Göğün puslanmasından, yerin kan ve acıyla kirlenmesinden binyıllar önce; yıldızların parlak, ruhların saf olduğu zamanlarda, en yüksek dağın eteklerine kurulmuş bir şehir vardı. Şehrin ismi Havsala'ydı. Sabahları güneşin ışığıyla aydınlanan şehirde yaşayan insanlar geceleri yollarını ay ışığıyla bulurdu. Burada yaşayan insanlar ektikleri ekinlerle ve hayvanlarından elde ettikleri et, süt ve derilerle geçinir, hayatta kalırlardı. Evlerin neredeyse tamamı tek katlı, ahşap ya da kerpiçten yapılma basit evlerdi. Sadece şehrin merkezinde yer alan saray mermer ve şelale taşından yapılmıştı. Dağın hemen güneyinde yer alan şelale şehrin tek su kaynağıydı, bu sebeple buradan gelen her şey kıymetli sayılıyordu.
Havsala'nın Bir Tasviri (Yapay Zeka Tarafından Oluşturulmuştur)
Şehirde son zamanlarda sessiz bir fısıltı dolaşıyordu. Söylentiye göre, şehrin bilgesinin kızı Aybike, kardeşinin ani ölümünden sonra yemeden içmeden kesilmiş, yataklara düşmüştü. Aybike tüm şehirde çok sevilen sakin, iyi huylu, kibar ve yardımsever bir insandı. Tek kusuru sürekli olarak çok mutsuz olmasıydı. Öyle ki Aybike'yi gülerken görebilen insanlar kendilerini iyi şansla kutsanmış sayarlardı. Şehrin içinde çok gezmesine rağmen onun kahkahalarla güldüğünü duyan sadece iki kişi vardı. Biri şelalenin yanında diğeri de gecenin yarısında bir tepede kardeşi Gündoğdu ile konuşurken onu görmüştü.
Aybike'nin annesi onu ve kardeşini doğururken vefat etmişti. İkisini de babası yetiştirmiş, onlara anne eksikliğini hissettirmemeye çalışmıştı. Kızı Aybike'nin mutsuzluğunu gidermek için türlü yollar denemiş hatta onu alıp farklı şehirlerdeki doktorlara götürmüştü. Ancak ne doktorların verdiği ilaçlar ne de kendi bilgeliği kızının mutsuzluğunu giderebilmişti. Sadece kardeşi Gündoğdu ile oynarken mutlu olabiliyordu. Yalnızca bir anlığına güldüğünü görebilmek babasını dünyanın en mutlu adamı yapıyordu.
Kızılgerdan
İkisi de 16 yaşına geldiklerinde, ilgi alanları aşağı yukarı belli olmuştu. Gündoğdu gezmeye, yazmaya ve anlatmaya aşık olmuştu. Annesi gibi bir seyyah olacağı belliydi. Aybike ise sürekli ormanda gezip hayvanların peşinden koşturuyor, yaralı bir tanesini bulduğunda, tedavi etmesi için koştura koştura babasının yanına geliyordu. Hatta bir gece Aybike ormandan dönmeyince, babası korkudan ne yapacağını şaşırmış halde ormanı tararken, onu bir geyiğin yanında kıvrılmış, uyur halde bulmuştu. Geyik, bir ayı tarafından pençelenmişti. Şehre dönüp babasına haber verecek zamanı olmadığını anlayan Aybike, babasından öğrendiği gibi yarayı şifalı otlarla sarmış ve ayağa kalktığını görmek için başında beklerken yorgunluktan uyuyakalmıştı.
İşte yine ormana gittiği günlerden bir gün, bir kavak ağacının altında yaralı bir Kızılgerdan gördü Aybike. Küçük kuşu eline alıp hep yanında taşıdığı çantasından çıkardığı malzemelerle yarasını sardı. Ona yiyecek ve su verip birkaç gün boyunca evinde misafir etti. Sonunda iyileştiğinde kuşu ormanın sınırına geri götürüp göğe doğru uğurladı. Kuş gökyüzünde birkaç kere çember çizdikten sonra arkasını dönmüş giden Aybike'nin omzuna geri kondu. Aybike gülümseyerek kuşa doğru baktı ve "kalmak mı istiyorsun?" diye sordu. Küçük kuş buna cevap olarak gagasıyla Aybike'nin saçlarını çekiştirmekle yetindi.
Aybike ve Kiraz (Yapay Zeka Tarafından Oluşturulmuştur)
Gündoğdu sürekli gezmeye gitmeye başladığından beri Aybike de daha sık hastalanır, daha zor iyileşir olmuştu. Bazı geceler ateşleniyor, günler boyunca ateşi düşmek bilmiyordu. Kiraz ismini verdiği bu küçük kuş eve geldiğinden beri Aybike hiç ateşlenmiyor, hatta hastalanmıyordu. Babası bu duruma her ne kadar şaşırsa da kızının durumunun iyiye gittiğini görmekten mutluydu. Hele ki Gündoğdu ve Kiraz'ın aynı anda evde olduğu günlerde, gerçekten mutlu görünüyordu.
Evet, Kiraz da her zaman evde olmuyordu. Aybike hayvanların evlerde zorla tutulmasına karşıydı. Kiraz Aybike'yle gide gele evin yolunu öğrenmişti, canı istediğinde gelir istediğinde ayrılırdı.
Aybike'nin 17. yaşına bastığı yılın kışında Kiraz son kez eve geldi. Aybike onunla oynayıp besledikten sonra Kiraz Aybike'nin saçlarını çekiştirip pencereden uçmuştu. O günden sonra 1 hafta boyunca Kiraz hiç eve uğramayınca Aybike endişelenmiş, babasıyla beraber umutsuzca ormanı aramaya başlamışlardı. Kiraz'dan hiçbir iz bulamadılar. Bu olaydan 3-4 gün sonra Aybike ağır bir şekilde ateşlenmiş, yemeden içmeden kesilmişti. İşte Aybike'nin hayatında ölüme yaklaştığı ilk sefer buydu. Kardeşinin durumunu öğrenen Gündoğdu ise apar topar eve dönmüş, Aybike onu görünce yemek yemeye başlamıştı. Sonunda kendine geldiğinde, ortada eskisinden bile daha mutsuz bir Aybike vardı.
Gündoğdu
Aybike ve Gündoğdu 19 yaşına geldiklerinde Gündoğdu, uzun bir yolculuğa çıkmak niyetinde olduğunu açıkladı. Çevrede bulunan tüm şehir ve köyleri neredeyse sokak sokak gezmiş ve defterine kaydetmişti. Artık daha uzaklara gitmek, yeni ülkeler görmek istiyordu. Babası bu durumu anlayışla karşılasa da Aybike onun gitmesini hiç istemiyordu. Gündoğdu dışında arkadaşım diyebileceği 2 kişi vardı. Şehrin veterinerinin kızı ve iki mahalle üstte oturan mimarın bitkilerle kafayı bozmuş oğlu... Gündoğdu onun endişesini bildiğinden, onu ikna etmek için çantasından bir kitap çıkarıp ona uzattı. "Al bakalım, bu benim şu ana kadar gezip gördüğüm yerlerde tuttuğum notlar. Sen bunu okuyup bitirinceye kadar ben gidip dönmüş olacağım." dedi. Aybike, isteksiz de olsa birinin hayaline engel olmak istemiyordu. Kitabı alıp kardeşine sarıldı. Sonraki gün limana kadar onunla beraber gidip Gündoğdu'yu uğurladı.
Yaklaşık 2 hafta sonra Gündoğdu güvenle limana ulaştığına dair bir mektup gönderdi. Sonraki günlerde ve aylarda da mektuplar gelmeye devam etti. Gündoğdu, her ay farklı bir ülkeye gidiyor, orada gördüklerini hem kendisi kaydediyor hem de mektuplarla Aybike ve babasına anlatıyordu. Nanna'da gördüğü altı bacaklı fillerden Sin'de gördüğü devasa Ay festivaline kadar pek çok şey yazmıştı. Aybike'nin en çok ilgisini çeken şey ise Anu'da bulunan devasa hayvan pazarıydı. Burada ejderhaya benzeyen kuşlardan daha önce hiç görmediği tazı ve kaplanlara kadar çok çeşitli hayvanlar vardı. Her ne kadar hayvanların böyle tutulmasından hoşlanmasa da merakı daha ağır basıyordu. Hatta bir mektubunda, Gündoğdu'dan bir kaplan getirmesini istemiş, karşılık olarak gelen mektupta Gündoğdu kaplanın boyutunu bir insanla karşılaştıracak şekilde çizmiş, bunun neden imkansız olduğunu açıklamaya çalışmıştı.
Seyehate Çıkan Gündoğdu (Yapay Zeka Tarafından Oluşturulmuştur)
Gündoğdu ve Aybike'nin 20. yaşına bastığı gün, eve bir mektup geldi. Mektup Gündoğdu'dan gelmişti. Kardeşinin doğum gününü kutluyor ve eve doğru yola çıktığını söylüyordu. Tahmini olarak 2 hafta içinde Havsala limanına varacağını yazıyordu. Aybike ve babası çok sevinmişler, evi onun gelişi için hazırlamaya başlamışlardı. Aybike, ona geldiğinde vermek üzere yeni bir defter almıştı. Ölmüş kuşundan kalan ve defterinin arasında sakladığı tüyü de almış, bir ustaya götürüp kuş tüyünden bir kalem yaptırmıştı. Tüm hazırlıklar bittiğinde Gündoğdu'nun gelişine yaklaşık 4 gün kalmıştı.
Gündoğdu'nun gelmesini bekledikleri günün sabahında Aybike'nin babası apar topar saraya çağırılmıştı. Aybike bu duruma biraz sinirlense de evde kardeşini beklemeye devam etmeye karar vermişti. Akşama doğru bir tuhaflık olduğunu düşünmeye başladı. Kardeşinin henüz gelmemiş olması normaldi, gemilerin 1-2 gün gecikmesi alışıldıktı. Ancak babası da neredeyse gece olmasına rağmen eve dönmemişti. Bu düşüncelerle dışarıya bakarken terzinin kızını gecenin ortasında kapının yanına çökmüş ağlarken gördü. Bu manzarayı görünce dışarı çıktı ve kızın yanına oturup iyi olup olmadığını sorunca kız şaşkınlıkla ona dönüp;
-Senin haberin yok mu? diye sordu.
Aybike şaşkın şaşkın kızın yüzüne bakarken kız kendi sorusunu kendi cevapladı ve ağlamaya devam etti;
-Şehre bugün varacak olan gemi fırtınaya yakalanıp batmış, kurtulan kimse de olmamış.
Aybike bu sözleri duyduğunda önce donakaldı. Ardından kızı orada bırakıp hızla saraya doğru koşturmaya başladı. Kapıya vardığında babasını hemen saray duvarının on, on beş metre uzağındaki kuyunun başında çökmüş halde buldu. Ona doğru yavaş yavaş yaklaşıyordu ancak babası onu fark bile etmemişti. İyice yaklaştığında elinde tuttuğu defteri gördü. Islandıktan sonra kuruduğunu belli eden kırışıklık izleri vardı. Aybike bunu görünce gözleri karardı ve bilinci bir anda hiçliğe karıştı. Bu onun ölüme yaklaştığı ikinci anın başlangıcı olacaktı.
Aksungur ve İlbilge
Aksungur ve İlbilge, Havsala'nın en tanınan bilgeleriydi. Çocuklukları bir arada geçmiş olmasına rağmen birbirlerine hiç benzemezlerdi. İlbilge matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve biyoloji alanlarında bir deha kabul edilirdi. Aksungur ise felsefe, edebiyat, tarih ve coğrafya konusunda Havsala'da rakip tanımazdı. Aksungur, İlbilge'nin öğretilerini her daim desteklemesine rağmen İlbilge, Aksungur'un öğretilerinin büyük bir kısmını işe yaramaz ve güvenilmez bir bilgi çöplüğü olarak görürdü. Özellikle sadece konuşarak insanları tedavi ettiğine dair söylentileri duyduğunda Aksungur'un limanın hemen yanında bulunan okulunu basmış, bağırıp çağırıp onu sahtekarlıkla suçladıktan sonra arkadaşlığını bitirmişti.
İlbilge, insanda ortaya çıkan her hastalığın fiziksel bir sebebi olduğuna, çözümünün de ancak şifalı bitkilerde aranması gerektiğine inanırdı. Bu sebeple Aksungur'un sözlü tedavisine tamamen karşı çıkmış, hatta ona reddiye olsun diye bir kitap bile yazmıştı. Aksungur ise tam tersi görüşteydi. Ona göre hastalığın bedene olduğu kadar ruha bakan bir yönü de olmalıydı. Hatta bazı hastalıkların tamamen ruhi olduğuna inanır, bunları sözleriyle tedavi etmeye çalışırdı. Çünkü bu dünyada ruha ancak sözler ulaşabilirdi.
İlbilge, Aksungur'dan Yardım İsterken. (Yapay Zeka Yardımıyla Oluşturulmuştur)
Aksungur yine bir gün okulunda öğrencilerine ders verirken, dışarıdan okula doğru yaklaşan bir yabancı dikkatini çekti. Dikkatlice baktığında şaşkınlıkla karışık bir sevinçle bunun İlbilge olduğunu fark etti. O gün kendisine bağırıp çağırdıktan sonra bir daha onu görmemişti. Öğrencilerini bahçeye yollayıp hızlıca İlbilge'ye doğru koştu, daha okul bahçesine giremeden onu yakaladı. Ancak bir tuhaflık vardı. İlbilge'nin göz altları morarmış, beti benzi atmış, zayıflamış, sakallarında yer yer beyazlıklar çıkmış, ayakta zor duruyor gibiydi. Tam ona ne olduğunu soracakken İlbilge dolu gözlerle Aksungur'a baktı ve "yardımına ihtiyacım var" dedi.
Aksungur, hemen kolunu koluna dolayıp "hoş geldin, içeri gel" dedi ve onu sınıfa alıp kapıyı arkalarından kitledi. Sonrasında İlbilge'ye derdinin ne olduğunu sordu. İlbilge en başından beri olanları; kızı Aybike'nin doğduğu andan itibaren yaşadığı mutsuzluğu ve sürekli hastalanmasını, oğlu Gündoğdu'nun ölümünü ve kızının 1 aydır yemeden kesildiğini, dünden beri su da içmeyi bıraktığını anlattı. Her şeyi anlattıktan sonra Aksungur'a döndü ve sözlerini şöyle tamamladı;
-Kızımı iyi etmek için 20 senedir denemediğin şifalı bitki kalmadı ve şimdi gözlerimin önünde ölmek üzere. Onu emanet edebileceğim tek kişi sensin. Onu iyileştirebilir misin?
Aksungur dostuna doğru bakıp gülümsedi, yanındaki dolabı açıp içinden biraz limon otu çıkardı ve ayağa kalktı;
-Önce bir çay içelim, sonra beni kızına götür.
İlbilge şaşkınlıkla Aksungur'un limon otunu çıkardığı küçük sandığa baktı;
-Bu benim sana çocukken verdiğim limon otu mu, onu hâlâ saklıyor musun?
Aksungur gülümseyerek;
-Bir dostluğu sadece bağırarak yakabileceğini mi düşünmüştün? Sahiden insan ruhundan bihabersin, dedi.
Ruh ve Sözler
Okuldaki kısa konuşmanın ardından İlbilge, Aksungur'u evine götürdü. İkili bahçeyi geçtikten sonra ana kapıdan eve girdiler. Ardından İlbilge içeride sağ köşede kalan Aybike'nin odasına girdi hemen ardından da Aksungur'u davet etti. Aksungur içeri girdiğinde, önce pencerenin hemen yanındaki yatakta uzanmış olan zayıf, çelimsiz kıza baktı. Daha sonra odaya şöyle bir göz gezdirdi. Oda çok güzel düzenlenmişti. Her yanda çizilmiş hayvan resimleri, kitaplar ve şifalı otlar vardı. Aybike zar zor başını çevirip Aksungur'a baktı ama çok da umursamadan başını tekrar pencereye doğru çevirdi. Aksungur, başıyla İlbilge'ye çıkmasını işaret etti. İlbilge çıktığında Aksungur yatağın hemen yanındaki tabureyi alıp oturdu.
-Anlatmak ister misin?
Aybike arkasını dönmüş haldeydi. Hiçbir tepki vermedi. Aksungur, gülümseyerek ona doğru baktı;
-Peki, o zaman ben sana bir hikaye anlatayım, dedi ve hikayesine başladı:
"Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, bir ülkenin kralı, koca bir adayı kat kat devasa surlarla çevirmiş ve böylece fethedilmesi imkansız bir başkent yapmak istemiş. Ancak bir sorun varmış; adanın tamamı surlarla çevrili olursa, halkın ihtiyaç duyduğu yiyecek, içecek ve malzemelerin girebileceği hiçbir yer kalmıyormuş. Kral bunun üzerine mimarbaşını çağırıp ada ve kıtayı birbirine bağlayacak çok sağlam bir köprü yapmasını emretmiş. Mimarbaşı, kralın bu isteği üzerine çelikten öyle sağlam bir köprü yapmış ki köprüyü yıkabilmek için adanın bir kısmını da ortadan kaldırmak gerekiyormuş.
Aradan yıllar geçmiş, bu ülke bir başka devletle savaşa girmiş ve ağır bir yenilgiye uğramış. Düşman kuvvetlerinin başkente girebileceği tek yer, yıllar önce kralın yaptırmış olduğu köprüymüş. Bu sebeple köprüyü yok etmeye karar vermişler. Ancak köprü o kadar sağlammış ki ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar ,gövdesine asla zarar verememişler. En sonunda, köprünün adaya bağlanan 4 kuvvetli çelik ayağını yıkmanın tek çözüm olduğuna kanaat getirmişler. Tonlarca barut kullanıp köprünün ayaklarını patlattıklarında köprü gerçekten de yıkılmış ancak adanın bir kısmı da köprüyle beraber sulara gömülmüş. Böylece anlamışlar ki bir köprüyü sağlam inşa etmek kadar, istendiğinde yok edilebilecek şekilde yapmak da önemliymiş."
Aksungur, bu son sözlerini de söyledikten sonra ayağa kalkıp odadan çıkmaya yeltendi. Tam arkasını dönüp giderken cılız bir ses duydu;
-Hikaye bu kadar mı? Peki sonra ne olmuş?
Aksungur gözlerinde bir zafer kazanmış edasıyla yatağa doğru bakıp cevap verdi;
-Devamını yarın anlatacağım, dinlemek istiyorsan bir yere ayrılma, dedi ve dışarı çıktı.
Aksungur Aybike'yle Konuşurken (Yapay Zeka Yardımıyla Oluşturulmuştur)
İkinci günün sabahında Aksungur, İlbilge'nin evine doğru gitmeye hazırlanırken onun kendi kapısına doğru geldiğini gördü. İlbilge mutlulukla Aksungur'a sarıldı:
-Ne yaptığını bilmiyorum ama kızım tekrar su içmeye başladı, diyerek ona defalarca kere teşekkür etti. Ancak Aksungur henüz işini bitirmemişti, o kız şu an sadece hikayenin sonunu öğrenmek için ölmek istememişti.
Aksungur eve varıp tabureye oturduğunda, Aybike'nin bu sefer pencereye değil, tavana dönük olduğunu fark etti. Gözleri yarı açık bir şekilde hikayenin devamını bekliyordu. Aksungur uzatmadan anlatmaya başladı:
"Evet... Geldik hikayenin devamına... Yıllar sonra işgal bitmiş ve ülke yeniden bağımsızlığına kavuşmuş. Bu defa kral mimarları toplamış ve gerektiğinde kolay bir şekilde yok edilebilecek bir köprü yapmalarını istemiş. Mimarlar birleşmiş ve bir malzeme aramaya başlamışlar. Taş, demir, bakır derken, onlarca seçeneği tartıştıktan sonra ahşapta anlaşmışlar. Eğer köprü ahşaptan yapılırsa ateşe verilerek kolayca yok edilebilirmiş. Kral da bu fikri onaylayınca, ahşaptan devasa bir köprü inşa edilmiş. Ancak bu sefer de farklı sorunlar çıkmaya başlamış.
Köprü ahşaptan olduğu için yağmura, kötü havaya karşı çok hassasmış. Sürekli bakım gerektiriyormuş. Ayrıca çelik köprü kadar dayanıklı olmadığı için belli bir ağırlık seviyesinin üstünü kaldıramadığından; insanlar, hayvanlar ve ağır yük taşıyan kervanlar, üzerinden rahatlıkla geçemiyormuş. En sonunda, günlerden bir gün, köprünün üzeri hıncahınç doluyken ağırlığa dayanamayıp yıkılmış. Binlerce insan ve hayvan oracıkta ölmüş. Halk bu olaya isyan edip kralı tahtından indirmiş. Bu olay ülkenin tarihinde büyük bir yas günü olarak kalmış ve köprülerin kolay yok edilebilir olduğu kadar dayanıklı da olması gerektiği ortaya çıkmış."
Aksungur son sözlerini söyledikten sonra dışarı çıkarken yine arkasından bir ses işitti:
-Tüm bu hikayeyi nereye bağlayacaksın? Niçin bana bunlardan bahsediyorsun?
Aksungur Aybike'ye bakarak gülümsedi:
-Sabırlı ol, sona yaklaşıyoruz, deyip hızlıca dışarı çıktı.
Örümcek Ağı
Üçüncü günün sabahı ikili eve doğru yürürken İlbilge, biraz daha kendine gelmişti. Kızı halen yemek yemeye başlamasa da en azından su içiyor, basit birkaç soru bile olsa babasına cevap veriyordu. Aksungur odaya girdiğinde, bu defa Aybike'nin tamamen kendisine dönük olduğunu fark etti. Kısa bir selamdan sonra hikayesinin son kısmını anlatmaya başladı;
"Yeni kral tahta geçtiğinde eski mimarları görevlerinden alıp yerlerine yenilerini atadı ve köprünün malzemesi hakkında tartışmaları için onlara 40 gün süre vermiş. 40 günün sonunda mimarbaşı tüm mimarların ortak kararını bildirmek üzere kralın huzuruna çıkmış;
-Kararınızı verdiniz mi?
-Evet kralım.
-Hangi malzemeyi kullanacaksınız?
-Örümcek ağı kullanacağız.
Bu cümlenin ardından salon adeta buz kesmiş. Üst düzey görevliler, bunun kralı aşağılamak olduğunu ve ağır bir cezaya çarptırılacaklarını düşünmüşler. Ancak kral, soğukkanlılıkla mimardan durumu açıklamasını istemiş. Mimar da anlatmaya başlamış:
-Örümcek ağı, doğada bulunan en sağlam malzemedir. Sadece milimetrik ölçülerde bulunduğu için bize sağlam değilmiş gibi gelir. Yağmura ve kötü hava koşullarına da dayanıklıdır. Ayrıca ateşle kolaylıkla yok edilebilir. Eğer bu malzemeden yeterince fazla üretebilirsek, eşi benzeri olmayan bir köprü inşa etmiş oluruz.
Kral, tüm üst düzey devlet adamlarının karşı çıkmasına rağmen mimarlara izin vermiş ve 5 sene içinde dünyada görülmüş en büyük köprü, örümcek ağından inşa edilmiş. Halk en başta köprünün sağlamlığına güvenmese de günler geçtikçe köprünün sağlamlığı diğer ülkelerin bile kulağına gitmiş, hatta bu köprünün planlarını almak için casuslar gönderilmiş. Neticede onca büyük çabanın ardından sonunda köprüyü inşa etmek için doğru malzemeyi bulmuşlar: Örümcek ağı!"
Aksungur ve Aybike Tasviri (Yapay Zeka Tarafından Oluşturulmuştur)
Aybike yatağından doğruldu ve sordu;
-Peki benim bundan ne anlamam gerekiyor?
Aksungur cevapladı;
-İnsanlarla ve hayvanlarla nasıl bağlar kurarsın?
Aybike, gayriihtiyari bir şekilde;
-Çok sağlam, yıkılmaz bir sevgi ve güvene dayalı bağlar kurarım, dediği anda gözleri şaşkınlıkla açıldı. Artık anlamıştı.
Aksungur gülümsedi:
-İşte senin küçük bir kız olduğun zamandan itibaren yaptığın şey de buydu. Her birimiz, bir insanla ya da hayvanla karşılaştığımızda, onun ruhuyla bizimki arasında bir köprü kurarız. Sen her defasında, ilk mimarın yaptığı gibi çelikten, yıkılmaz bağlar kurdun. Bu köprü, ruhlarınız arasındaki sevgi ve güveni taşıyacak kadar güçlü olsa da ayrılmanız gerektiğinde kolayca yok edemeyeceğin kadar sağlamdı. Bu yüzden her bir dostun seni terk ettiğinde ya da öldüğünde, kalbinden bir parça da onlarla beraber sulara gömüldü, ruhun yavaş yavaş öldü. Köprülerini örümcek ağından kurmalısın ki sevgi ve güven kolayca aktarılabilsin ama ayrılık zamanı geldiğinde senin ruhunu da öldürmesin.
Aybike umutsuzca cevap verdi;
-Ama köprüler çoktan kuruldu ve yıkıldı. Artık giden parçalarımı geri getirme şansım yokken, bunu bilmek neye yarayacak?
Aksungur bu soruyu bekler gibiydi;
-Sen gidenlerin köprüleri yıkıldığı için ölmüyorsun. Gidenlerin ardından senin için kurulmuş tüm köprüleri yıktığın için ölüyorsun. Eğer izin verirsen, arkadaşların ve babanla yeni köprüler kurarsan, onlar seni iyileştirebilirler. Halkın yiyecek ve suya ihtiyacı olduğu gibi ruhun da hissetmeye ihtiyacı vardır. Tüm köprüleri yıkıp surları yükseltirsen, sen de şehrinle beraber sulara karışacaksın.
Aksungur son sözlerini de söyledikten sonra odadan çıktı. Bunun Aybike'yi son görüşü olacağını düşünmüştü ama yanılıyordu.
Yılların Getirdiği
Aksungur, Aybike'yle yaptığı konuşmadan beş yıl sonra, yine bir gün öğrencilerine ders verirken kapısı çaldı. Gelen, dostu İlbilge'ydi. Dersin bitmesinin ardından karşılıklı oturup melisa çayı içmeye başladılar. Söze İlbilge girdi;
-Sana bir teşekkür borçluyum. Kızım bugün evleniyor. Onunla ne konuştun bilmiyorum ama sen olmasaydın onu kaybedebilirdim. Sana bu sandığı gönderdi, hediyeymiş. Al bakalım...
Aybike ve Diğer Hastaların Hediyeleri (Yapay Zeka Yardımıyla Oluşturulmuştur)
Aksungur, küçük hediye sandığını masaya koydu ve İlbilge'nin gözü önünde açtı. Sandığın içinden küçük, minyatür bir köprü çıktı. Ancak köprünün gövdesi örümcek ağından yapılmıştı. İlbilge şaşkınlıkla;
-Ne kadar ilginç bir kız, nereden geldi bunu yapmak aklına, deyip güldü.
Aksungur da aynı şekilde kısa bir tebessüm ettikten sonra bir öğrencisini çağırdı;
-Oğlum, bunu diğerlerinin yanına koy, dedi.
Çocuk köprüyü aldı ve öğretmen masasının üzerinde duran ahşap gemi, üzerinde güneş resmi bulunan bir kitap ve hilal şeklinde bir kolyenin yanına bıraktı...