Tanrılar gökten yıldırımlar savururken insanlar dua ederdi. Devler dağları aşar, ejderhalar denizleri beklerdi. Ve birileri, tıpkı bizim gibi, geceleri yıldızlara bakıp o sonsuz boşlukta bir anlam arardı. Zamanın ötesine olacak olan bu yolculuk efsanelerle, destanlarla, eski tanrılarla ve unutulmuş halklarla tanışarak, bazen bir kurdun izini sürecek, bazen ise bir yılanın fısıltısını duyacak... “Bir varmış…”la başlayan her şeyin içinde bir parça var olan o gerçek keşfedilecek. Ve o gerçek, hâlâ bizimle. Mitlerin diliyle, sembollerin gücüyle, hikâyelerin kalıcılığıyla...
Her halkın bir yaratılış hikâyesi vardır. Gökten inen kurtlar, yerin yedi kat dibinden çıkan devler, ölümsüzlük arayan kahramanlar... Peki, Türklerin evreni nasıl başlar?
“Bir varmış, bir yokmuş” diye başlarız anlatmaya. Ama aslında her şey, bir varoluşla ortaya çıkar. Türk mitolojisinde de evren, karanlık bir suyla başlar. Ne gök vardır ne yer, sadece sonsuz bir su ve onun üzerinde süzülen kutsal bir varlık: Tengri Ülgen. Bu karanlık boşluk, rahatsız edici bir sessizlik gibi gelir ona. Ve böylece yaratım başlar. Ülgen, göğü katman katman kurar; yeryüzünü, güneşi, ayı ve yıldızları yerleştirir. Evren düzene girer ama her düzenin gölgesi olur. Derinliklerden yükselen başka bir varlık vardır: Erlik. O da yaratmak ister ama onun yarattıkları gölgeyle, kötülükle, ayrılıkla doludur. Ve böylece ilk kez evren, ikilikle tanışır. İyilikle kötülüğün, aydınlıkla karanlığın, yaşamla ölümün ayrımı doğar.
Bu sadece bir mit değil. Türklerin doğaya, insana ve ruha bakışının temelidir. Gök kutsaldır çünkü orası tanrıların yeridir. Yer doğurgandır çünkü yaşamı taşır. İkisinin arasında yaşayan insan, hem ruhani hem dünyevi bir varlıktır. Bu bakış açısı, tüm mitolojik anlatılara nüfuz eder.
Evrenin merkezinde büyük bir ağaç yükselir: Hayat Ağacı. Kökleri yerin yedi kat altına inerken, dalları göğün en yüksek katına ulaşır. Bu ağaç sadece fiziksel bir form değil, ruhların ve halkların birbirine bağlılığını simgeler. Tanrı Kayra Han, bu ağacın dallarından dokuz insan yaratır; her biri bir halkın atasıdır. O yüzden “dokuz” sayısı kutsaldır. Aynı ağaç, şamanların da yoludur. Ayinlerde bu kozmik ağaçtan yukarı çıkar, göksel varlıklarla konuşur, sonra tekrar yere dönerler.
Mitolojide hayvanlar yalnızca hayvan değildir. Bozkurt, Türkler için sadece bir yırtıcı değil, yol gösterici ve koruyucudur. Yeniden doğuşun simgesidir. Efsaneye göre, soyları tükenen Türkler, bir dişi kurt tarafından kurtarılır ve yeni bir halk meydana gelir. Kartal göğün sembolüdür; yükseklerden bakar, bilgiyi taşır. Yılan hem yaşamı hem ölümü simgeler; hem şifadır hem tehdit. İşte mitolojinin büyüsü burada başlar. Hiçbir şey sadece iyi ya da kötü değildir. Her figür, insanın içindeki çelişkileri ve potansiyeli yansıtır.
İşte bu yüzden mitoloji, sadece geçmişte yaşamış insanların anlattığı hikâyeler bütünü değildir. Mitler aslında biziz. Onların gözünden evrene bakmak, bir anlamda kendimize de bakmaktır. Çünkü hangi çağda yaşarsak yaşayalım, aynı soruların peşindeyiz: Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Kime güvenebiliriz? Ne kutsal, ne geçici?
Türk mitolojisi de işte tam burada, bu sorulara verdiğimiz cevapların bir aynası gibi karşımıza çıkar. Dağlara ruh yükleyen, suya bilgelik atfeden, hayvanları rehber bilen bir dünyanın çocuklarıyız biz. Modern dünyanın koşuşturmasında unutsak da o eski bilgeliği, mitler sessizce içimizde yaşatmaya devam eder. Bazen bir rüyada, bazen bir sembolde, bazen de içimizde aniden beliren bir histe bu varolabilir.
Bu sadece başlangıç. Göğün altında, yerin üstünde anlatılacak daha çok hikâye, tanışılacak daha çok tanrı, keşfedilecek daha çok anlam var. Başka diyarların mitolojilerine de yolculuklar olacak ama nereye gidersek gidelim, her zaman bir "bir varmış bir yokmuş"la başlanılacak. Çünkü her masalın içinde, bir parça hakikat saklıdır ve bizler, o hakikatin peşindeyiz.