolar yardım yapmıştır.
Üçüncü olarak "iyi niyet" kriterinin de bu savaşa uygunluğu şüphelidir. Politikacıların kafalarında muhtemelen kamuoyunu tatmin etmek için bu tarz bir düşmana karşı derhal bir misillemede bulunmanın gerekliliğine inanmaları düşüncesi hâkimdi. Acaba ABD iç kamuoyunu tatmin etmek için, masum insanların da öldürülmesi ihtimalinin olması geçerli bir neden olabilir miydi?
Dördüncüsü, ABD bu savaşta, muhtemelen birçok muharip olmayan sivilin ölümüne neden olacak şekilde Afganistan’ı bombalamıştır. Her ne kadar Donald Rumsfeld günlük basın toplantılarında “hedefimiz siviller değil” dese de sivil yerleşim alanlarının da hedef olması sivillerin de ölebileceği anlamına gelmekteydi ve birçok sivil hayatını kaybetmiştir.
Beşincisi, ABD eylemleri birkaç yüz bin kişiyi yerinden etmiş ve ülkede zaten kötü idare edilen insani yardımın aksamasına neden olmuştur. Doğrudan veya dolaylı olarak ABD'nin eylemleri neticesinde sivil kayıplar yüz binler olarak ifade edilmektedir. Bu da orantılılık ilkesini zedelemektedir.
Altıncısı, bu savaş acaba kazanılabilir bir savaş mıdır sorusuna cevap aramaktır. Ancak terörizmle savaşta kesin bir sonuç almak hiçbir zaman mümkün değildir.
Son olarak, bu savaş son çare miydi? Afganistan’a karşı ABD askeri harekâtı, 11 Eylül’ün hemen sonrasında, derhal ve neredeyse tek taraflı olarak ilan edilmiş ve başlatılmıştır. Bu savaşta sivillerin de öldürülmesi ihtimali kuşkusuz başlangıçta biliniyordu. Bu nedenle, güçlünün başvurabileceği birçok vasıta varken, bir ülkeyi hedef alarak askeri harekât başlatıldı.
Haklı savaş kriterlerinden kaçının hangi ölçüde kullanılması savaşı haklı kılar. Diğer bir ifade ile bir kriter bile eksik olsa o savaş haklı mıdır? Aslında savaşlar için haklı haksız değerlendirmesi yapmak çok da mantıklı değildir. Güçlünün hareketini kuramsallaştırmak, bunu yaparken uluslararası hukuku bu hareketin yasal çerçevesini çizecek şekilde kullanmak kuşkusuz büyük bir güç olmayı gerektirir.
Yukarıdaki kriterler bir yana, taarruz eden için meşru müdafaa hariç haklılık söz konusu değildir. O halde meşru müdafaanın önleyici, öngörücü olacak şekilde kavramsallaştırılması gerekmektedir. Buna, kavramlar üretip diğerlerinin bu kavramları anlamasını sağlamak da denilebilir.
Sonuç olarak, ileri teknoloji ürünü silahların öldürücülük etkisi artmıştır. Bu silahların günümüz askeri harekâtında kullanılması, gün geçtikçe haklı savaş konusunda yapılan yorum ve değerlendirmelerin hassasiyetini daha da artırmaktadır. Haklı savaş teorisi, aslında yeni bir kavram olmamasına rağmen, içeriği ve kriterleri yeniden tanımlanmaya çalışılmaktadır. Kullanılan kriterler, bir anlamda, demokrasi ve insan hakları adı altında yapılan askeri müdahalelere kılıf olacak şekilde belirlenmeye çalışılmaktadır. Haklı savaş, sadece meşru müdafaa kapsamında orantılı kuvvet kullanımına müsaade etmektedir. Bu nedenle meşru müdafaanın tanımı önem kazanmakla birlikte, bu kavramın da şüpheye dayalı durumlarda nasıl kullanılabileceğine yönelik saptırmalar yapılmaktadır. Bilinen tanımının (önleyici meşru müdafaa- preventative self defense) ötesinde, gücü elinde bulunduran tarafından öngörücü meşru müdafaa (pre-emptive defense) da meşru müdafaa olarak karşımıza çıkmaktadır.
Savaşlar için haklı/haksız şeklinde bir değerlendirme yapmanın bizleri sağlıklı ve mantıklı analizlere götüreceği şüphelidir. Güçlünün hareketini kuramsallaştırmak, bunu yaparken, uluslararası hukuku bu hareketin yasal çerçevesini çizecek şekilde kullanmak kuşkusuz büyük bir güç olmayı gerektirmektedir.


