KÜRE LogoKÜRE Logo

Türk Mitolojisi

fav gif
Kaydet
kure star outline

Türk mitolojisi, tarih öncesinden itibaren Türk halklarının doğaüstü varlıklara, evrenin ve insanın oluşumuna ve atalarına dair geliştirdiği inançları, ritüelleri, anlatıları kapsayan bir bütündür. Mitolojik anlatılar, neredeyse Türk toplumlarının gittiği her yerde mevcuttur. Orta Asya bozkırlarından Avrupa içlerine, Sibirya steplerinden Afrika'ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılan Türklerin mitolojik unsurları da bu coğrafyaları etkilemiş ve zamanla bu coğrafyalardan etkilenmiştir.


Türk mitolojisi, Şamanizm kökenli ögelerin yanı sıra Gök Tanrı (Kök Tengri) inancını merkezine alır. Göğün ruhu Tengri’nin yarattığı evrende sayısız doğa ruhu vardır. Atalar kültü de bu inancın önemli bir unsurudur. Türk mitolojisi, destanlar (Oğuz Kağan, Ergenekon, Manas, Dede Korkut vb.), masallar, efsaneler ve inanç pratikleri ile nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar gelmiştir.


Yazılı kaynaklarda ilk izleri Çin yıllıklarında ve Orhun Yazıtları'nda görülür. İslamiyet sonrasında da Türk ozanları ve tarihçileri eski destanları kaydetmiş; böylece Türk mitolojisinin unsurları sözlü ve yazılı gelenek içinde yaşamaya devam etmiştir.

Şamanizm ve Eski Türk İnanç Sistemi

Şamanizm, Türk mitolojisinin inanç altyapısını oluşturan, ruhlar ve doğa güçleriyle iletişim kurmaya dayalı bir pratikler bütünüdür. “Şaman” veya Türklerdeki adıyla "kam", bu inanç sisteminin din adamı, büyücüsü ve ruhani lideridir. Şaman, transa geçerek ruhlar dünyasına yolculuk yapar; topluluk adına doğaüstü varlıklarla iletişime geçer, kehanette bulunur, hastaları iyileştirir ve kurban törenlerini yönetir​.


Kam Giysisi ve Davulu, Rusya Novosibirsk Müzesi (Servet Somuncuoğlu, Taştaki Türkler, s.176)


Eski Türk toplumunda Şaman büyücü, hekim ve bilge konumundaydı. Kehanet, fal bakma, kötü ruhları kovma ve avın bereketini sağlama gibi görevleri yerine getirirdi. Bu yönüyle Şamanizm, kurumsallaşmış bir dinden ziyade, bireyler ve küçük topluluklar düzeyinde etkili olan, pratik yönü ağır basan bir inanç sistemidir.


Türklerde Şaman (TRT2)


Eski Türk inanç sistemi yalnızca şamanik pratiklerden ibaret olmayıp bunların üzerinde yüce bir gök tanrısı inancını barındırır. Eski Türklerin millî dini genellikle Gök Tanrı Dini (Kök Tengri inancı) olarak anılır. Bu inanca göre Tengri adında tek ve en yüce yaratıcı gök tanrısı vardır; yeri ve göğü o yaratmıştır. Türk kağanlarına kut (meşruiyet) vermiştir​.


Orhun Yazıtlarında bu inanç “Üze kök Tengri, asra yagız yer kılındıkta, ikin ara kişi oglı kılınmış” yani “Üstte mavi gök ve altta yağız yer yaratıldığında ikisi arasında insanoğlu yaratılmış” şeklinde ifade edilmiştir.

Bu cümle, Türklerin gökyüzü, yeryüzü ve insan üçlemesine dayalı bir kozmogonileri olduğunu ve Gök Tengri’yi yaratıcı güç saydıklarını gösterir. Dolayısıyla, Türk dininde Tengri en üst otorite iken kam onunla insanlar arasında aracılık eden kişidir.


Şamanlar, trans ritüelleri sırasında davul (tebür) çalar, dans edip ezgiler eşliğinde kozmik seyahatlere çıkarlar. Türk inancına göre evren çok katmanlıdır: Gök, ışık dolu üst dünyadır ve kimi anlatımlara göre 7, 9 veya 17 kattan oluşur. Yeraltı ise karanlıklar dünyası olup 7 veya 9 katlıdır​. İnsanlar bu ikisinin arasında, yeryüzünde yaşarlar​.


Kam Davulu, Rusya Novosibirsk Müzesi (Servet Somuncuoğlu, Taştaki Türkler, s.176)

Bir kam, ayin esnasında üst katlara veya yeraltına ruhen yolculuk yapabilir ancak her katı aşmak büyük güç gerektirdiğinden bu yolculuk deneyim ve kudret ister​. Gök katlarının en tepesinde Bay Ülgen / Ülgen adlı iyi tanrı oturur ve ona bağlı iyi ruhlar bulunur. Yeraltının en alt katında ise kötücül ruhların başı Erlik yer alır.


Ülgen, bazı geleneklerde Tengri’nin oğlu veya vekili konumundadır ve yaratıcı işlevler üstlenir. Erlik (yeraltı tanrısı) ise kötülüklerin ve ölülerin egemenidir. Kamlar trans hâlinde dünya ağacı veya göğe uzanan direk sembolleri eşliğinde göğe çıkarak Ülgen’e yakarır ya da yeraltına inip Erlik’le pazarlık ederler. Bu yolculuklarda kamın kostümü ve aksesuarları da önemlidir: Kam elbisesi çoğu zaman kuş tüyleri, pençeler ve metal parçalarla süslenir; böylece kamın bir kuş gibi uçup ruhlar dünyasına gideceğine inanılır​. Eski Türk kamlarının giyimi çoğu kez kuş veya hayvan postlarını taklit edecek şekildeydi. Kam bu kıyafetle kendi totem atasının kılığına bürünerek onun gücünü kazanırdı​.


Eski Türk inanç sisteminde doğa ruhlarına ve ataların ruhlarına saygı da önemli yer tutar. Her dağın, ormanın, ırmağın bir koruyucu ruhu (İye veya Yer-Su ruhu) olduğu düşünülürdü. Eski Türk, bu ruhları memnun etmek için adaklar sunar, gerektiğinde kurban keserdi​. Örneğin, bir ağaca çaput bağlamak, pınara adak olarak bez parçası bırakmak Türklerde yaygın bir uygulamaydı ve bu “yer-su” denilen dağ-su ruhlarına sunulan bir nezr (adak) olarak görülürdü. İslamiyet’ten sonra bile halk arasında velilerin türbelerine veya ağaçlara çaput bağlama geleneği sürmektedir.


Türkler tarihleri boyunca Maniheizm, Budizm, Hristiyanlık, Musevilik, İslamiyet gibi dinlere inanmışlardır ancak eski inancının pek çok unsuru yeni dinler içinde yaşamaya devam etmiştir. İlk Müslüman Türklerde çocukları ve kadınları korumakla görevli olan tanrıça“Umay”, “çocuğun ruhu” olarak yorumlanıp yaşamaya devam etmiştir. Ya da kam (baksı) geleneği, ermiş derviş tipleriyle sürmüştür​.


Anadolu’ya gelen heterodoks Türk dervişleri arasında geyik postuna bürünen, kuş şekline girdiği anlatılan erenler bulunur (Geyikli Baba, Güvercin donuna giren Hacı Bektaş Veli vb.) ki bunlar İslamî kisve altında eski inanç motiflerin devamıdır​.


Türk mitolojisinde Şamanizm hem bir inanç sistemi hem de zengin bir ritüel ve mitoloji kaynağı olarak varlığını sürdürmüş; Gök Tengri inancı ile bütünleşerek Türklerin eski inaçlarını meydana getirmiştir.

Mitolojik Unsurlar: Hayvanlar ve Doğa Unsurları

Türk mitolojisinde hayvanlar ve doğa unsurları kutsal sayılmış, pek çok efsane ve sembolde yer almıştır. Bazı hayvanlar ongun (totem) olarak kabul edilmiş; bunlara dair tabular gelişmiştir. Ayrıca ateş, su, ağaç, dağ gibi doğa unsurları “ıduk” (kutsal) sayılarak, etraflarında ritüeller ve inançlar oluşmuştur.

Hayvanlar: Kurt, Geyik, Kartal

Kurt (Böri): Türklerin en kadim ve önemli mitolojik sembolüdür. Eski Türk inancında kurt, ilk atayı veya koruyucu ruhu temsil eder. Bazı araştırmacılara göre kurt, Türklerin çok eski çağlardaki totemi idi; Göktürk dönemine gelindiğinde ise bir kutsal sembol olarak görülmeye başlandı​. Pek çok Türk boyu, kökenini bozkurttan türeyiş efsanesine dayandırır. Çin kaynaklarının aktardığı Göktürk menşe efsanesinde, düşmanları tarafından yok edilen bir Türk boyunun sağ kalan tek çocuğunu dişi bir kurt emzirip büyütür; bu kurt ile çocuktan yeni bir soy türeyerek Göktürkler ortaya çıkar​.


Bu efsanedeki dişi kurda Asena adı verilir ve Göktürk hükümdar ailesi ondan geldiğine inanır. Oğuz Kağan Destanı’nda da bozkurda özel bir yer verilmiştir: Oğuz Kağan'a seferlerinde gök tüylü, mavi yeleli bir kurt kılavuzluk eder; ordusunun önünde yürüyerek yol gösterir. Bu nedenle kurt, Türk destanlarında kutlu yol gösterici ve ulusun atası kimliğindedir. Bozkır yaşamında Türklerle iç içe olan kurt, cesareti ve hürriyeti sembolize etmiştir. Ögel’e göre “Kurt, Türk mitolojisinin en önemli sembolüdür”​ Pazırık kurganlarında ve halılarda kurt motifine sıkça rastlanması, onun sanat ve inanç dünyasındaki yerini gösterir. Ayrıca Moğolların ataları arasında daha ziyade köpek kültü görüldüğü hâlde, Türklerde kurt başat olmuş; bu yönüyle de farklı bir mitolojik motif teşkil etmiştir​. Günümüzde dahi kurt, Türk kültüründe millî sembol olarak anılmaya devam etmektedir.


(Yapay Zekâ)

Geyik: Eski Türk ve Altay efsanelerinde geyik, özellikle kutsal ata veya kılavuz hayvan rolündedir. Avcı bir kahramanın peşine düşüp kovaladığı geyik motifi, Türk ve Sibirya halk anlatılarında cennete veya gizemli bir diyara ulaşmanın anahtarıdır​. Örneğin Altay masallarında bir genç, büyülü bir geyik sayesinde yeraltına veya gök âlemine geçer; bakır bir dağın açılmasıyla geyikle birlikte öte dünyaya girip ilahi varlıklarla karşılaşır​. Geyik, Orta Asya’da bereketin ve avcı toplumların atalarının simgesi olmuştur. İskitler’den Kırgızlara kadar pek çok bozkır toplumunun sanatında boynuzlu geyik figürleri görülür. Türkler arasında Maral Ana kültü (maral=dişi geyik) mevcuttur; Altay Türklerinin bazı şecerelerinde ilk kadının gökten inen bir geyik olduğu anlatılır. Anadolu’ya gelen Türkmen dervişlerinde de geyik motifinin yaşatıldığı bilinmektedir. Geyikli Baba geyiğe binip gezen ve başında geyik boynuzlu başlık taşıdığı rivayet edilen velidir.


(Yapay Zekâ)

Bu örnekler, geyik motifinin İslam sonrasında bile kutsal bir imge olarak sürdüğünü gösterir. Ayrıca halk inançlarında ormanda görülen albız (peri) kimi zaman geyik kılığında tasavvur edilir; geyik avlamanın bazı boylarda uğursuz sayıldığı da olur.


Kartal (Tuğrul): Kartal ve doğan gibi yırtıcı kuşlar Türk mitolojisinde göksel güç ve hanedan sembolü olarak yer alır. Özellikle göğe yakın uçması ve zirvelerde yuva yapması dolayısıyla, kartal Tanrı’nın habercisi veya ruhları taşıyan kutsal kuş kabul edilmiştir​. Yakut Türklerinde kartal en yüksek ruhu barındıran hayvan sayılırken kurt önemini yitirip kuş totemlerine dönüşmüştür​. Hatta bazı Yakut boylarında soyluluk kartal totemine bağlıydı; kartal ongunlu boylar asil kabul edilirdi​. Mitolojik anlatılarda kartal, insanları korur veya onlara rehberlik eder. Örneğin Macar kralı Almos’un annesi Ayıkız’ın bir doğan (şahin) tarafından gebe bırakıldığı efsanesi, Türk-Macar ortak mitolojisinde yer alır​. Altay ve Sibirya türeyiş mitlerinde de bir kartaldan (veya kartal ruhundan) türeyen kahramanlar bulunur​.


Kartal aynı zamanda Gök Tanrı’nın simgelerindendir; kimi zaman Ötüken Dağı’nın zirvesinde kartal biçimli ruhlar oturur anlatılır. Türk şamanları, elbiselerinde kartal pençesi ve tüyleri taşır, davullarına kartal resmi çizerlerdi; bunun, kartalın kudretinden pay almak amacıyla yapıldığı düşünülür​


Kartal ve benzeri kudretli kuşlara yönelik tabular da vardı: Mesela Yakut ve Dolgan Türkleri, kutsal saydıkları kartal veya kuğu gibi kuşların adını ağızlarına almaz, onları incitmekten korkarlardı​. Ormanda ölü bir kartal bulsalar dahi el sürmez, aksine onu törenle gömerlerdi​. Bu inanç, bu kuşların kutlu ruhlar taşıdığı ve saygısızlığın uğursuzluk getireceği düşüncesinden kaynaklanır. Kartal Türk mitolojisinde göksel kudret, hanlık ve korunma sembolü olmuştur. Oğuz Kağan’ın soyundan gelen Tuğrul (Doğan) Bey gibi tarihî şahsiyetlerin isimlerinde bu kuşun yer alması da kartal/doğanın hanedan sembolü oluşuyla ilgilidir.


(Yapay Zekâ)


Türk mitolojisinde kutsal kabul edilen kurt, geyik, kartal gibi daha pek çok hayvan mevcuttur. Bununla alakalı detaylı bilgi almak için Yaşar Çoruhlu'nun "Türk Sanatında Hayvan Sembolizmi" isimli 2 ciltlik eserine başvurulabilir.

Doğa Unsurları: Ateş, Su, Ağaç, Dağ

Ateş: Türk kültüründe ateş, sadece bir doğa unsuru değil, arındırıcı ve kutsal bir varlık olarak kabul edilir. Mitolojik anlatılara göre ateş insanlığa Tanrı tarafından bahşedilmiştir. Altay yaratılış efsanesinde tanrı Ülgen gökten biri ak, biri kara iki taş indirir; bu çakmak taşlarını birbirine sürterek kuru otları yakmayı öğretir ve böylece ilk ateş ortaya çıkar​. Bu nedenle ateş, “kutsal” (ot ızıt veya od ana) sayılmış; özellikle çakmak taşıyla yakılan ateşe büyük hürmet gösterilmiştir. Yakut (Saha) Türkleri ayinlerinde kibritle ateş yakmaz, çakmakla kıvılcım çıkararak “saf” ateş elde ederler; kibrit ateşine küçümseyerek “Rus ateşi” derler ve törenlerde kullanmazlar.


(TRT Avaz)

Eski Türk evinde ocak kutsaldır. Aile ocağında yanan ateş, ailenin koruyucu ruhu gibidir. Günümüzde de Türkiye Türklerinde ocak kültü izlenebilir (Ocağına düşmek, ocağına incir ağacı dikmek, ocak söndürmemek). İslâmiyet öncesi Türkler arasında ateşle arınma ritüelleri yaygındı. Ateş, her şeyi kötülükten temizlediğine inanılan bir arıtıcı güçtür. Bu inançla, hastalığı veya nazarı gidermek için insanları ve hayvanları ateş üzerinden atlatma geleneği doğmuştur. Çin kaynaklarına göre Göktürkler ve Uygurlar, yıldırım düşen yerde bir yıl sonra toplanıp bir koyun kurban ederek o yeri arındırırlardı; ayrıca şimşek çaktığında göğe ok atıp bağırarak gök ruhlarına seslenirlerdi. Eski Türklerden Bizans’a geçen bir uygulama olarak, ordu sefere çıkarken veya salgın hastalıkta iki ateş arasından geçme (alazlama) töreni yapılırdı​.


Nitekim bazı Başkurt ve Kazak Türkleri bir yağlı bez parçasını yakıp insanların ve hayvanların duman arasından geçirilmesiyle “alazlama” denilen arınma işlemini sürdürmüşlerdir​. Ateş asla hakarete uğratılmaz, ateşin yanında kötü konuşulmaz, ateşi su ile söndürmek, ateşe tükürmek, ateşle oynamak kesinlikle yasaktır​. Bu fiiller büyük saygısızlık sayılır. İnanışa göre ateş, ocaktaki ev ruhlarını barındırır; ateşi söndürmek onları incitir ve uğursuzluk getirir. Hatta İslam sonrası dahi Anadolu’da “ocak söndürme” ifadesi, bir ailenin yok olması anlamında kullanılır ki ateş kültünün devamıdır. Bozkır geleneğinde yeni doğan bebek veya yeni gelin, kötü ruhlardan arınsın ve korunmuş olsun diye ateş etrafında döndürülürdü. Ateş falı da yaygındı. Manas Destanı’nda Manas’ın babası Yakup Han'ın ateşe bakarak gelinlerinin akıbetini söylediği geçer.


Türkler, ateşin içine yağ (kuyrukyağı veya kımız) dökerek “ağız verme” adlı bir adak yapar, ateşi böylece “beslerlerdi”. Bu, ateşin kendisinden nimet umulan canlı bir varlık gibi görüldüğünü gösterir. Eski Türk inancında ateş kültü ile ocak kültü ayrılmaz bir bütündür; bu nedenle ocak etrafında dönen ritüeller hem aile bütünlüğünü hem de kutsal temizlik ve bereketi simgeler​. Nevruzda ateşin üstünden atlamak da arınmayı ve yeni yılın bereketle geçmesini sağlamak için yapılır.


Su: Türk mitolojisinde su, hayat kaynağı olarak görülmüş ve kutsal kabul edilmiştir. “Su” ve “yer” birlikte anılarak (Yer-Su) toprağın ve suyun koruyucu ruhları kastedilmiştir. Özellikle durgun su (göl, pınar) etrafında cinlerin, iyelerin bulunabileceği düşünülmüş; akarsulara ise saygıyla yaklaşılmıştır. Birçok Türk boyu, büyük nehirleri ata saymış, geçerken dualar etmiştir. Oğuz Kağan Destanı’nda Oğuz’un İdil (Volga) nehrine geldiğinde suya saygıyla danışması bu geleneğe işarettir​.


Altay yaratılış efsanesine göre dünya başlangıçta sudan ibaretti; Ülgen uçsuz bucaksız okyanus üzerinde yalnız iken suyun dibinden gelen toprak ile ilk kara parçası yaratıldı​. Bu motif, Türk kozmogonilerinde suyun ilk unsur olduğunu vurgular. Su kaynakları etrafında çeşitli mitolojik varlıklar tasavvur edilmiştir: Su iyesi adı verilen ruhlar, göl ve ırmakların bekçileridir. Bu sebeple Türkler suyu kirletmemeye, özellikle durgun sulara pislik atmamaya dikkat ederdi (aksu = temiz su tabiri önemlidir). Su etrafında yapılan kurban törenleri de vardı: Kırgızlar, kuraklık olunca su ruhuna ak kurban (beyaz renkli hayvan) sunarlardı.


Suya saygının izleri İslam kaynaklarında da yer almaktadır. Kaşgarlı Mahmud, eski Türklerin “ışığı kıvılcımlı su” dedikleri ıdık su geleneğini aktarır. Bu, su ruhlarına adak olarak bırakılan kurban anlamına gelir. Ayrıca Türklerin ateş ve suyu kutsal saydıkları fakat esasen yalnız yer ve göğün yaratıcısı Tanrı’ya taptıkları Çin kaynaklarınca da kaydedilmiştir​. Bu ifade, suya atfedilen kutsiyeti ancak Tanrı seviyesinde görülmediğini anlatır. Yine de suyun temizleyici ve arındırıcı özelliği onu ritüellerde vazgeçilmez kılmıştır. Örneğin “ak su” ile yıkanmak veya yüzeysel olarak su serperek arınmak (abdest alma öncesi Türklerdeki su serpmeler) eski bir alışkanlıktır. Türk masallarında Ab-ı Hayat (Bengisu) adı verilen ölümsüzlük suyu motifi mevcuttur; hayat ağacının dibinden akan bu su, içene ölümsüzlük bahşeder​.


Dede Korkut kitabında Dirse Han’ın oğlu Boğaç Han, yaralı düştüğünde annesi ona sihirli bir su vererek diriltir, bu da yaşam suyu motifinin bir örneğidir. Orhun Yazıtları’nda Türk kağanı, halkını “aç bırakmadım, susuz bırakmadım” diye övünürken bu ifadenin mecazî değil gerçek bir su ve yiyecek temini anlamında olduğu kadar, milletini bolluk içinde yaşatma idealiyle de ilişkisi vardır.


Su kültüyle alakalı detaylı bilgi için Nagihan Baysal'ın "Türk Halk Kültüründe Su" isimli çalışmasına başvurulabilir.


Ağaç: Ağaç, Türk mitolojisinde hayatın ve evrenin sembolü olarak öne çıkar. Orta Asya’nın bozkır ve orman kuşağında yaşayan Türk toplulukları, uzun ömürlü ve heybetli ağaçları kutsal kabul etmişlerdir. Özellikle Hayat Ağacı (Dünya Ağacı) motifi Türklerin inançlarında merkezi bir yer tutar. Bu motif, dünyanın merkezinde yer alan ve göğü yere bağlayan kozmik bir ağacı tasvir eder. Yakut Türklerine göre dünya, sekiz köşeliydi ve tam ortasından kutup yıldızına (Demirkazık’a) kadar uzanan ulu bir ağaç yükselirdi​. Bu ağaca Yakutlar Demir Ağaç derdi; Türklerin “Demir Kazık” dediği Kutup Yıldızı ile bu dünya ağacı özdeşleştirilirdi​.


Hayat Ağacı genellikle yedi veya dokuz dallı olarak düşünülür; her bir dal bir kat göğü veya bir diyarı temsil eder. Altay efsanelerinde ilk insanın bir ağacın dibinde yaratıldığı bazen de insanların ağaçtan türediği anlatılır. Örneğin, bazı Altay efsanelerinde Ülgen, insanları yaratmak için yerden biten bir ağaç kullanır; bu ağacın dallarındaki meyvelerden insanlar doğar​.


Uygur türeyiş destanında da gölden çıkan ışıklı bir ağaçtan doğan beş çocuk efsanesi vardır ki bu çocuklar Uygur kağanlarının ataları olur. Ağaç bu şekilde doğurgan bir ana olarak tasavvur edilmiştir. Hayat ağacı motifinin en yaygın örneklerinden biri de Türk hakanlarının soy ağacı inancıdır: Ötüken yaylasında bulunduğuna inanılan kutsal bir çam ağacının Türk kağan sülalesine kut verdiği inancı Göktürkler arasında mevcuttu. Bu ağaç, siyasî meşruiyetin de sembolüydü. Kutsal ağaçlara dilek bezleri bağlamak, adak adamak da yaygın bir uygulamaydı (Yer-su inancıyla bağlantılı olarak).


Ayrıca mezarların başına dikilen servi, ardıç gibi ağaçlar, ataların ruhlarına saygı göstergesiydi. Orhun Yazıtları’nda Köl Tigin’in ölümünden sonra yapılan yas töreninde bir balbal dikilirken “kuru ağacın yeşerdiği” şeklinde bir ibare geçer; bu, ölünün ruhunun huzura kavuştuğu ve yeniden diriliş umudunu simgelediği şekilde yorumlanır​.


Hayat Ağacı motifi zamanla İslamiyet etkisinde farklı yorumlansa da (cennet ağacı vs.), halk masallarında ve nevruz gibi mevsimlik bayram ritüellerinde yaşatılmıştır. Hatta Dede Korkut Kitabı’nda Bayındır Han’ın çadı­rının önüne dikilen direk, hayat ağacının bir yansıması olarak görülebilir. Ağaç, Türk destanlarında hakanlara ünvan da verebilmiştir: Örneğin Oğuz Kağan’ın torunlarından birine ağaç kovuğundan çıktığı için Kıpçak (ağaç kabuğu) adı verilir.


Ağaç Türk mitolojisinde yaşam, bereket ve evrenle bağ anlamlarını taşır; pek çok ritüelin odağında yer alır. Günümüzde ormancılıkla uğraşan Alevi Tahtacı Türkmenleri, ağaç kesmeden evvel dua ederler.


Ağaç Keserken Yapılan Dua (TRT Avaz)


Dağ: Türkler için dağlar, Tanrı’ya en yakın yerler ve kutsal mekânlar olarak kabul edilmiştir. Bozkırda yüksek dağ zirvelerinin bulutlara değmesi, uzaktan mavi bir siluet hâlinde görünmesi Türklerin dağlara mistik bir anlam yüklemelerine sebep olmuştur. Orta Asya Türklerinin en kutsal dağı, Ötüken’dir. Ötüken Dağı, Göktürkler ve Uygurlar tarafından devletin merkezi ve koruyucu ruhu olan kutsal yurt kabul edilmiştir. Orhun Yazıtları’nda Bilge Kağan halka “Ötüken yerinde oturursanız ilelebet beyliğiniz payidar olur” derken bunu vurgular. Ötüken, “ıduk yer” (mukaddes bölge) olarak anılır​. Altay Türkleri ise Altay Dağları’nı çok kutsal görmüşler, Altay’ın tepesine izinsiz ve arınmadan çıkmaya cesaret edememişlerdir​.


Şamanlar ritüellerinde dağ ruhlarını çağırır, dualarında “han tengri” (dağ tanrısı) ifadesini kullanırlardı. Dağlar genellikle ata ruhlarının mekânı olarak da düşünülmüştür. Nitekim Oğuz Kağan Destanı’nda Oğuz’un dua ettiği yerler arasında ulu dağlar da vardır. Türk mitolojisinde dağ, bazen doğrudan Tanrı’nın makamıdır. Örneğin Altay efsanelerinde Ülgen’in taht kurduğu Altın Dağ motifine rastlanır. Ortadoğu mitolojilerindeki Kaf Dağı da Türklerin demir dağlarının karşılığı olarak görülmüş, Ergenekon efsanesindeki dağ imgesiyle ilişkilendirilmiştir​.


Dağlara atfedilen kutsallık nedeniyle dağa tırmanırken adak bırakmak gibi âdetler oluşmuştur. 18. yüzyılda Başkurtlar arasında araştırma yapan akademisyen Lepechin, Başkurtların “Yürekdağ” adlı dağın tepesine adak (çaput vb.) bağlamadan çıkmaktan korktuklarını, böyle bir dağ kültünün yaşadığını yazar​. Bu, dağa izinsiz çıkmanın dağ ruhunu kızdıracağı inancıdır. Ayrıca “dağ kandili” veya “çırağı” yakmak gibi ritüellerle dağ ruhları onurlandırılırdı. Dağlar, Türk destanlarında sığınılacak güvenli limanlar olarak da karşımıza çıkar: Ergenekon vadisini çevreleyen demir dağ, Türklerin yeniden doğuşuna mekân olur. Dağ, Türk için kutsal, koruyucu ve kudretli bir varlıktır; uğruna yeminler edilmiş (“Tanrı Dağını tutayım” şeklinde Kırgız yeminleri vardır) ve eteklerinde kurultaylar yapılmıştır. İslamiyet’ten sonra bile dağ kültü silinmemiştir. Anadolu erenleri, dağları mekân tutup halkın gönlünde dağ evliyaları olarak yaşamıştır.

Kutsallar ve Tabular

Türk mitolojisinde kutsal addedilen varlık ve kavramlar etrafında tabular geliştirilmiştir. Kutsal sayılan (ıduk) nesnelere saygısızlık büyük günah sayılmış; onları incitecek davranışlardan kaçınılmıştır. Örneğin yukarıda belirtildiği gibi ateşe tükürmek veya su dökmek kesinlikle tabudur. Aynı şekilde kutsal hayvanlara (kurt, kartal, kuğu vb.) zarar vermek, adını yüksek sesle anmak yasaktır.


Bir Yakut Türk’ü, totemi saydığı kartalın adını ağzına almaz, gerekirse ona takma adlar (örneğin “ulu kuş”) kullanırdı. Anadolu'nun pek çok yerinde bugün bozkurdun "börü", "canavar", "yaban" olarak zikredilmesi de buna örnektir.

Demir de eski Türklerce kutsal unsurlardan sayıldığı için demire balta ile vurmak, ekmek kesmek gibi davranışlar uğursuz görülürdü. (Çünkü demir, gökten düşen “yıldırım taşı” olarak algılanırdı).

Eşik, evin kutsal sınırı olduğundan eşiğe basmak Anadolu dahil Türk dünyasında tabu olarak kalmıştır.

Ölülere saygısızlık büyük tabu idi: Eski Türklerde ölülerin ruhunu incitmemek için belirli yas kuralları uygulanırdı. Örneğin yas tutanların kıyafetlerini ters giymesi, yüzlerini tırnaklaması gibi âdetler mevcuttu. (İbn Fadlan, 10. yüzyılda Oğuzlar arasında cenazede insanların elbiselerini ters giyip yüzlerini parçaladığını kaydeder ki bu, ölüyü memnun etme ritüelidir)

Aynı şekilde ölen kahramanların ardından yog töreni denilen büyük yemekli yas ayinleri düzenlemek bir görev sayılırdı​.

Bu törenlerde hem diriler hem de ölünün ruhu için yemek sunulur, ölünün eşyaları, atı ve bazen karısı bile kurban edilirdi (bunlar Hunlar ve Göktürkler döneminden beri görülen uygulamalardır). Günümüzde bu yas yemeği hayır, nezir, ölü aşı adı altında devam etmektedir.

Balbal dikmek, öldürülen düşman sayısı kadar mezar taşını ölen kişinin kurganına dikmek de bir çeşit ruhun huzura kavuşması ritüelidir. Bu ritüel Göktürk kitabelerinde ve İbn Fadlan’ın seyahatnamesinde belirtilmiştir​.

Türkler, dilek tutma ritüellerinde de tabulara uyarak hareket ederlerdi: Mesela bir dilek dileyecek kişi, kutsal bir ziyaretgâhta (yatır, ağaç, pınar başı) edeple davranır, yüksek sesle konuşmaz, oradan bir şey koparmazdı.


Tabulardan bir diğeri de kutsal renkler ve yönler ile ilgilidir. Örneğin ak renk (beyaz) uğurlu ve kutlu sayıldığı için, ak renkte hayvanlar kurban edilir; aksine kara renk matem ve uğursuzlukla ilişkilendirilirdi. Doğu yönü Güneş’in doğduğu yön olarak kutsal sayılır, çadır kapıları doğuya bakacak şekilde konumlandırılırdı. Dede Korkut hikâyelerinde gün doğusu, gün batısı, kuzey, güney sıkça geçer; her yöne atfedilen renk ve nitelikler vardır (mavi-doğu, beyaz-batı, kara-kuzey, kızıl-güney şeklinde). Bu inançlar sonucunda mesela kuzey (sol taraf) uğursuz sayılıp sağ el/sağ taraf muteber görülmüştür.


Türk mitolojisinde kutsal kabul edilen unsurların korunması için katı tabular oluşturulmuş; bu tabular günlük hayat davranışlarından destanlara kadar yansımıştır. İslamiyet’in kabulünden sonra bazı tabular gevşese de (örneğin dağda kurban kesmek yerine türbede adak yapmak gibi dönüşümler) pek çoğu geleneksel pratikler olarak günümüze dek sürmüştür.

Kozmogoni ve Yaratılış Efsaneleri

Türk mitolojisinde evrenin ve insanın yaratılışına dair zengin efsaneler mevcuttur. Bu kozmogoniler, çoğu zaman iyicil bir yaratıcı ile onun karşıtı olan kötücül bir varlığın mücadelesini ve dünyanın katmanlı yapısını anlatır. En yaygın yaratılış anlatımı, Altay ve Sibirya Türkleri arasında derlenen ikili yaratılış motifidir. Bu mite göre başlangıçta sonsuz bir su vardır, henüz yer ve gök yaratılmamıştır​.


Üstünde sadece Ülgen (veya Kayra Han) adında bir tanrı uçmaktadır. Ülgen bir gün suyun üzerinde küçük bir toprak parçası görür. Toprak, insan suretinde bir kütledir. Ülgen “İş ol!” (“Canlansın!”) deyince bu toprak insan hâline gelir. Ülgen bu ilk insana Erlik adını verir. Bir müddet sonra Erlik, kendisini yaratan Ülgen’den daha güçlü olmak ister ve tanrılığa özenir​. Ülgen’in buyruğuna karşı gelerek kozmik düzeni bozmaya kalkar. Bunun üzerine Ülgen, Erlik’i cezalandırarak onu yerin altına, karanlıklar diyarına gönderir ve orada kalmasını emreder. Artık Erlik, yeraltı âleminin efendisi olacaktır. Ülgen ise yeryüzünü ve gökleri yaratmaya koyulur. İlk insanların yaratılışıyla ilgili farklı varyantlar vardır: Kimi anlatıda Ülgen, suyun dibinden çıkan toprağı genişletip üzerine bir ada yaratır; bu toprak üzerine bir ağaç diker ve ağacın dallarındaki meyvelerden insanlar türemeye başlar.


Başka bir varyantta ise Ülgen, balçıktan ilk insanları şekillendirir. Tam can vermek üzere iken Erlik insanlara kötü ruh üfleyerek onların kaderine karışır. Bu nedenle insanların içinde iyilik ve kötülük bir arada kalmıştır. Bazı kaynaklar, ilk insanın (Ata) Ülgen tarafından; ilk kadının (Eje veya Umay Ana) ise Tanrıça Umay’ın veya Ülgen’in kız kardeşi Kıdai’nin katkısıyla yaratıldığını söyler.


Yakut (Saha) Türklerinin efsanelerinde göğün 9. katında Ayısıt adlı doğum tanrıçası insanların ruhlarını yaratıp anne karnına gönderir. Bu da yaratılış mitolojisinin bir parçasıdır. Göktürk Yazıtlarında kozmogoniye kısaca değinilmiştir: “Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında ikisi arasında insanoğlu yaratıldı” cümlesi, Türklerin evrenin üst (gök) ve alt (yer) olmak üzere ikili kurulduğunu, insanın bunların ortasında var olduğunu kabul ettiğini göstermiştir​. Bu ifadede insanın yaratılışının gök ve yerin yaratılışına bağlı geliştiği vurgulanır. Ayrıca Kaşgarlı Mahmud’un sözlüğünde geçen bir Uygur efsanesi kırıntısında, insanın balçıktan yaratıldığı anlatılır. Burada insanı yaratan “Tengri Bayat” adlı bir tanrıdır ve bu anlatının Yahudi-Hristiyan etkisi taşıdığı düşünülür​. Nitekim bazı araştırmacılar, Türk yaratılış efsanelerine zamanla Semitik dinlerin etkisiyle “yoktan yaratma” kavramının girdiğini belirtmiştir​.


Altay mitlerinde daha çok mevcut maddelerin şekillendirilmesiyle yaratma vardır; ex nihilo (yoktan) yaratma düşüncesi ise dış etkilerle sonradan benimsenmiştir​.


Yaratılış efsanelerinin bir kolu da Nuh Tufanı benzeri Tufan anlatısıdır. Bu tema, Türk mitolojisine muhtemelen sonradan girse de yaygınlık kazanmıştır. Altay Türklerinin bir rivayetine göre, insanoğlu azıp Tanrı’nın yolundan çıkınca dünyanın sonu gelir: Gök Tanrı Ülgen, inanan kullarından Nama adlı birine bir gemi yapmasını emreder​. Nama büyük bir gemi inşa edip içini hayvanlarla doldurur. Sonra Tufan kopar; her yeri sular basar. Nama gemisiyle kurtulur. Sular çekilmeye başladığında Nama gemideki kargayı, kuzgunu ve saksağanı dışarı yollar fakat bu kuşlar hemen leş bulup döndüklerinde kötü haber getirir. Bunun üzerine güvercini yollar; güvercin gagasında bir dal parçasıyla geri döner. Nama anlar ki sular çekilmiş, kara görünmüştür. Gemiden çıkan Nama ve beraberindekiler yeryüzüne dağılır. Bu tufan hikâyesi açıkça Tevrat/Kitâb-ı Mukaddes kökenli olup Türkler arasında İslamiyet’in kabulü sonrasında yayılmıştır.


Nitekim Altay anlatılarında gemi sahibi “Nama” ismi Nuh peygamberden gelir. Anohin’in derlediği bir Altay masalında ise tufanı önceden sezerek kurtulan kahraman, demir çiviyle tutturulmuş bir sal yaparak hayvanları kurtarır; tufanı dev bir kurbağanın kımıldaması yüzünden çıktığı belirtilir.


Başka bir rivayette de boynuzları demirden bir teke (dağ keçisi) tufanı haber verir. Yedi gün dağ doruklarını dolaşıp acı acı meleyerek insanları uyarır​. Görüldüğü üzere, Türk kozmogonilerinde yer yer dünya, tufanla yeniden şekillenir. Türk mitolojisi sadece yaratılışla sınırlı kalmaz, aynı zamanda bir kozmik son (eskatoloji) inancı da içerir. Altay ve Teleüt Türkleri arasında dünyanın sonu ile ilgili anlatılar derlenmiştir. Buna göre insanlık bir Kıyamet Günü yaşayacaktır ve buna “Kalgancı Çağ” (kalacak olan çağ) derler​.


Bu felaketli zamanda insanlar iyice günaha batacak, kötülük hüküm sürecek, insanlar birbirine düşecektir​. İyilik tanrısı Ülgen, bu kötü insanlardan yüz çevirecek, şeytani güçler (Erlik) yeryüzüne yaklaşacaktır​. Sonunda iyiler ile kötüler arasında korkunç bir savaş çıkacak; gökten ateşler yağacak, depremler ve yanardağ patlamaları dünyayı saracaktır. Milyonlarca insan ölecek, sadece çok az bir kısmı sağ kalacaktır. Gök demirden, yer sarı bakırdan kesilecektir (göğün demir gibi katı, yerin bakır gibi kaygan olup yaşamı desteklemez hâle gelmesi). İnsanların boyu kısalacak, evlat babayı tanımaz hâle gelecektir​. Bu kaosun sonunda sadece bir tek iyilik tanrısı Ülgen hayatta kalacak; o da “Ölüler kalkın!” diye seslenip ölmüş insanları diriltecektir.

Böylece dünya yeni bir çağa başlayacaktır.


Bu eskatolojik efsane, Türklerin iyilik-kötülük mücadelesine dayalı bir dünya görüşü benimsediklerini gösterir. İslamiyet sonrasında kıyamet inancıyla benzerlik kurularak devam etmiştir. Hatta bazı varyantlarda kıyamet alametleriyle Türk efsaneleri birleşmiştir. Teleüt masallarında “gök demir, yer bakır olacak” gibi sözler, dünyanın sonunu anlatır ve bu ifade halk arasında “Temir Kazık koparsa kıyamet kopar” şeklinde kalmıştır (Temir Kazık = Kuzey Yıldızı, göğün direği).


Türk yaratılış mitleri kozmik bir düzenin ilahi güçlerce tesis edildiğini, insanın bu düzende sınavdan geçtiğini vurgular. İkili karşıtlık (Ülgen-Erlik, iyi-kötü, ışık-karanlık) belirgindir. Bu mitler sözlü gelenekte uzun süre yaşamış; 19. yüzyılda Radloff, Potanin gibi araştırmacılar tarafından derlenerek yazıya geçirilmiştir. Bugün de Altay, Saha (Yakut), Hakas gibi Türk topluluklarının efsanelerinde yaratılış motifleri canlılığını korumaktadır.

Astronomik Unsurlar: Güneş, Ay, Yıldızlar ve Göğün Katları

Türk mitolojisi, gökyüzüne ve gök cisimlerine dair zengin semboller içerir. Bozkırın açık seması altında yaşayan atlı göçer Türkler için Gök (Tanrı) zaten en yüce varlıktır. Gök, somut olarak Güneş, Ay ve yıldızlarla tecelli eden bir âlem olduğundan bu unsurlara özel kültler geliştirmişlerdir.


Eski Türk inancında gökyüzü 17 kata kadar tasavvur edilirdi; bu katların her birinde farklı ruhlar ve ilahlar bulunurdu​. En üst katta Tanrı Ülgen altın bir taht üzerinde, dokuz oğlu ve dokuz kızıyla birlikte oturur şeklinde anlatılır. Göğün katları ışıkla dolu “aydınlık dünya”dır; karşıtına, yeraltının karanlık katlarına zıt olarak iyicil ruhların mekânlarıdır.


Yakut inanışına göre göğün tam zirvesinde Pole Yıldızı (Demir Kazık) vardır ve bu yıldız göğün direği hükmündedir, tüm gök bu eksen etrafında döner. Türkler Kutup Yıldızı’na bu yüzden “Demir Kazık” demişler, onu hiç batmayan sabit yıldız olarak göğün çivisi addetmişlerdir. Hatta bazı efsanelerde dünya ekseninin tepesinde bir dünya ağacı olduğu ve bu ağacın tepesinin Demir Kazık yıldızına dayandığı anlatılır​.


Güneş (Kün veya Gün) ve Ay Türk mitolojisinde kutsal gök cisimleridir. Altaylı Türkler Güneş’e “Güneş Ana”, Ay’a “Ay Ata” derler; yani Güneş’i dişil, Ay’ı eril tasavvur ederler. Bu, Güneş’in yaşam verici, sıcak ve besleyici yönü ile Ay’ın geceyi aydınlatan sakin yüzünü cinsiyetlendirmelerindendir. Eski Türklerde Güneş ve Ay için ayrı tapınmalar olmasa da saygı büyüktür. Mesela Altay Türkleri arasında Güneş üzerine yemin etmek âdeti vardı; Güneş adına yalan söylemenin büyük cezalar getireceğine inanırlardı​.


Gün doğumunda Güneş’e selam durmak, yaygın bir davranıştı. Oğuzların torunları sayılan bazı Türk boylarında da “Gün öğürmek” (Güneş’e hürmet etmek) kaydedilmiştir. Eski Türkler Güneş’in yeryüzündeki temsilcisinin ateş olduğunu kabul ederdi​. Ateş, Güneş’in küçük bir kopyası gibi kutsallık kazanmıştır. Yakut masallarında büyük kahramanların Güneş ve Ay’ın himayesinde olduğu, onların çocukları gibi korundukları anlatılır​. Bu inanışta, Güneş ve Ay somut ilahlar gibidir: Yakut Şamanlarının cübbelerinde Güneş’i temsilen demir ve gümüş halkalar bulunur. Ay’ı temsilen yuvarlak beyaz motifler işlenir​


Altay efsanelerinde Gök Tanrı’nın kızlarından ikisi Güneş ve Ay olarak anılır. Hatta bazı Altay söylencelerinde Güneş, gökte ateş taşıyan bir kadın ruhu, Ay ise gümüş ışık taşıyan bir erkek ruhtur. Güneş tutulması ve Ay tutulması olayları, Türk mitolojisinde kötü ruhların bu gök cisimlerine saldırısıyla açıklanır. Altay ve Yakut inanışına göre Güneş ve Ay, zaman zaman devasa ejderhalar veya kötü ruhlarla mücadeleye girişirler; bu kavga sırasında Güneş veya Ay yenik düşerse tutulma gerçekleşir​.


Güneş tutulduğunda Altay Türkleri büyük gürültüler koparır, davullar çalar ve bağırırlar; bunun, kötü ruhları korkutup Güneş’i kurtaracağına inanırlar​. Bu kadim gelenek günümüzde bile bazı Türk ve Moğol halklarında sürmektedir (Gün tutulmasında tencere tava çalınır).


Benzer şekilde Ay tutulmasında da telaşla ateşler yakılır, kılıç ve ok gibi metal eşyalar birbirine vurularak ses çıkarılırdı. Eski Türklerce Güneş tutulması özellikle uğursuz addedilir, derhâl kurban kesilirdi.


Yıldızlar içinde Türkler en çok Çolpan (Zühre, Venüs) yıldızına önem vermiştir. Çolpan (Sabah Yıldızı), göğün en parlak yıldızlarından olduğu için kutlu görülmüş; hatta bazı anlatılarda dişi bir ruh veya Tanrıça olarak kişileştirilmiştir. “Çolpan Hatun” şeklinde masallara giren yıldız motifleri vardır. Türk takviminde Çolpan’ın görünmesi mevsim işareti sayılırdı. Ayrıca Türklerin Ülker (Pervin, Ürker – Pleiades) takımyıldızı, Açkarık (İkizler) ve Altın Kazık (Kutup) gibi yıldızlara da adlar verdiği Kaşgarlı’dan bilinmektedir. Günlük hayatta yıldızlar yön bulmada ve zaman tahmininde kullanılırken, mitolojide de yer edinmiştir. Örneğin Manas Destanı’nda bir kahraman, “yedi yıldızlar kaybolduğunda...” diye zaman tarif eder ki burada Ülker (Ürker) yıldız kümesi kastedilir.


Türk mitolojisinde yıldırım ve gök gürültüsü de doğaüstü anlamlarla yüklüdür. Altay inanışına göre gök gürültüsü ve şimşek, Ülgen’in emrindeki gök ruhlarının işidir ve Ülgen tarafından kontrol edilir​. Yıldırım düşmesi Tanrı’nın bir işareti olarak algılanır. Bu nedenle eski Türkler yıldırım düşen ağacı kutsal sayarlardı. Yıldırım çarpmış bir ağaçtan parça alınıp saklanırsa, o mekâna bir daha kötü ruhların giremeyeceğine inanılır. Tuva Türkleri, şimşek çaktığında saçlarını saçarlar. Bu, bir adak ya da saygı ifadesidir​.


Eski Uygurlar ise gök gürledikçe bağırıp ok atarlarmış, bir yıl sonra yıldırım düşen yerde toplanıp kurban keserek oraya gömerlermiş. Bu ritüel, göğün öfkesini yatıştırmak ve teşekkür etmek amaçlıdır. Böyle kayıtlar Çin kaynaklarında geçmektedir​.


Türkler göksel olaylara karşı kayıtsız kalmamış; her birini bir ilahi mesaj ya da işaret olarak görmüştür. Göğün katları meselesi astronomik bir kozmoloji sunar. Daha önce bahsedildiği gibi Türk tasavvurunda 7 veya 9 kat gök vardır. Altay kamlarının söylediği dualarda “yedi kat gök, yedi deniz, yedi yeraltı” zikredilir. Yakutlar göğü 3 ana katmana ayırıp 9’ar alt katmandan söz ederler. En üst katta Gök Tanrı bulunur; onun hemen altında Güneş ve Ay’ın sarayları yer alır; daha alt katlarda yıldızlar ve gök ruhlarının yaşadığı diyarlar sıralanır. Bazı kaynaklara göre Şamanlar ayin esnasında transla göğe çıkarken bu katları birer birer dolaşırlar; dokuzuncu kata kadar çıkabilen Şaman çok güçlü kabul edilir, dönemediği takdirde ruhu ebediyen gökte kalır​.


Bu çok katlı evren modeli, Türklerin evrene bakışında derinlik ve hiyerarşi olduğunu gösterir. Her katın rengi ve unsuru farklıdır (mesela 7. kat gök, Er Töştük destanında yeşil renkte tasvir edilir). Yine Yakutlara göre göğün en üst katında Gün Ana (Güneş Tanrıça) ve Ay Ata bulunur; bir alt katta yıldızların ruhları bulunur. Bu astronomik kozmoloji, Türk mitolojisini diğer birçok halktan ayıran önemli bir özellik taşır.


Türklerin astronomik inançları gündelik hayat pratiklerine de yansımıştır. Yeni Ay’ı görünce dilek tutmak, yıldız kayınca bir canlının öldüğüne inanmak gibi inanışlar günümüzde de Anadolu’da sürmektedir ki kökeni eski Türk mitlerine dayanır. Göğe ok atma geleneği modern dönemde sembolik de olsa Nevruz şenliklerinde görülmektedir. Bu zengin astronomik mitoloji, Türklerin gök olaylarına derin anlamlar yükleyip onları kültürel hafızaya işlemiş olduklarını gösterir.

Destanlar ve Efsaneler: Oğuz Kağan, Ergenekon, Manas, Dede Korkut

Türk mitolojisinin en önemli taşıyıcıları, destanlar ve efsaneler şeklinde günümüze ulaşan sözlü anlatılardır. Bu destanlar, tarihî olayların mitolojik bir dille yeniden kurgulanmasıyla oluşmuş; toplumun ortak hafızasını ve değerlerini nesiller boyu aktarmıştır. Başlıca Türk destanları arasında Oğuz Kağan Destanı, Ergenekon efsanesi, Manas Destanı ve Dede Korkut hikâyeleri sayılabilir.

Oğuz Kağan Destanı

Oğuz Kağan Destanı, Türk dünyasının en kadim ve kapsamlı destanlarından biridir. Türklerin atası sayılan Oğuz Kağan’ın doğumu, gençliği, fetihleri ve soyunun yeryüzüne dağılışı anlatılır. Destanın farklı varyantları olmakla birlikte en bilinen hâli, Uygur döneminde yazıya geçirilen ve Reşideddin’in Camiü’t-Tevarih’inde özetlenen versiyondur. Oğuz Kağan Destanı’na göre Oğuz, Gök Tanrı'nın bir lütfu olarak doğan mucizevi bir çocuktur. Doğduğunda yüzü mavi bir ışıkla parlamış, annesinin sütünü emmeyi daha ilk günden kesip et yemiş ve çok kısa sürede büyümüştür​.


Bu olağanüstü doğum, onun Tanrı tarafından gönderilmiş bir cihan hükümdarı olduğuna işaret eder. Oğuz, çocukken bir kurt postunu kendine kıyafet yapar, Gök Tanrı’ya dua ederek bir gece içinde erişkin bir yiğit olur. Babası Kara Han’ın düzenlediği bir şölen sırasında gökten inen kızıl bir ışık içinden gelen ışık kız (Gün Hanım) ile evlenir. Bu kızdan üç oğlu (Gün, Ay, Yıldız) olur. Sonra göl ortasındaki bir ağaç kovuğunda bulduğu gök tüylü kız (Gök Hanım) ile evlenip ondan da üç oğlu (Gök, Dağ, Deniz) olur. Bu sembolik evlilikler, Oğuz’un gökle ve yerle evliliği, yani cihanın bütün unsurlarıyla bütünleşmesini simgeler. Oğuz, genç yaşta büyük bir kağan olur ve dört bir yana seferler düzenleyerek dünyayı fetheder. Destanda Oğuz Kağan’ın göğe, yere, suya hükmetmesi ve bütün yabancı diyarlara boyun eğdirmesi anlatılır​.

Çin diyarından Hindistan’a, Mısır’dan Rum (Anadolu) ülkesine kadar her yere akınlar yapar. Urum (Rûm) Kağan adlı batılı hükümdarı yenerek batıya ulaşır. İdil Nehri’ne geldiğinde nehirden geçmek için bir plan kurar, gemiler yapar​. Bu seferler sırasında Oğuz Kağan’a gökten gelen bir bozkurt yol gösterir; Oğuz ordusunun önünde giderek onlara kılavuzluk eder. Bu motif, bozkurdu milletin yol gösterici ruhu olarak yüceltir. Oğuz Kağan zaferlerle ülkesine döndükten sonra büyük bir şölen verir ve ülkesini oğulları arasında paylaştırmaya karar verir. Altı oğlunu Bozoklar ve Üçoklar adıyla iki kola ayırır; Gün, Ay, Yıldız hanları Bozok; Gök, Dağ, Deniz hanları Üçok kolunu oluşturur. Oğuz Kağan, bu oğullarından türeyen 24 torununa çeşitli boyların adlarını verir; böylece 24 Oğuz boyunun ortaya çıktığı anlatılır​


Bu soy şeması, Oğuz-Türkmen boylarının efsanevî kökenini açıklar. Destanın sonunda Oğuz Kağan, dünyayı fethedip görevini tamamladığında Tanrı’ya dua ederek göğe yükselir ya da yerini torunlarına bırakır. Oğuz Kağan Destanı, içinde barındırdığı zengin mitolojik motiflerle dikkat çeker. Işık ve kurt motifleri, Oğuz’un ilahi desteğe sahip kağan olduğunu gösterir. Ayrıca destanda sihirli ok ve yay vardır: Oğuz Kağan, ülkesini pay ederken Bozoklar koluna üç gümüş ok, Üçoklar koluna üç altın yay hediye eder; bu, onların gelecekteki hüküm sahalarını simgeler (Oklar, doğuya gidip üç kıtayı vurur; yaylar batıya atılır). Bu detay, destana kozmik bir kehanet unsuru katmaktadır. Destanda geçen “göğe ok atma” sahnesi, gerçek hayatta Mete Han’ın (Mao-tun) Çin kaynaklarında anlatılan bir hikâyesine de benzer; bu da Oğuz Kağan ile Mete’nin kişiliklerinin kaynaştırıldığını düşündürür​.


Bazı tarihçiler, Oğuz Kağan’ın Hun hükümdarı Mete olduğunu ileri sürerler. Destanda Dede Korkut benzeri bilge bir karakter de vardır: Oğuz Kağan’ın veziri Uluğ Türk, ona nasihatler verir; toy (şölen) sırasında dualar eder. Bu figür, Dede Korkut hikâyelerindeki Dede Korkut’a benzetilebilir. Oğuz Kağan Destanı, Türk mitolojisinin özeti gibidir. Gök Tanrı’nın kutsadığı bir hakan, dünyanın dört köşesini fetheder; doğaüstü varlıkların (kurt, ışık) desteğiyle kıtalara hükmeder; sonunda yerini oğullarına bırakır ve Tanrı’ya kavuşur. Destanın İslamiyet sonrası yazıya geçirilmiş varyantlarında Oğuz Kağan açıkça Hazret-i Nuh veya Zülkarneyn ile özdeşleştirilmeye çalışılmış bazen de İskender’e benzetilmiştir​. Ancak özünde Orta Asya bozkırında doğmuş bir kağan mitidir. Bu destan, nesiller boyunca özellikle Oğuz boyları (Türkmenler, Azerbaycan Türkleri, Osmanlılar) arasında millî bir efsane olarak anlatılmış; Kaşgarlı Mahmud’dan (11. yy) Ebülgazi Bahadır Han’a (17. yy) kadar pek çok kaynakta izleri yer almıştır.

Ergenekon Efsanesi

Ergenekon, Türklerin yeniden doğuşunu anlatan bir efsanedir. Moğol ve Türk boylarının ortak mitolojisinde yer alan bu anlatı, özellikle Göktürklerin türeyişine dair önemli bir motif sayılır. Efsanenin en eski kaynağı Reşideddin’in 14. yüzyılda yazdığı Camiü’t-Tevarih adlı eseridir​.


Efsane özetle şöyledir: Türk (veya Moğol) boylarından birinin ülkesi düşmanlar tarafından istila edilir ve büyük bir katliam yaşanır. Bu boydan sadece bir genç erkek ile bir genç kız hayatta kalır (bazı varyantlarda bu gençler evli bir çift veya akrabadır). Bu iki kişi, kendilerini kovalayan düşmandan kaçarak bilinmeyen dağlar arasına sığınırlar. Karşılarına geçit vermez yüksek demir dağlar çıkar. Bir yarık bularak içeri girerler ve içeride gizemli, verimli bir vadi keşfederler. Bu vadi dağlarla çevrili, dış dünyadan kopuk bir cennettir. Ergenekon adlı bu yerde yerleşirler ve zamanla çoğalarak güçlü bir boy haline gelirler​. Aradan dört yüz yıl geçer (bazı rivayetlerde daha uzun). Ergenekon’daki nüfus artar, hayvanlar çoğalır ve vadiye sığmaz olurlar. Artık dış dünyaya çıkmak isterler fakat etraflarını çeviren dağlar çıkış vermez. Bunun üzerine boyun bilge kişileri, dağdaki maden yataklarını fark eder ve dağı eriterek çıkmaya karar verirler​. Usta demirciler, dağın bir noktasında geniş bir ocak kurup, dağın cevherini (demir) kızdırıp eritmeye başlarlar​.


Dağın demiri eriyip bir geçit açılana dek tonlarca odun ve kömür yakarlar. En sonunda demir dağ erir ve Ergenekon’un çıkışı açılır. Dışarıya çıkan bu boy, eski yurtlarına dönerek düşmanlarını yener ve tekrar özgürlüğüne kavuşur. Bu boydan türeyen Asena kabilesi Göktürklerin atası olur. Ergenekon efsanesi, Türkler arasında yeniden diriliş ve esaretten kurtuluş simgesi hâline gelmiştir. Göktürkler isyan edip II. Göktürk Kağanlığını kurduklarında (7. yy sonu) bu efsaneyi meşruiyetlerinin temeline koymuşlardır. Rivayete göre her yıl bahar gününde (Nevruz zamanında) Göktürkler, Ergenekon’dan çıkışı kutlamak için büyük bir demir dövme töreni yapardı. Kağan, örs üzerinde kızgın demiri çekişle döverek halka gösterirdi. Bu gelenek, esaret zincirinin kırılıp özgürlüğe kavuşmanın temsiliydi. Ergenekon’da demirin eritilmesi olayı, sadece teknik bir buluş gibi değil, Tanrı’nın Türk’ü yeniden var etmesi olarak anlaşılmıştır. Dağın eritilmesiyle dış dünyaya çıkış sahnesi destanın doruk noktasıdır ve bu sahne sayesinde Ergenekon adı Türk tarihinde ebedî bir sembol olmuştur.


Destanın bazı varyantlarında Ergenekon’dan çıkan boyun Kök-Börü (Bozkurt) tarafından bulunup eski Türk yurtlarına getirildiği anlatılır. Bu, Göktürk menşei efsanesinin kurt motifinin efsaneye eklemlenmesidir. Moğol varyantında ise Ergenekon’dan çıkan kabileler doğrudan Cengiz Han’ın cedleriyle ilişkilendirilmiştir. Reşideddin, efsaneyi moğollaştırarak aktardığını kendisi de belirtir​.


Modern Türkmen veya Anadolu Türkmen anlatılarında da Ergenekon, zulümden kaçıp kurtulunan gizli vatan olarak geçer. “Demir dağı eritmek” deyimi ise imkânsızı başarmak anlamında atasözüne dönüşmüştür. Ergenekon efsanesinin bir diğer yönü de kutsal dağ temasıdır. Efsanedeki dağ, Ortadoğu mitolojisindeki Kaf Dağı’nın Türk karşılığı gibidir​. Ayrıca Kur’an’daki Yecüc-Mecüc kıssasındaki Zülkarneyn Seddi ile Ergenekon dağları arasında da benzerlik kuran araştırmacılar olmuştur​.


Ergenekon, Türk topluluklarının zor zamanlarında umut kaynağı olan bir destandır. Türkiye’de 19. yüzyılda bu efsane yeniden hatırlanmış hatta M. Kemal Atatürk’ün talimatıyla 1933’te Ergenekon Destanı Türkçe olarak kaleme aldırılıp Halkevlerinde okunmuştur. Bu da efsanenin modern ulus inşasındaki önemini koruduğunu gösterir.

Manas Destanı

Manas Destanı, Kırgız Türklerinin millî destanı olup dünyanın en uzun epik şiirlerinden biridir. Bu destan, 500 bin dizeyi aştığı rivayet edilen muazzam hacmiyle Türk mitolojisinin bir hazinesidir. Destan, Kırgız kahraman Manas ve onun oğulları Semetey, torunları Seytek etrafında üç nesillik bir kahramanlık öyküsünü anlatır. Manas Destanı nesiller boyunca Manasçı adı verilen ozanlar tarafından sözlü olarak aktarılmış ve canlı tutulmuştur. İçeriğinde tarihî olayların (Kırgızların Kalmuklara, Kıtaylara karşı mücadelesi gibi) mitolojik bir dille işlendiği görülür.


Destanın özeti şöyledir: Manas, Ala Dağlar bölgesinde doğan olağanüstü güçte bir kahramandır. Daha genç yaşta etrafına 40 yiğit (kırk çoro) toplayarak Kırgız boylarını birleştirir. O dönem Kırgızlar, çevrelerindeki Kalmuk (Oyrat) ve Çinli (Kıtay) güçlerin baskısı altındadır. Manas, bu düşmanlarla savaşlar yapar ve Kırgızların bağımsızlığını sağlar. Ayrıca Müslümanlığı kabul ederek cihatlar yapar: Komşu gayrimüslim kavimlere karşı akınlar düzenler, İslam’ı yüceltir. Bu arada parlak bir düğünle Kanıkey ile evlenir, yiğitliğiyle ün salar. Manas’ın babası Yakup Han, annesi Çiçek'tir (farklı varyantlarda isimler değişebilir). Manas bir savaşta hileyle zehirlenerek öldürülür. Kırk çorosu ve halkı büyük yas tutar, görkemli bir yog töreni ile onu gömerler. Ardından oğlu Semetey büyüyüp babasının intikamını alır; sonra torunu Seytek devreye girer. Destanın mitolojik yönü, içerdiği şamanik motifler ve İslamî unsurların iç içe geçmesinden gelir. Dikkat çekici bir nokta, destanın İslamî motiflerle süslü olmasına rağmen özünün eski Türk inançlarıyla dopdolu olmasıdır​. Örneğin destanda Manas ve arkadaşları sık sık “kafirlerle cihat”tan söz eder, büyük boy Kur’an’lar taşıdıklarından bahsedilir​. Manas’ın “Allah’ın aslanı” şeklinde övüldüğü bile olur. Fakat destanın bütün gidişatına bakıldığında, Şamanizm unsurlarının hakim olduğu görülür​.


Manas’ın doğumundan önce annesinin rüyasına ak sakallı bir ihtiyarın girmesi, kırk çoronun her birinin bir ruh tarafından korunması, Manas’ın Alp Karğa (dev kartal) gibi mitik yaratıklarla mücadelesi, büyü ve muskaların kullanımı gibi unsurlar tamamıyle eski inançların yansımalarıdır. Destanda Ötüken gibi kutsal mekânlar ve Bay Ülgen gibi ilahî isimler de zaman zaman anılır. Manas öldüğünde Kırgızlar onun için yüzlerce koyun kesip büyük bir ziyafet (yoğ) verirler; mezarının başına düşmanlarından öldürdüğü kadar balbal dikerler. Bütün bu adetler İslam öncesi Türk ölüm ritüelleridir ve destanda canlı biçimde aktarılmıştır​.


Abdülkadir İnan bu konuda “Manas destanı baştan sona Şamanizm gelenekleriyle doludur” diyerek destanın aslî yapısının korunduğunu belirtir​


Manas Destanı ayrıca doğaüstü doğum ve kahramanlık motifleriyle zengindir. Manas’ın annesi hamileyken rüyasında bir beyaz aygır görür ve Manas’ın o aygır ruhundan doğduğu anlatılır. Bu, şamanik inanışlardaki ruhani dölleme motifi olabilir. Manas doğduğunda beşiğini sallayan perilerin olduğu anlatılır. Manas’ın Ak-Kula adlı efsanevi bir atı vardır; bu at, tıpkı İskandinav mitlerindeki Sleipnir gibi konuşabilen ve uçabilen bir varlık gibidir. Manas’ın silahları da kutsaldır; kılıcı sıradan demir değil, gök gürültüsüyle dövülmüş çelikten derlenmiştir. Bu ögeler destana mitolojik renk katar.


Manas Destanı nesiller boyu Kırgız kimliğinin taşıyıcısı olmuş, Sovyet döneminde bile Manasçılar tarafından gizlice yaşatılmıştır. Destan ilk kez 1885’te Kazak Türkolog Şökeh Valihanov tarafından yazıya geçirilmiş, daha sonra Sagimbay Orozbakov ve Sayakbay Karalayev gibi ünlü manasçılar destanın büyük kısımlarını derleyip yayımlamışlardır. Günümüzde Kırgızistan’da Manas Destanı ulusal simge kabul edilir; Manas’ın mezarı olduğuna inanılan Talas yakınlarındaki “Kümböz” bir anıt müzedir. Destan, UNESCO sözlü ve somut olmayan miras listesine de alınmıştır. Bu muazzam epik, Türk mitolojisinin bir açık hava müzesi gibidir: İçinde İslam öncesi tengricilikten Şamanik büyülere, atalar kültünden İslami ifadelere dek geniş bir inanç skalası harmanlanmıştır.

Dede Korkut Hikâyeleri

Dede Korkut Kitabı veya Dedem Korkut’un Hikâyeleri, Oğuz Türklerinin destanî hikâyelerini içeren ve yazılı nüshaları 15. yüzyıla tarihlenen anonim bir eserdir. Bu hikâyeler, Oğuz boylarının İslamiyet’i henüz kabul ettiği sıralarda şekillenmiş, sözlü gelenekte kuşaktan kuşağa aktarılarak var olmuştur. Kitapta 12 hikâye bulunur ve her biri Oğuz boylarının bir kahramanının macerasını anlatır. Hikâyelerin başında ve sonunda Dede Korkut adlı aksakallı bilgenin nasihatleri ve hikâyeye müdahaleleri yer alır; bu nedenle eser onun adıyla anılır. Dede Korkut gerçek bir ozan veya kam olarak düşünülebilir; Oğuznâmelerin rivayetçisi konumundadır.


Dede Korkut hikâyeleri, Türk mitolojisinin İslam sonrası dönemdeki en önemli yazılı tanığıdır. Bu hikâyelerde İslamî ögeler barizdir: Kahramanlar Allah’a yakarır, Hazret-i Ali’yi yad eder, namaz kılarlar. Ancak olay örgüleri ve motifler, özünde eski Türk efsanelerine dayanır. Örneğin Tepegöz hikâyesi, Dede Korkut kitabının en mitik öykülerinden biridir. Tepegöz, alnında tek gözü olan insan eti yiyen bir devdir. Oğuz eli bu yaratık yüzünden büyük sıkıntı çeker. Sonunda Basat adındaki kahraman, Tepegöz’ü mağarasında kıstırıp gözünü çıkararak öldürür. Tepegöz’ün mağarada yaşaması, insanları içeri çekip yemesi, Güney Sibirya masallarında görülen dev motifine benzer​


Bu da Dede Korkut hikâyelerinin aslında Orta Asya kökenli masal motiflerini İslam sonrası Oğuz ortamında yeniden ürettiğini gösterir. Hikâyelerdeki kahramanlar (Salur Kazan, Bayındır Han, Bamsı Beyrek, Dirse Han, Kan Turalı, vs.), Oğuz boylarının temsilcileridir ve yarı efsanevî yarı tarihî kişiliklerdir. Örneğin Bamsı Beyrek hikâyesi, bir “alp sevgilisi” temasını işler; Bamsı Beyrek 16 yıl zindanda kalıp döndüğünde nişanlısı başka biriyle evlenmek üzeredir, çeşitli sınavlardan geçerek nişanlısını geri kazanır. Bu hikâyede yer altı zindanından kurtulma, ruhların yardımı gibi motifler sezilir. Salur Kazan’ın evinin yağmalanması hikâyesinde ise Kazan Bey’in oğlu Uruz’u kurtarmak için gösterdiği çaba anlatılır; orada Kazan’ın oğlu için kendini feda etmeye kalkması, oğlunun “Baba, beni feda edip karına ne yüzle bakacaksın” diyerek onu durdurması gibi dramatik sahneler vardır. Bu sahneler eski Türk töresindeki alp-oğul ilişkisinin ve aile onurunun önemini vurgular.


Dede Korkut’un kendisi ise her hikâyede boy boylar gezen, nasihatler veren, ad koyan bir bilgedir. Hikâyelerin sonunda Dede Korkut ortaya çıkar ve olayları değerlendirip duayla bitirir. Örneğin Bamsı Beyrek’e adını Dede Korkut koyar, Salur Kazan’ın sofrasında dua eder. Bu figür, İslamiyet öncesi kam/ozan tipinin İslami dönemdeki devamıdır. Dede Korkut hikâyelerinde mitolojik unsurların İslamî bir yüzle örtüldüğü görülür. Basat’ın Tepegöz’ü öldürmesi hikâyesinde Tepegöz’ün ortaya çıkışı şöyledir: Bir peri kızı ile bir çoban ilişkiye girer ve peri kızı ondan Tepegöz’ü doğurur. Bu, açıkça peri (cin) ile insan ilişkisinden doğan yaratık motifidir. Eski Türk masallarında periler veya ruhlar insanlarla evlenip çocuk sahibi olurlar (mesela yaratık evlilikleri motifi). Yine hikâyelerde sıkça bahsedilen Azrail ile güreş (mesela Deli Dumrul’un Azrail ile mücadele edip can pazarlığı yapması) motifi, eski can alma tanrısı Erlik’le mücadele temalarının İslami bir versiyonudur.


Dede Korkut Kitabı’nda Türk mitolojisinin ana unsurları olan kutsal mekânlar, totem hayvanlar ve sihirli nesneler de kendini gösterir. Örneğin Dede Korkut’ta “Kara konuk ağacı” geçer; bu, hayat ağacının bir yansıması olabilir. Salur Kazan’ın sürülerine dadanan devler, eski masal canavarlarının devamıdır. At kültü burada da çok önemlidir: Her alpın ünlü bir atı vardır (Bamsı Beyrek’in atı gibi) ve atlar adeta insan gibi duygulu varlıklardır. Bu atlar gerektiğinde sahiplerini kurtarır, onlarla birlikte ağlar. Dede Korkut hikâyeleri, 15.-16. yüzyıllarda yazıya geçirilirken Oğuz kültürünün İslamî motiflerle harmanlandığı bir döneme ait olduklarından, halk diline ve geleneklerine dair de zengin bilgiler verir. Örneğin misafirperverlik, büyüklere saygı, yiğitlik gibi töresel değerler hikâyelerin ana temasıdır. Bu değerlerin bir kısmı, İslamiyet öncesi tengrici dünya görüşünden kaynaklanır. Dede Korkut hikâyeleri, Türk mitolojisinin geç dönemdeki canlılığını ispatlar niteliktedir. Akademik çevrelerde incelenirken Tepegöz gibi motiflerin Orta Asya’ya dayandığı ortaya konmuştur​. Bahaeddin Ögel de Dede Korkut’taki motiflerin Türk mitolojisinin özüne dayandığını, sadece yüzeyde İslami makyaj olduğunu belirtir​. Gerçekten de, hikâyelerin temelinde Oğuz Türklerinin İslam öncesi destansı anlatıları vardır ve İslamiyet onları bütünüyle silememiş, sadece yeni bir anlam katmanı eklemiştir​.


Dede Korkut Kitabı Türk mitolojik unsurlarının Anadolu coğrafyasında nasıl devam ettiğinin bir belgesidir. Bu eser sayesinde bugün Oğuzların destanî dünyasını bilebiliyoruz. Dede Korkut’un kahramanları ve motifleri, günümüzde bile yaşamaktadır. Örneğin “Tepegöz” sözü, hala iri yapılı veya tek gözünü kısan kişiler için kullanılabiliyor; “Deli Dumrul” ifadesi, boş yere risk alan gözü kara insanları tarif edebiliyor. Bu da destanın mitolojiden dile sızan etkisini gösterir.

Kaynaklar

Türk mitolojisine dair bilgilerimiz, çeşitli dönemlere ait yazılı kaynaklar ve zengin bir sözlü kültür mirası sayesinde günümüze ulaşmıştır. Bu kaynaklar, farklı coğrafyalarda ve zamanlarda derlendiği için Türk mitolojisinin değişik cephelerini aydınlatır.


En eski yazılı kayıtlar, Çin yıllıkları ve kaynaklarıdır. MÖ 3. yüzyıldan itibaren Çin kayıtlarında Hiung-nu (Hun) ve diğer Türk kavimlerine dair efsanevi bilgiler yer alır. Örneğin, Çin’in Kuzey Vey tarihi eserlerinde Göktürklerin türeyişi hakkında bozkurt efsanesi anlatılmıştır​. Yine Çin kaynakları, Mete Han (Mao-tun) dönemine ait hikâyeleri masalsı üslupla aktarmış; Mete’nin gençliğini anlatırken mitolojik unsurlar kullanmıştır. Ögel’in belirttiği gibi Mete’nin (Oğuz Kağan ile özdeşleştirilen) gençliği Çin yıllıklarında masal üslubunda, erişkinlik dönemi ise gerçekçi tarih üslubunda yazılmıştır​.


Çin kaynaklarında kayıtlı bir başka efsane de Aşina efsanesidir: Bir savaşta yaralanıp sağ kalan küçük bir Türk çocuğunu dişi bir kurt kurtarır ve ondan hamile kalır; doğan 10 çocuk Göktürklerin ataları olur. Bu kayıt, Göktürklerin dişi kurttan türeyiş efsanesinin orijinal hâlidir ve Çou Kitabı'nda yer alır. Ayrıca Çinliler, Türklerin göğe ok atma geleneğinden bahsederler: Gök gürlediğinde veya salgın olduğunda Türklerin göğe doğru ok attığı, bağırdıkları kaydedilmiştir​. Bu bilgi, Türklerin Gök Tengri’ye haber gönderme veya kötü ruhları kovma ritüeli olarak yorumlanır​. Yine Çin kronikleri, Uygurların yıldırım düşmesini sevinçle karşıladığını, düşen yıldırımın olduğu yerde kurban gömdüklerini aktarır.


Bütün bu Çin kaynaklı veriler, Türk mitolojisinin temel motiflerinin (kurt, ok, dağ, gök) çok eski tarihlerde kaydedildiğini gösterir. Çin yıllıkları yanı sıra, Sogd ve Süryani kaynaklar ile Bizans kayıtlarında da Türkler hakkında mitolojik bilgiler bulunabilir (örneğin Bizans elçisi Zemarchus’un seyahatnamesinde Türklerin Altın bir heykele taptığı not edilir ki bu heykel muhtemelen Gök Tanrı’ya adanmıştı).


İslamiyet öncesi Türk yazılı kaynakları arasında en önemlisi Orhun Yazıtları (Göktürk Kitabeleri)’dır (8. yüzyıl). Bu bengü taş kitabeler, Göktürk devletinin resmî söylemini yansıtmakla birlikte mitolojik unsurlara da değinir. Özellikle Bilge Kağan ve Kül Tigin yazıtlarında Türklerin “göğün ve yerin yaratılışı”na dair cümleler, kağanların Tanrı tarafından “kut” verildiğine inanılması, Umay Ana’nın koruyuculuğunun zikredilmesi gibi hususlar görülür. “Üstte Tanrı, altta yağız yer yaratıldı, ikisi arasında insan oğlu yaratıldı” ifadesi Göktürklerin kozmolojik anlayışını ortaya koyan çok önemli bir cümledir​.


Yine yazıtlarda Bilge Kağan, milletine hitaben “Tanrı irade ettiği için kağan oldum” der ki burada Gök Tanrı inancının devleti meşrulaştıran güç olduğu anlaşılır. Umay ise özellikle Kül Tigin kitabesinde annesi hatun için “Umay gibi kutlu hatun” benzetmesiyle geçer, bu da Umay’ın bereket ve koruyucu ruh olarak bilindiğini gösterir. Orhun Yazıtları aynı zamanda bazı mitolojik geleneklere değinir: Örneğin “yog” (yuğ) adı verilen cenaze töreninden bahseden satırlar vardır. Bu, Türklerin ölü aşı (ölü yemeği) geleneğinin 8. yüzyılda bile devlet dilinde yer aldığını gösterir. Orhun kitabeleri haricinde, Yenisey Yazıtları gibi diğer eski Türk runik yazıtlarında da bazen mitolojik imalar bulunur (örneğin bir yazıtta bahsedilen “Gök Tanrı’ya kurban sunduk” ifadesi).


İslamiyet sonrası tarihçiler ve eserler, Türk mitolojisinin kayıt altına alınmasında kritik rol oynamıştır. 13.-14. yüzyılda yaşamış olan İranlı tarihçi Reşidüddin, Moğol ve Türk tarihiyle ilgili Camiü’t-Tevarih adlı eserinde Oğuz Kağan Destanı’ndan ve Ergenekon Efsanesi’nden genişçe bahseder​. Reşideddin’in verdiği metinler, bazı değişiklikler içerse de Türklerin bu destanlarını yazıya aktaran ilk İslamî dönem kayıtlar arasındadır. Özellikle Ergenekon efsanesi onun sayesinde unutulmaktan kurtulmuştur.


17. yüzyılda Harezm hükümdarı Ebülgazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime (Türkmenlerin Soykütüğü) ve Şecere-i Türk adlı eserlerinde Oğuz Kağan ve türeyiş destanlarını kendi soy çizelgesiyle bağlantılı biçimde anlatır. Ebülgazi, Oğuz Han’ı Nuh Peygamberin oğlu Yapeth (Yafes) ile ilişkilendirir, Oğuz’un oğullarını Yafes’in torunları olarak sıralar. Onun aktardığı Oğuznamesinde de bozkurt, ışık, gök kızları gibi motifler korunmuştur. Bahaeddin Ögel, Ebülgazi’nin eserini Türk mitolojisinin çok önemli bir kaynağı sayar. Ancak Ögel’in yazdığı dönemde (1970’ler) Ebülgazi’nin eserlerinin Türkçe’ye tam çevirisi bulunmamaktaydı.


İslam coğrafyacı ve tarihçileri de bazı mitolojik öğeleri not düşmüştür. 10. yüzyılda yaşayan İbn Fadlan, Volga Bulgarlarına seyahatinde Oğuz, Bulgar ve Peçenek Türklerinin yaşamını anlatırken şamanistik uygulamalara tanık olmuştur. İbn Fadlan’ın yazdıkları arasında Oğuzların cenaze törenleri, at ve eşya kurban etmeleri, yas ritüelleri bulunmaktadır​. Mesela Oğuzların ölü gömüldükten sonra yedi gün yas tutup “yog aşı” verdiklerini, bu törende ölünün ruhu için yiyecek bırakıldığına inandıklarını yazar​. Ayrıca Oğuzlarda bir ölü için ağıt yakarken yüzlerini kestiklerini, elbiselerini ters giydiklerini gözlemler.


Yine İbn Fadlan, bir Başkurt kabilesinin putu olarak gördüğü şeyin aslında bir dağ olduğunu, Başkurtların o dağı kutsal saydığını aktarır (bu dağ muhtemelen Ural eteklerindeki bir zirvedir). Bu kayıtlar, İslam coğrafyacılarının “putperestlik” olarak gördüğü bazı uygulamaların arkasında Türk mitolojik inançlarının durduğunu gösterir.


Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lügati’t-Türk eseri de dolaylı bir mitoloji kaynağıdır. Kaşgarlı, Türk dillerinin sözlüğünü yazarken pek çok örnek cümle ve kültürel not düşmüştür. Örneğin “Umay” kelimesini açıklarken, onu bir melek veya peri olarak yorumlar ama aslında eski Türklerin çocuk koruyucu tanrıçası olduğunu da belirtir​. Yine “şaman” kelimesine karşılık “kam” sözcüğünü verir. “Yag” (yuğ) sözcüğünü, ölü ardından verilen yemek olarak tanımlar​. “Öd” (ruh) kelimesini açıklar.


Kaşgarlı’nın bu notları, o devirde de Türk mitolojik kavramlarının dildeki varlığını göstermesi bakımından değerlidir. Örneğin, 11. yy Oğuz Türkleri arasında artık Müslümanlık yaygınlaştığı hâlde Kaşgarlı, Oğuzların diri iken ölülerine yiyecek bırakma adeti (yuğ aşı) olduğundan bahseder ki bu, şamanik “ölü doyurma” ritüelinin sürdüğünü gösterir​.


Sözlü gelenek ise Türk mitolojisinin asırlar boyunca taşıyıcısı olmuştur. Yazılı kaynaklara geçmemiş nice efsane, destan ve masal, ozanlar ve âşıklar sayesinde yaşamıştır. Kırgızların Manasçıları, Kazakların Jırşıları, Oğuz/Türkmen aşık ve ozanları, Altaylıların kayçıları mitolojik malzemeyi müzik ve şiirle bugüne aktarmıştır.


19. yüzyılda Rus Türkolog Wilhelm Radloff ve Fin gezgin G. Potanin gibi araştırmacılar, Sibirya ve Orta Asya’da derledikleri Türk masal ve efsanelerini kitaplaştırmışlardır. Radloff’un Proben der Volksliteratur eserinde ve Potanin’in notlarında, Altay ve Yakut Şamanlarının anlattığı yaratılış efsaneleri, destan parçaları bulunur​. Bu sözlü kaynaklar sayesinde bugünkü bilgilerimiz mevcuttur.


Örneğin Altaylı bir ozanın anlattığı yaratılış hikâyesi (Ülgen ile Erlik’in çamurdan insan yapması hikâyesi) veya Yakut şamanlarının dualarında geçen dünya ağacı ve göğe yolculuk tasvirleri yazıya aktarılarak mitoloji envanterine kazandırılmıştır. Anadolu’da da sözlü gelenek pek çok Orta Asya kaynaklı efsaneyi korumuştur. Dede Korkut hikâyeleri 15. yy’da Akkoyunlu sarayında yazıya geçirilmese idi belki unutulurdu ama halk ozanları onları nesillerce dillendirmişti.


Saltukname gibi menkıbe kitapları, Sarı Saltuk’un efsanelerini anlatırken eski Türk inanışlarından parçalar taşır (Sarı Saltuk’un ejderha öldürmesi vb.). Battal Gazi, Danişmendname gibi destanlarda da Türk masal motifleri, İslami kahramanlık kisvesi altında sürmüştür.


Günümüzde Türk mitolojisi üzerine yapılan çalışmalar, bu çeşitli kaynakları bir araya getirerek resmi tamamlamaya çalışmaktadır. Bu çalışmalar sayesinde hem arşivlerde kalmış kaynaklar gün yüzüne çıkmakta hem de yaşayan kültürdeki izler tanımlanmaktadır.

Kaynakça

Baysal, Nagihan. "Türk Halk Kültüründe Su" Ankara: Gece Kitaplığı Yayınları


Çoruhlu, Yaşar. "Türk Sanatında Hayvan Sembolizmi" Cilt I-II. İstanbul: Ötüken Yayınları.


Gömeç, Sadettin. “Şamanizm ve Eski Türk Dini.” Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi 4, no. 4 (1998): 38-52.


İnan, Abdülkadir. “Müslüman Türklerde Şamanizm Kalıntıları.” Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi 4 (1952): 23-30.


TRT 2 Youtube Kanalı "Türklerde Şaman" Son Erişim: 3.4.2025 https://www.youtube.com/watch?v=1-5ZMjRFArg


TRT Avaz Youtube Kanalı "Ağaç Kesilirken Yapılan Dua" Son Erişim: 3.4.2025 https://www.youtube.com/watch?v=sCE9XmMINGw


TRT Avaz Youtube Kanalı "Türklerde Ateş ve Ocak Kültürü - Ortak Miras" Son Erişim: 3.4.2025 https://www.youtube.com/watch?v=A_cWHZcPPTA


Ögel, Bahaeddin. Türk Mitolojisi: (Kaynakları ve Açıklamaları ile Destanlar). Cilt I-II. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2010.

Sen de Değerlendir!

0 Değerlendirme

Yazar Bilgileri

Avatar
Ana YazarDuygu Şahinler3 Nisan 2025 11:05
KÜRE'ye Sor